Geçen Hafta Pazar
Evden çıkıyorum. Sırt çantam tam tekmil: Mini fotoğraf makinesi, okumakta olduğum kitap, ne olur ne olmaz diye atılmış yağmurluk, olur da kalabalığa karışırım diye ve toplu taşım araçları için sürekli bulundurulan maske...
İstikametim belli. Niyetimde pide var ancak türü konusunda fikrim net değil ve yürürken bünyemin ilgili mercileriyle sürekli istişare halindeyim. Ve enn bayıldığım minik, bir kaç masalı, karakterlerini sevdiğim, akıcı bir bulvarın tam da köşe başındaki Pide Dünyası'na atıyorum adımımı.
Ocağın başındayım, hoş geldiniz ve hoş bulduk ile birlikte hâl hatır faslı tamam. Bir ikilem yaşasam da ağzımdan çıkan kelâm net.
"Peynirli tek yumurtalı lütfen."
"Kaşarlı mı?" sorusuna soruyla yanıt:
"Kaşar ve beyaz peynir karışık olabilir mi?"
Mutabıkız.
"Bir de çay, fincanla ve pide ile birlikte lütfen."
Bulvarı boydan boya gören masamda kitabımın içinde yok olmuşken, gün ve hava işbirliği muhteşem. Mekân en sevdiklerimden, şirinlik abidesi, özenli... ve onunla tam anlamıyla mavilim mavişelim durumu yaşarken pidem, çayım ve salatam masadaki yerlerini alıyorlar.
Hadi bakalım kolay gelsin; enfes bir yaşamak ânı için sahne hazır.
Ustam ellerin dert görmesin. Bu nasıl bir incelik ve tabii ki çıtırlık... Kaşar beyaz peynir kombinasyonunun tereyağı ile ortaklaşması her zamanki gibi... yani olağanüstü bir senfoni. Yumurta elbette rafadan.
Usul usul,
kısmen bıçak kullanarak ama daha çok parmaklarımızla,
tadına doya doya...
Hep birlikte ölüyoruz ve ödemeyi yaparken de memleketi bu hale getirenleri Allah'a havale ediyor, ustadan ve servisimizi yapan gençten teşekkürleri ve ellerinize sağlık ifadelerimizi eksik etmiyoruz.
*
Leyla Karagözlü Bir Ceylandır
Başka Sinema filmleri -artık- olmayınca sinemanın yarattığı boşluğu doldurmak için televizyona takılmış durumdayım; televizyondan film izlememe inadım inadından vazgeçmediği içinse sadece dizilere takılıyorum. İstediğim gün ve saatte izleme fırsatı veren portalım sayesinde keyfim gıcır. Leyla'nın rozesi ve beyazı denenmiş durumda ve memnuniyet had safhada... En keyifli beyazlardan biri kategorisindeki yeri net; fiyat kalite ortaklığı şahane. O halde günlerdir gözümün içine bakan kırmızı ile de bir el sıkışalım bakalım. Kadehimi uygun ölçüde dolduruyor, kadehin ağzını minik porselen çanak ile kapatıyor ve kadehi en az 10 dakikalık bir süre için buzdolabının orta rafına bırakıyorum.
Dönüşü muhteşem. Öküzgözü, Cabernet Sauvignon işbirliği olağanüstü. Kadifemsi dokusuyla benim diyen bir çok şarabı cebinden çıkarır. Bitimi yerinde, sabırsızlık asla yaratmıyor ve bir kadehini uzun bir zamana yaymayı başarıyor. Fiyatıyla da benim diyen pek çok kırmızıya kesinlikle nal toplatıyor. İyi bir yemek eşlikçisi olacağı kesin ki henüz denemedim ama bir aperatif olarak damakta bıraktığı tat iz bırakıcı. Muhteşem bir eşlikçi olduğunun altını şahsen, kalınca çizerim.
Başka Sinema filmleri -artık- olmayınca sinemanın yarattığı boşluğu doldurmak için televizyona takılmış durumdayım; televizyondan film izlememe inadım inadından vazgeçmediği içinse sadece dizilere takılıyorum. İstediğim gün ve saatte izleme fırsatı veren portalım sayesinde keyfim gıcır. Leyla'nın rozesi ve beyazı denenmiş durumda ve memnuniyet had safhada... En keyifli beyazlardan biri kategorisindeki yeri net; fiyat kalite ortaklığı şahane. O halde günlerdir gözümün içine bakan kırmızı ile de bir el sıkışalım bakalım. Kadehimi uygun ölçüde dolduruyor, kadehin ağzını minik porselen çanak ile kapatıyor ve kadehi en az 10 dakikalık bir süre için buzdolabının orta rafına bırakıyorum.
Dönüşü muhteşem. Öküzgözü, Cabernet Sauvignon işbirliği olağanüstü. Kadifemsi dokusuyla benim diyen bir çok şarabı cebinden çıkarır. Bitimi yerinde, sabırsızlık asla yaratmıyor ve bir kadehini uzun bir zamana yaymayı başarıyor. Fiyatıyla da benim diyen pek çok kırmızıya kesinlikle nal toplatıyor. İyi bir yemek eşlikçisi olacağı kesin ki henüz denemedim ama bir aperatif olarak damakta bıraktığı tat iz bırakıcı. Muhteşem bir eşlikçi olduğunun altını şahsen, kalınca çizerim.
*
Cuma Bir Özgecandır
Mathias Enard ile tanışma kitabım, pek yakın bir zamanda -tekrar- paylaştığım yazıdan da anlaşılacağı üzere Pusula'dır. Uzun bir aradan sonra, Ocak 2021'den beri okunmayanlar rafında beklemekte olan kitabı, biraz da yeniden paylaştığım Pusula yazım nedeniyle gaza gelmemin sonucunda -iyi ki- elime alıyorum; çünkü daha ilk metrelerindeyken, kitabın içinde erimiş durumdayım. Ona bir kıyak yapmam lazım, o halde şu güzel yaz akşamında, özellikle yazın enn sevdiğim okuma noktalarımdan biri olan Afiyet'in daracık, tek yönlü ve parke taşlı Lozan Caddesi'ni boydan boya gören verendasındaki masama götürmeliyim.
Vitrindeki pastalara meftun durumdayım. Yeni üretim yapmışlar ve çeşit sayısı muhteşem. Hepsini alasım var lakin kendimi tutsam iyi olacak. En gözümü ısıranlardan ikişer tane seçerek, pek tatlı genç kıza söylüyorum ve ek olarak da bir fincan çay lütfen diyorum. Ben kitabın içinde yok olmuşken masam da hazır oluyor. O halde, "gel keyfim gel."
Kitabın içinde yok oluyorum çünkü -bir kez daha- bayıldığım coğrafyadayız; Ortadoğu, Akdeniz, Kadim savaşlar... ve karakterler. Su gibi akıyor sahneler, olayların göbeğindeyim. Kelimelerden oluşan bir görsel şölen. Savaş. İnsan. Enard'ın akademisyen kimliğinden fışkıran edebi dil ve her biri film karesi olarak bütünleşen ve gözümdeki beyazperdeden zihnime akan sahneler... Öyle kapılmışım ki normalde yalayıp yutmuş olacağım pastaları edepli bir gurme gibi ağır ağır tüketiyorum; şaşkınım bu keyfi yaşatan kendime... Uzun kalıyorum ve 508 sayfalık, noktanın neredeyse hiç kullanılmadığı romanın 100 sayfasını yalayıp yuttuğumu fark ediyorum ama tavsiye konusunda kendimi yine öne atmayı, en azından şimdilik düşünmüyorum.
Mathias Enard ile tanışma kitabım, pek yakın bir zamanda -tekrar- paylaştığım yazıdan da anlaşılacağı üzere Pusula'dır. Uzun bir aradan sonra, Ocak 2021'den beri okunmayanlar rafında beklemekte olan kitabı, biraz da yeniden paylaştığım Pusula yazım nedeniyle gaza gelmemin sonucunda -iyi ki- elime alıyorum; çünkü daha ilk metrelerindeyken, kitabın içinde erimiş durumdayım. Ona bir kıyak yapmam lazım, o halde şu güzel yaz akşamında, özellikle yazın enn sevdiğim okuma noktalarımdan biri olan Afiyet'in daracık, tek yönlü ve parke taşlı Lozan Caddesi'ni boydan boya gören verendasındaki masama götürmeliyim.
Vitrindeki pastalara meftun durumdayım. Yeni üretim yapmışlar ve çeşit sayısı muhteşem. Hepsini alasım var lakin kendimi tutsam iyi olacak. En gözümü ısıranlardan ikişer tane seçerek, pek tatlı genç kıza söylüyorum ve ek olarak da bir fincan çay lütfen diyorum. Ben kitabın içinde yok olmuşken masam da hazır oluyor. O halde, "gel keyfim gel."
Kitabın içinde yok oluyorum çünkü -bir kez daha- bayıldığım coğrafyadayız; Ortadoğu, Akdeniz, Kadim savaşlar... ve karakterler. Su gibi akıyor sahneler, olayların göbeğindeyim. Kelimelerden oluşan bir görsel şölen. Savaş. İnsan. Enard'ın akademisyen kimliğinden fışkıran edebi dil ve her biri film karesi olarak bütünleşen ve gözümdeki beyazperdeden zihnime akan sahneler... Öyle kapılmışım ki normalde yalayıp yutmuş olacağım pastaları edepli bir gurme gibi ağır ağır tüketiyorum; şaşkınım bu keyfi yaşatan kendime... Uzun kalıyorum ve 508 sayfalık, noktanın neredeyse hiç kullanılmadığı romanın 100 sayfasını yalayıp yuttuğumu fark ediyorum ama tavsiye konusunda kendimi yine öne atmayı, en azından şimdilik düşünmüyorum.
*
Bir Başkadır Cumartesi
Bugün mesai yok, oh be! Dibine kadar şımarıklık o halde... Sırt çantamda kitap ve fotoğraf makinesi, o nedenle bugün ki görev ustaya; arabada üç harfli ne ise Nikon'da odur benim için. Gençlik başımda duman! İstikamet minik bir park. Bazı yazılarda ufakça değindiğim, berberimle aynı güzergâhta, yokuşunun hatırı sayılır, mahallenin içinde, çocuklar için tüm aletlerin olduğu, tepeden geçen uçaklara el sallanabilecek noktada ve an itibariyle kimsesiz parkta; gölgedeki tek banka yerleşiyorum.
Az önce yokuşun ortalarındayken bir pastaneye girdim ve alışveriş yaptım, ufak çaplı; yokuşu tırmanmadan önce Migros'dan aldığım kolamsa buz gibi.
Kuruyorum avare masamı. Kedi kardeşle bir iletişimimiz var ama o benden havalı. Gençliğine veriyor, yemezler diye iç geçiriyor ve gülümsüyorum. Burnundan kıl aldırası yok... da, ben de kaçın kurasıyım. Oraya buraya gidiyor, dallara zıplıyor, arada yan gözle bana bakmayı ihmal etmiyor ancak ben, istemem yan cebime koy mesajını yakalıyor ve kendimden biraz uzağa ama yine de yakına sofrasını kuruyorum. Keşke öngörüp de fazla alsaydım diye düşünmekle birlikte karnının tok olduğunu da fark ediyorum ki, tavır beni yanıltmıyor. O halde kitaba devam; arada gökyüzündeki uçaklara selamı ihmal etmeden...
Parkın hemen sırt tarafında bir site var, park bir anlamda bahçesi gibi. Oradaki balkon konuşmalarını duyabiliyorum, bu hoşuma gidiyor; olağanüstü sessizliğin içinde pek hoş dedikodular, gülümsetiyor. Aynı zamanda uçaklar da bana bir mesaj veriyor. O mesajları akşam enn sevdiğim kadın ile paylaşıyorum. Sanırım bayram sonrası, eğer aksilikler olmazsa, bazı özlemler sona erecek gibi... Gözümüzde tüten bir şehir ve mekânlar var. Elbette sevdiğimiz insanlar da...
Günü Türk Kahvesi ile sonlandırmak istiyorum. Birisine nazire yapacağım; çok yorumumda kahve kitap fotoğraflarına imrendiğimin altını çizen cümleler kurduğum Yüreğimin İklimi blogunun yazarı, Özlem'e.
Rotamı kahveciye çevirdim ve önündeyim; ancak minik bahçesi dolu.
O halde Pazar ola hayrola...
*
Pazar Gavurlar AzarKahvaltıyı sarkıtıyor, zamanı minik kahvecinin tahmini açılış saatine göre ayarlıyorum.
O kahve bugün mutlaka içilecek!
Yine de sahilden uzayıp zamanı sarkıtarak, ağır adımlarla denizden uzaklaşıp, mahallemizin iç kesimlerine doğru rotayı çevirip, ikinci bulvara ulaşıyor ve dümeni kahveciye çeviriyorum. Adımlarım ağır olsa da dükkân kapalı. Olsun o zaman küçük dere boyunca köprüler geçer üst kesimlere doğru turlar, derenin öte yakasından dönerim ve o zamana kadar da açılmış olur, diye düşünüyorum ama... o önüne vardığımda bana diyor ki: Pazar günleri kapalıyız. Ona rağmen akşam bir kez daha gelip kontrol edeceğim.
Nasip.
Eskiden emlakçı olan, pidecimin karşı köşesinde ve bulvarın altında kalan kadim evlerden evrilerek pastaneye dönen mekâna çöküyorum. Üç farklı ekler ve bir de limonata siparişi veriyorum ve bahçedeki ağaç altı masalardan birine oturuyorum.
Bir yandan enfes limonatamı içerken bir yandan ekleri ufak ufak götürüyor yanı sıra da bu şahane ortamda kitabın satırlarında yok oluyorum; lakin kitapla kahveyi biraraya yine getirebilmiş değilim...
Eve dönüyorum. Gün akşam ve geceye evrilmek üzere. Deniz camı tıklatıyor. Hava enfes. İçimde kurtlar oynaşıyor; fikrimde kahve kitap buluşması ve fotoğraf.
Çıkıyorum evden; kahve, kitap ve fotoğraf buluşması için hedefim İskele Kafe. Oraya doğru yürürken fikrim diyor ki: "Şu minik ve şirin pastane?!" Biran orada Türk Kahvesi olmayacağını düşünüyorum nedense... İçime sinmiyor, İskele Kafe'den bir enstantane... Kıvrılıyorum, tatlı Sude'nin çalıştığı şirin pastaneye. Bahçe ışıkları kapalı, usulca giriyorum ki görünürde kimse yok.
Mutfağa doğru hareketlenmişken tam, Sude görünüyor, "Türk Kahvesi yapıyor musunuz?" diyorum ki... Bingo!
"Sade lütfen..."
Bahçe ışıkları yanıyor.
Kitabım elimde.
Kahvem harika...
Sunum ve ortam ise...
pofuduk yastıklara sırtını dayamış ben için,
adeta bir rüya.
*Başlık Şenay'ın söylediği Sev Kardeşim adlı şarkıdan...