17 Mayıs 2023 Çarşamba

İki Film Birdenli Enfes Bir Gece

Korona nedeniyle yasaklar başlayıp da evlere kapandığımız günlerde ve sürecin ilerleyen ayları ve yıllarında onun hunharca saldırılarına yönelik olarak savunma hatlarımı sağlam tutmam nedeniyle bana bulaşamamış olsa da, o yine de yok etmeyi başardığı milyonlarca insana olduğu gibi bana saldırılarına da kesintisiz devam etmiş, başarılı olamayınca stratejisini değiştirmiş, ve başka bir noktadan vurmuştu beni: Televizyonda film izleyememe, bu yönde bir istek duymama... filmlerle ve genelde sinema ile aramdaki tüm bağları koparma...

Hayatıma bir kara kedi gibi girerek, sürekli zihnime ve alışılmış düzenime engeller çıkararak ve sürekli ateş altında tutarak direncimi kırıp da kalelerimi zaptedememiş olmanın hırsıyla da, hayat normalleşmeye başladığı süreçte bile elinden geleni ardına koymamıştı.

Salonlar açılınca da tüm duygu silahlarımı kuşanıp, ona inat sürekli koşturdum filmlerin peşinde, hiçbir haftayı boş geçmedim. Hayata dokunmayı özlemiştim. Bir açlıktı da sanki bu... Belki de bu nedenle, normalleşmede bile televizyonu koynuma almak aklımın ucundan geçmedi. Çünkü dokunamadığım hayattı geride kalan ve onun boşluğunu çok hissetmiş, özlemiştim.

Ve dün akşam, kısa süre önce başlayan, birkaç gündür süren bazı sevdiğim dizileri izleme evresinin ardından yıllar sonra üye olduğum portalda film açtım, mısır patlattım. Tek filmle kalırım sanıyordum ama üç yıl sonra olağanüstü bir keyifle harika bir gece yaşadım.

Ve o muhteşem tatla ve zihnimle ortaklaşarak, iki kişilik enfes bir hafta sonu hayali kurdum!

*

Aslında önce BBC First'ü açıyorum. Sevdiğim iki dizi var, uzun korona sürecinde ara verdiğim ve bir kaç hafta önce yeniden izlemeye başladığım, süreleri kısa, mizahı hoş iki polisiye. Bu güzel ısınma film için de tahrik ediyor beni, filmlere göz atmaya başlıyorum. Ve bir afiş beni çağırıyor. Üstelik Penélope Cruz var, yönetmen Simon Kingberg. Canımın istediği de aksiyon, hatta absürtlükleri olursa da canıma minnet. Yorulmak istemiyorum ama nefesimi kesmesine, dünyaya ve gündeme dair tüm düşünceleri zihnimden uzak tutmasına ve bunu hiç boşluk bırakmadan sürdürmesine gönüllüyüm. Tersi bir durum olursa bağım kopacak, bir boşluk oluşacak ve çok istekli olmasam da dağılmamış, kararsız bir kafayla uykuya gideceğim, biliyorum.

Filtre kahvem koyu ve hazır.

Mısır kupam kucağımda...

O halde film başlayabilir.


Enfes bir açılış sahnesi, müthiş bir koşturmaca ve dünyadan kopup filmin göbeğine konma. Bond filmleri tadında ancak çağının gereklerini de yerine getiren, masalımsı bir rüya sanki. Oyunculara bayılmış durumdayım, enfes bir kadın ajanlar ortaklaşması. Operasyon coğrafyaları turistik bir gezi... Aksiyon ritmi nefes almayı bile unutturuyor. Müzikler şahane, mücadele zorlu, seyirci soluksuz; tümüyle ekrandan yansıyan dünyaya ışınlanmış durumda ve tüm hücreleri ile filmin içinde.

Kadın ortaklaşması muhteşem, erkekler tarafı kaypak, ters köşeler bol, soluklar kesik, mesajları olsa da filmin, değersiz...

Ama dünyadan kopmak için, ve yenilmiş erkekler görmek açısından da, alınmış bir intikam tadı vereceği kesin...

Mesela memleketin herhangi köşesinden bir abla erkeğinden intikam almışçasına sevinebilir, ajan ablaları kahramanı yapıp ellerinize sağlık diyerek, kadının gücü manasında da kendine pay çıkarıp gülümseyebilir! Velhasıl-ı kelâm hoşça vakit geçirirken zihnindeki gündelik zehirleri bir süreliğine de olsa elektirikli süpürge gibi çekerek oluşturacağı boşluğa, serotonin yükleyeceği kesin bir film... diye düşünmekle birlikte, şiddetle öneririm yerine keyfinize kalmış demeyi daha uygun buluyorum.

An itibariyle kanapede, elimde kumanda bir kararsızlık içindeyim. Gitsem mi kalıp bir film daha izlesem mi?

Sorum bu.

Derken kararım netleşiyor ve film arıyorum. İşte bu! Azmin zaferi! Pandemi öncesinde izlemediğim ama kendisine bayıldığım yönetmen Luc Besson'un son filmi: 2019 yapımı Anna! Üstelik Helen Mirren ile başrolü paylaşan enfes bir Rus genç kadın: Sasha Luss!

Daha ne olsun!

Sakin bir başlangıç. Ben baştan gittim. Çünkü an itibariyle Rusya'dayız. Henüz Anna olduğunu bilmediğimiz genç kadın Moskova'da bir pazar yerindeki minik bir dükkânda oyuncak bebekler satıyor. Bir yabancı yanaşıyor ve bir teklif yapıyor ve sonrasında Paris. Film bir anda geri dönüyor ve biz ne oluyor derken Moskova'da müthiş bir aksiyonlar sahnesi; o dönemdeki -eski- Anna'yı tanıyorken, aksiyon sahnelerinin muhteşemliğine bayılıyoruz. Filmin başlangıçdaki geri dönüşlerini yadırgayıp oluşturduğumuz sorulardan pek bir bilgi alamasak da, sonrasında Luc Usta, yanıtları ilmek ilmek örüyor. Karaktere bayılıyorum ve iddia ediyorum ki filmi izleyecek herkes bayılacak.

Ve filmi soluk alamadan izlemek zorunda kalan kişiler, sürekli ters köşelere yatacak.

Ve final sahnelerinde üst üste şaşıracak ve "Vay be!" nidasını dillerinin ucundan sık sık çıkaracak.


Ve son bölümde şaşkınlıktan başlar fırdönecek; başlar dönerken izleyicinin ruh halleri değişecek; sürprizler üst üste gelecek; çoklukla ne filmdi be denecek...

Sonrasında oyunculara, yönetmene, filme emeği geçen herkese helâl olsun deyip, fırdönmekten biçare olmuş ruhlarının hangi halleriyle final yapacağını yaşayarak görecekler. Kim bilir, belki de bu yazının gazıyla filmi izleyenlerin bir kısmı "Bu muydu şimdi?!" bir kısmı da bu blogda bu filmle rastlaştıkları için "İyi ki!" diyecekler.

Filmin müzikleri harika, klasik müziğin çok popüler örneklerinin bu film özelindeki yorumları etkileyici...

Ve son çıkışta diyor ki bu yazıyı yazan: Okurlarımızın önemli bir kısmının bu filmden büyük keyif alacağı kesin!

Kalın sağlıcakla...




15 Mayıs 2023 Pazartesi

Baharı Bekleyen Kumrular

Son seçimde bile seçime katılan sol partiler olarak toplamda neredeyse %50'ye varan oy almak, ama iktidar olamamak?!

Tam da bizim ülkemize özgü bir durum. Hani desem baraj gibi engelleri olmayan bir ülke, eyvallah.

Oysa kendi ilkelerimiz temelinde ortaklaşmak varken, tırsmak ve defalarca denenmiş olmasına rağmen,

sağa rampa olmak.

Komik...

Çok komik.

Oysa asgari müşterek denen bir gerçek var sol terminolojide. Ama muhteşem de bir engel var.

Küçük olsun ama "ennn benim" olsun.

Hepimiz aynı kitapları okuyoruz neredeyse; sosyal demokratından en uçtaki Marksist-Leninist'ine, Enver Hoca'cıdan Mao'cusuna kadar.

Ama nedense "en çok ben bilirim," iddiasından kurtulup da bir asgari müşterekte buluşamıyoruz.

Ama ne yapıyoruz?

Sağa rampa ediyor, onların bir kısmı ile işbirliği yapıyor, talepleri ile ortaklaşıyor ve umut ediyoruz.

Sonuç?

Hüsran!



Şaşırıyor muyum?

Hayır.

Kapitalizmin dayatmalarına karşı olup, sosyal demokrasiye yakın durup, sana yakın düşünenlerle aynı çatı altında ortaklaşmayan, küçük olsun ama benim olsun tavrı?!

Enn ben bilirim üzerinden ayrışma ve bir sürü saçmalık.

Yıllardır tüy biter dilimde.

Aslında biter di...

anladım ki bir türlü muhteşem abilerin egolarını aşıp akıllarına giremeyeceğim,

vazgeçtim.

Solcuyum diyorsan solculuğunu bileceksin; dik duracak, gerektiğinde asgari müşterekte buluşacak, ilkelerinden vazgeçen hep sen olmayacak ama ideolojik akrabalıklarından da çekinerek ve kapı arkalarında fısıldaşarak, uzak durmayacaksın.

Çabalayacak, tırsmayacak, hep sağa selam çakmayacak, direneceksin.

Ve son seçime bakıp bir kez daha düşüneceksin;

cumhurbaşkanı adayımız %50'yi zorlarken ve biz -solun tüm renkleri- ayrışa ayrışa çoğalırken neden hep aynı hüsranı yaşıyoruz diyecek,

ve sorgulayacaksın!

13 Mayıs 2023 Cumartesi

Meydan Bana Bir Şey Fısıldadı

 "Bu halk anlamıyor," diye kaptan köşklerinden laf sallayıp halkı bilmez sayanlara, faturayı hep ona kesenlere bakıp, şunları aklımdan geçiriyordum: ''Bu ülkede faşizmin hiç olmadığı kadar dorukta olduğu, oligarşinin güçlü, iletişim teknolojilerinin bugüne göre taş devri yıllarında bu beğenmediğiniz halk; bütün cephelere, ittifaklara, baskılara, tarihin en faşist generallerine rağmen sevdiğim partiye %42 oy verdi. Hem de ağırlıkla şimdi birilerinin oy deposu olan varoşlardan, toprak ağalarının diyarlarından, fabrikalardan, madenlerden... Ve o dönemde bütün fraksiyoner farklılıklara, görüş ayrılıklarına rağmen hep birlikte o partinin miting alanlarındaydık, sokaklardaydık, dağlara taşlara yazmaktaydık. Birisi bunu başarmıştı."

Oyumu mu Kullandım Yoksa Birileri Beni mi Kullandı


Çok uzun yıllar sonra miting için evden çıkıyorum. Bir yanım görmüş geçirmiş bir soğukkanlılık içinde ama bir yanım var ki yaş 17. O çocuk dün trene atlıyor ki ilk bingo, partizanlığın ve engel yaratmanın dibi. Tren ücretli! Oysa daha bir kaç gün önce kartımı okuttuğumda kırmızı yanmış, olayı kavrayamamış ve görevliye arızalı mı diye sormuştum. Aldığım yanıt bedava olduğuydu; çünkü birisinin mitingi vardı. Aynı bedavalık hali Teknofest'de de kullanılmıştı. Oysa dün ödeyerek geçiyorduk turnikelerden. Bizim vergilerimizden, ödediğimiz doğal gaz ve su paralarından maaş ve gelir elde eden belediye aynı şehrin insanlarını düşman muammelesi gibi bir ucuzlukla ve cahilce bir tavırla engelleyeceğini sanarak bu kez bedava yapmamıştı ulaşımı. Peki bir şeye yaradı mı? Tüm hayatım boyunca izlediğim mitinglerin en kalabalığı, en renklisi, yaş skalası en genişi ve coşkulusuydu. Her renkten insan vardı ve hiçbiri de meraktan orada değildi. Gecikmeye rağmen bir Allahın kulu bariyerle çevrilmiş alanı geçtim, onun dışında kalan yerleri bile terk etmedi. Müthiş bir ortaklaşmaydı. Kimin kim olduğu kimsenin derdi değildi. Halka her zaman güvenmiş bir insan olarak en umutsuz dönemlerde bile üstteki cümleleri kurmuş ben altını çiziyorum ki insanımızın çoğunluğu iyi ile kötüyü ayırmayı biliyor, cinsiyetçi bir tavrı yok ama -kötülerin kurduğu ve asla vazgeçemedikleri - şu ucube seçim sistemi yıllardır bizi mahvediyor. Bu seçim o duvarların yıkılacağını da gösteriyor. Belki kötüler kötülüklerini bir kez daha deneyecekler; belki yapacaklar ama kesin olan şu ki artık karşılarında o Türkiye yok. Halkın da birbiriyle derdi yok. Giyim kuşam meselesi ise unutulmuş bir kâbus.

Bana günün yıldızı kimdi derseniz. Başı dimdik, makyajını yapmış, kendine güveni dorukta, pırıl pırıl miting alanına yürüyen ve sadece altını çizmek için kullanacağım ifade ile LGBT+ kardeşimizdi. Ama daha önemlisi meydandaki hiçbir bakışın yadırgayıcı ve ötekileştirici olmamasıydı.

Gençler ve kadınlarsa başrolü paylaşıyorlardı.


12 Mayıs 2023 Cuma

Cuma Baharında Mitinge Giden Adam

Yani durum normal, ben aptal aptal gülüyorum an itibariyle. Zaten bu ara yolda yürürken, bir yerde otururken, alışveriş yaparken yoldan gelip geçen herkese iyi geliyorum, eminim. Ne de olsa insanların birbirlerine selam verip gülmediği bir ülkede yaşıyorlar ve en azından aklından geçenlerin, okuduğu satırların, hayalini kurduğu mekânlar ve bazı hinliklerin tadıyla baktığı yerin farkında olmadan gülümseyen bir şaşkının, -kendilerine- gülümsediğini sanıyorlar.

9 Mayıs 2023 Salı

15. Yıl Özel Sayı-Ekstra



Aksiyonlu Günler-Bomba



İlk yayın Ocak 2009


O gün de her zamanki saatte uyanmıştım. Genelde yola çıkılmasına on dakika kala uyanma tercihimden dolayı kahvaltı masasına oturma hakkımı kullanmaz, buna karşılık annemin yaptığı sandviçi, keki, poğaçayı arabada yol boyu tüketmeyi severdim.

Evimiz şehrin dışında olduğundan köyde yaşayan kentli gibiydik, bu çok hoşumuza giderdi. Her sabah okula giderken ve dönerkenki mesafe yüzünden sohbetler çok keyifli olurdu.

Gerçi akşam dönüşleri genelde birlikte olamıyordu; kız kardeşin çıkış saati onlar tam gün okuduklarından daha farklıydı. Ben sabahçı olduğum dönemlerde, öğlen çıkışlarında ya minibüsle ya da belediye otobüsleri ile dönüyordum. Aslında, benim okulum daha erken başladığı için, genelde bize komşu bir kamu kurumunun sabahki öğrenci servisi ile giderdim. Kız kardeşim de okul saati uygun düştüğünden, babamla giderdi. Özellikle kışın o servisle gitmek çok eğlenceli olurdu: Eski bir Unimog'dan bozma servis aracı soğuk yüzünden çalışmaz, şoför motora eter sıkar, o yine çalışmaz ve sonuçta serviste araba kullanmayı bilen tek kişi olarak ben kurumun Dodge pikabının direksiyonuna geçer, onu otobüsle tampon tampona getirip iteklemeye başlardım. Bir süre sonra yeteri hıza gelindiğinde ben Dodge'u durdurur, çakma otobüsü de şoförü yeteri hıza geldiği için debriyajdan ayağını hızla çekerek, şoför lugatındaki tanımıyla, vurdurarak çalıştırırdı. Ben, bir kahraman gibi beni bekleyen otobüse, özellikle şamatacı ufaklıkların alkış ve tezahüratlarıyla girer, gururdan havalanmış yüzünde mutlu tebessümle kitap ve defterlerimi bana uzatan kızın yanına otururdum.

Muhtemelen o gün birinci dersi kaynattığım için, ben de baba kız kardeş ikilisine katıldım. Benim okulum daha önde olduğundan, bir de kız kardeşin vakti olduğu için önce benim şanlı liseme geldik. Lisemin önüne bir geldik ki ortalık karışık; kaldırımda toplanmış insan kalabalığı sabit gözlerle, başlar havada, aynı noktaya bakıp birbirlerine olay yerinden canlı yorum halindeler; etraf, polis ve asker kaynıyor.

Aslında, o dönemler için olağan sayılabilecek görüntüler olduğundan, çok da umursamadan okulun kapısının karşısında durdu babam. Ama belli ki çok önemli bir görevde ve anda olduğunun farkındaki asker; telaşlı, sorumlu ve kendini fazlasıyla önemser bir edayla işaretler ediyordu bize, ''Devam edin!''

Babamın ''Nooluyoki, çocuğu bırakıp gideceğim''ine; bu ânı, bu gücü, bu heybeti bir daha yakalayamayacağını bilen asker; kendini donatan yetkilerin zevkiyle bir kez daha ve sert bir ifadeyle karşılık verdi: ''Devam et!'' Tabii o bunu yaparken, hep sonuç aldığını bildiği için bizim de aynı refleksle tırsıyacağımızı düşündü. Oysa, Allah'ın takdir-i ilahisi işte, genetik kodlarımızın içine sıkıştırdığı bir özelliğimiz hemen ortaya çıktı: Sana dik yapana sen daha dik ol. Babam bu diklikle iki kelâm edince, o heybetli askerin süngüsü düştü, cümleler nazikleşerek durum rapor edildi hemen: ''Beyefendi binaya bombalı pankart asmışlar, lütfen güvenliğiniz için ilerde durun.'' Bu nazik hali tabii ki reddedemezdik, o nazikleşmese biz orada kalır, bombanın vereceği bütün hasara da razı gelebilirdik; zor kullanıp bizi paket etmedikleri sürece...

Kız kardeşin okula geç kalma olasılığı yüzünden babam "Senin bu olayla bir ilişkin var," bakışının dışında fazla söz söyleyemese de, bakışlarına yüklenmiş ifade tüm soruları ve duyguları listeleyip arabadan inmekte olan benim elime tutuşturdu zaten.

Aslında babamın bilmediği şey şu idi: Bu, benim için bile yepyeni bir durumdu. Gerçi kafamı kaldırıp baktığımda pankartı tanımıştım, kendisiyle bir kaç gün önce yan yana kucak kucağa sözcük alış verişinde bulunmuştuk. Ama altında bağlı bomba, benim için de çok büyük sürpriz olmuştu. Tarihsel bir olaya tanıklık ettiğimin de farkındaydım; ve bu tarihsel olayda benim de izim vardı. Ne güzel bir duyguydu o ahh!..

Bu, kentimizi şereflendiren ve kentimize asılan ilk bombalı pankarttı. Orada bulunan halkımız, diğer büyük kentler kategorisine yükselmiş olmanın keyfinde, merakında ve kendilerini gerçekten onlar sınıfında hissetmenin mutluluğundaydı. Keyiflenmiştim; gururlu, heyecanlı ve bir an öncenin adımlarıyla sınıfa geldim. Hocanın: ''O,oo hoş geldiniz, gözümüz yollardaydı,'' cümlesine bir günaydın ve tebessüm atarak sırama oturdum. Sıra arkadaşım; o pankartın oluşumunda ve oraya asılmasında payı olan, darbeyle birlikte sadece yerini benim ve dışımdaki iki kişinin bildiği uzun bir firar döneminin ardından yakalanıp ''neşeli'' bir işkenceden sonra hayata yollanmış biridir. Sıraya oturur oturmaz yüzümdeki tebessüme tebessümle karşılık verince, yüzünün ifadelerinden durumun özetini aldım ve sordum: ''Oğlum bomba ne iş?''

''Bomba işte oğlum!'' yanıtının altındaki her şeyi seziyordum. Bütün olasılıklar aklımın içinde kuyruktaydı ve tek tek gözden geçiriyordum. Elimizde o anlamda bir bomba olmadığını; o güne kadar değil bomba, tabancaya, mermiye bile uzaktan bakan insanlar olduğumuzdan elimizde bomba olsa bile; ona da çok uzaktan bakacağımızı, vereceği zararın hem tarzımız hem de insan olarak aklımızın ucundan bile geçmeyeceğini biliyordum. Hatta ikinci karakterlerimiz ortaya çıksa bile bu na mümkün bir şeydi. Her birimizin her hali mercek altına alınsa, onların her birinden ayrı ayrı yola çıkılsa, gelinecek yer hep aynı cümle olacaktı: ''Bunlar bu haltı yiyemez .''

Gözlerimizle gerekli iletişimi kurup yeteri kadar önsöz oluşturduktan sonra ''Ne iş bu? Nasıl yaptınız?'' diye tekrar sordum. Gelen yanıt çok gevrek bir gülüşe yüklenmiş ''Zor olmadı, çok kolay yaptık.'' olunca, zaten gerekli kodları ayıklamaya ayarlanmış beynim durumu tam göbeğinden yakaladı doğal olarak.

Benim ne anlatırsa yeme pozisyonuna konumlanmış aklım biraz daha sorduktan sonra, o da anlayınca benim de onu sardığımı, başladı anlatmaya: ''Oğlum aslında çok kolay oldu her şey; sadece bombayı elde etmek için bekçiyle biraz cebelleşmek zorunda kaldık ve bir paket sigaraya patladı bu iş. Aslında pankartı sadece pankart olarak asacaktık. Sonra sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrünün dedi ki: ''Bunu bombalı yapalım, en azından daha dikkat çeker ve daha uzun süre kalır orada...'' Biz bombayı nereden bulacağız, nasıl bağlayacağız, düzenek müzenek anlayanımız yok, bulsak bomba zaten elimizde patlar tarihe salak olarak geçeriz... falan diye konuşurken; o, ''çok kolay'' dedi, sakin yeşil gözleriyle kısık kısık gülerek...

"Verince reçeteyi ve düşününce biraz; bir anda başarının kapımızın eşiğinde olduğunu hissederek ve o güzel tadını duyumsayarak; yaşasın, bizim de bombalı pankartımız olacak sevinciyle hemen marşlar söylemeye başladık. Bu kısa kutlamanın ardından hemen inşaata koştuk ve bahsettiğim gibi bekçiden bombayı aldık. Sonra, birimiz eve koşturup büyükçe bir kavanoz getirdi. Bir büyük yassı pil, üç beş farklı renkte kablo ve bir küçük kırmızı ampulle tüm malzemeleri tamamlayıp işe koyulduk.

Önce, inşaatın bekçisinden aldığımız bombayı küçük ve düzgün parçalara ayırarak yaklaşık on santim boyunda ve beş santim eninde üç tane lokum elde ettik, bunların uçlarına her birine farklı renkte telefon ahizesindekiler gibi kıvrım kıvrım yaptığımız kabloları bağladık, sonra onları yassı pile yapıştırdık. Pilin kutuplarından çektiğimiz iki küçük kabloya da kırmızı ışığı takıp bombamızı hazır ve çalışır hale getirdik.

Sonra, okulun karşısındaki bina henüz inşaat halinde olduğundan kimseye zararı olmayacağını düşünerek bombanın miktarı ve patlamanın şiddeti konusundaki tereddütlerimizi de sildik aklımızdan... Son bir toplantının ardından bütün olumsuz olasılıklar silinmiş bir şekilde gece 11 civarında olay yerine geldik. Aşağıda iki gözcü bırakıp sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrünün'le yukarı çıkıp pankartı oraya güzelce bağladık. Bombayı da dışarıdan görünecek şekilde sarkıttık.''

Bizim sınıf arka tarafa baktığı için o an olup bitenden haberdar değildik; ama cadde tarafı sınıfların okulun bahçesindeki ağaçları göz önüne aldığımızda, özellikle üst kattakilerin şanslı olduğunu biliyorduk. Teneffüs ziliyle okul bahçeye yığılıp olayı izlemeye başladı.

Polis bir yandan kalabalıkla uğraşırken, bir yandan başına ilk kez gelen ve eğitimsiz olduğu bu konuda elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Bugünkü gibi bomba uzmanları henüz her ilde ilçe de konuşlanmadığından ve yeterli sayıda olmadıkları için, bombalar konusunda reytingi yüksek bir ilden ya da ilçeden uzman bekleniyordu sanırım. Zilin çalmasının ardından sınıflarımıza döndük.

Öğleden sonra, okul çıkışında, bombanın katında polisleri gördük; pankartımızın iplerini kesiyorlardı. Pankart, polis eline düşmenin gururu ve görevini yapmış olmanın mutluluğu ile ağzında sloganlar, elinde zafer işareti, sesini kısmaya çalışan polislere inatla direnerek ve hepimizin ortak zaferine gülerek aşağı indirildi. Alkışlar eşliğinde bindirildiği polis aracından bir kahraman edasıyla son kez dönüp bize göz kırparak el salladı.

Yüzlerimizde iyi bir iş başarmanın, tüm fraksiyonları kıskandıracak bir eyleme imza atmış olmanın haklı gururuyla ve tebessümle ona bakarken, yanımıza gelen sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün'e gülerek tebriklerimi yollayıp fırsatın ganimetinden yararlanarak ellerini avuçlarıma aldım. Biz üç arkadaş gülerek ve keyifle yürürken, arkamızdan yükselen müzikle birlikte perdeye "son" yazısı yansıdı. Hayatın ışıkları yandı. İzleyiciler usul usul olay mahallini terk ederken, perdeye şu yazılar düşmekteydi:


Sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün: Bu olaydan sonra üniversite için bir büyük kente gitti. Hep karşı durduğu sistemin içinde görev aldı. Kariyerinde doruk yaptı. Önceki yıl doç pikapla çakma otobüsü iten çocukla bir yemek yediler. Zaman zaman görüşmekteler.

Sıra arkadaşı: Bir süre içerde yatıp çıktı. Doç pikapla çakma otobüsü iten çocukla yıllar sonra yolları aynı meslekte kesişti. Çocuğun zaten o işi yapacağı alnına yazılmıştı. Ama ötekinin ki büyük bir sürprizdi. Zaman zaman görüşüyorlar.

İnşaatın bekçisi: İlk işini bir sigara karşılığı olarak yaptıktan sonra inşaatın malzemelerini para karşılığı satarak elde ettiği sermaye ile silah işine girdi çok zengin oldu inşaatlar yaptı, şimdi öteki dünyada hesap vermekte.

Bomba: İnşaattan alınıp bölünen kiremidin her parçasının bir eğe yardımı ile düzeltilmesinden elde edilmişti. Yani bomba sanılan şey dinamit görünümlü kiremit parçasıydı efendim: Ama bu gerçeği kimse kimseye söylemeyerek; iki tarafta, yani hem polisler hem pankartı asanlar; hem bulundukları camialarda popülaritelerini artırdılar, hem de kahramanlıklarını tarihe yazdırdılar.

Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün Neyleyim Benle Unutulmaz Bir Akşam?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP