27 Mart 2023 Pazartesi

Hadi Gel De Yaz Bu Filmi

Kelimeleri bir türlü bir araya getiremiyorum sinemadan çıktığımdan beri. Neresinden başlasam, nerede bitirsem konusunda sıkıntı içindeyim.

Başka Sinema yolculuğumun öyle bir durağındayım ki!

Üstelik, muhteşem yemeklerle dolu bir tabaktaki renk renk, çeşit çeşit, ekşi tatlı duygular, doğadan gelen dinginlik, arkadaşlık, dostluk, yüreğinin götürdüğü yere koş gibi pek çok lezzetli uyaran, ağaç diplerinde bulunan naylona sarılmış anı defterleri perdeden çıkıp koltuğunda oturmakta olan ve mırın kırın eden beni süreç içinde ele geçirmiş, elimi kolumu bağlamışken...

Kelimeleri peşi sıra dökmesi gereken ruhum onlarla iş birliği içinde, avare ve zevkten 10 köşe. Ve aynı zamanda kendi keyfinin peşi sıra koşmaya devam eden bir bencil.

Şaşırtıcı, karmaşık, gel gitleri olan bir itirazın yanı sıra garip de bir zenginlik içindeyim.

Sanki hiç aklımda olmayan, tadını bilmediğim bir yerde enfes bir tatil yapmış, ruhumu sağaltmış, güzel insanlar tanımış, gündemin tüm gerilimli hallerinden azade bir katmana sıçrama yapan isyankâr ruhum makas değiştirtmiş de ben, perdede ve duygu karmaşaları içindeyken yine de yok olmuşum.

Üstelik beyazperde denen o büyücü, tüm direnç noktalarımı un ufak etmiş, bütün mekanizmalarımı işgal etmiş, mızırdandığım her anda da beni ikna etmiş...

Film boyunca kafa gösteren bazı mızmızlanmalarım, ukalalıklarım, kıyaslarım, aklımdan geçirdiğim tüm olumsuz ifadelerimse kendini final jeneriğindeki müziklere kaptırmış ve yerle bir...

Dağdan kaçıp, başka coğrafyalara yapılan seyahatlerin bünyedeki izleri, hayallerin gerçeğe bürünmesi, enfes insan manzaraları, sevgi, Daniel Norgren müzikleri, kadın eli değmiş reji eşliğinde şahane bir rehabilitasyon...

Daha ne olsun be adam!

Ve rüyanda bile yaşayamayacağın doğa!

Bonusu Nepal!



İki saati aşkın süre ukalalıklar, sıkılmalar, film hakkında tek kelâm etmemeyi düşünmeler, tek bir cümleyi bile olası bir yazı için kuramamalar eşliğinde son isim geçene kadar koltuğumda -çakılı- kalıyorum.

Sadece ben mi?!

Bir yan koltuğumdaki genç kadın, üst sıralardaki iki çift, bir genç kadın ve bir genç adam da...

AVM'nin kapanma saatleri...

Bir kahve...

ama sert bir Amerikano...

ne de yakışırdı; filmi zihinde tekrar akıtırken ve enn sevdiğim kadınla bir yolculuğu aynı masada konuşuyorken...

Müthiş bir keyifle, üstelik filme tüm mızırdanmalarımdan ve ukala eleştirilerimden aşina bir keyifle istasyona doğru yürüyorum.




Yönetmenler ve Senaryo:

Felix Van Groeningen, Charlotte Vandermeersch.

Oyuncular:

Alessandro Borghi, Luca Marinelli, Flippo Timi, Elena Lietti.

Kitabın Yazarı:

Le Otto Montagne.

24 Mart 2023 Cuma

Şeytanın Bacağını Kırmak

Korona virüs terörü bütün dünyayı birden ve hızlı bir biçimde kucaklayınca ve bir anda ürküntü ile birlikte korunma çabaları başlayınca, hayatımıza giren maskeyle birlikte başka boyuta sıçrayıvermiştik. Sadece filmlerde, romanlarda görebildiğimiz bir tehdit ve onunla birlikte bilinmeze karşı oluşan kaygı ve korkular tam anlamıyla o tatta bir paniği, yepyeni ürküntüleri bünyelerimize katarak korunma güdülerimizi harekete geçirmiş, daha önce benzerini yaşamadığımız bir sürecin ve tedbirler silsilesinin göbeğine bırakıvermişti hepimizi.

Ve ilk kez bütün dünya ile ortaklaşmış, dünyanın tüm ve farklı uluslarından insanları bir olup sanki uzaydan gelen bir düşmana karşı aynı cephede saf tutmuş ve safları da bu ortak düşmana karşı sıklaştırmış, mücadeleyi de gittikçe yükseltmiştik.

Hayatla temasımız kesilmiş, tüm eski alışkanlıklarla birlikte özgürce sokaklarda dolaşabilme, mekânlara oturma, salonlarda film izleme, tiyatro, konser ve seyahat gibi doğal isteklerimiz; bu meçhul düşman tarafından kilit altına alınmıştı. İşte bu evrenin bana ödettiği bedellerden biri de, olan bitenden tümüyle ters orantılı bir hâl olarak, oturup da televizyon ekranından film falan izleyememek olmuştu. Bunu yapanlara fena halde özeniyordum ama televizyonla arama kara kedi girmişti.

Bu bir "militan" çocuğun dayatılana karşı koyduğu bir direnç ya da bir meydan okuma mıydı, bilinmez; çünkü normalleşme ile birlikte bu kez toplumun genelinden farklı olarak hayata tüm hücreleri ile dalmış, boş salonlarda çoğu zaman tek başına, filmleri -kaçırmaz derecede- izler olmuştu.

Üzerine düşünmeli, alt duyguların neler olduğunu da araştırmalı sanki.

Bu süreç, tehdit azaldıkça, hayat normalleşip salonlar, yeme içme ve eğlence mekânları yeniden açılınca ve spor müsabakaları falan başlayınca da değişmemiş, belki de bana özel bir sendromun etkisi ile spor karşılaşmaları dışında televizyon ya da bilgisayar ekranlarıyla bu manada kopan bağım geri dönmemiş ve ekranlardan film ve dizi izleyemez olmuştum; sanki dokunamadığım hayatımdan zaman çalınıyormuş gibi hissediyordum.

Uzun bir ıssızlık döneminden sonra normalleşme ile birlikte gişe önlerinde oluşan kuyruklar hoşuma gidiyordu; koridorlarda koşan, mısır almak için bekleyen çocukları izlemek, salonlardan gelen film seslerini fuayede işitmek keyifliydi ve her şey yolunda derken çok uzak olmayan, el uzatılsa dokunulacak yakınlıkta bir zamanda bu kez, tam anlamıyla ve durdurulamaz bir ekonomik terör baş gösteriyordu ve tahribatı da gün geçtikçe daha beter oluyordu. Çünkü salonlar bu kez de bu maliyetler nedeniyle boşalıyordu. Ve çok da kısa sürede, memleket uçuyor diyenlerin aksine bilet kuyrukları bomba düşmüşcesine yok oldu. Koşuşturan çocuklar, onlar koşarken ellerindeki kutulardan ortaya saçılan mısırlar, yüksek sesli konuşmalar ve gülüşleri de...

Artık 10'dan fazla salonlu sinemaya hem de akşam seanslarında bir gişe görevlisi bile yetiyor!

Ve geçenlerde, bir pazar sabahıydı sanırım, birdenbire yeni bir ruh hali oluştu bende, ya da eski bene döndüm diyelim. Beleş mal baldan tatlıdır durumunun bunda etkisi ne derece bilmiyorum. Posta kutumda bir mektup vardı, Amazon Prime bir aylık ücretsiz kullanım hakkı tanımlamıştı bana. O sıra yatağa uzanmış, blogları okuyordum, hayatımdan memnundum ve başkaca da bir isteğim yoktu. Birara bilgisayar hazır dizlerimdeyken bir bakayım diyerek giriverdim Amazon'un buyur ettiği kapıdan içeri. Şöyle bir göz atarken ne var ne yoka; zaten fikrimde olan Pinokyo ile karşılaşmak pek hoş oldu, kısa bir tereddütün ardından önce atlayıverdim üzerine, sonra da vazgeçtim...

Hâlâ bünyede bir direnç var, anladığım, pandemiyle gelen -saçma- duygu benimle olan ilişkisini sonlandırmaya pek niyetli değil.

Sonra geri döndüm, çünkü Pinokyo'yu başka türlü izleme şansım yok; sinemaya ya gelmedi ya da zaten fikrimde olmadığı için -ben- kaçırdım sanki...

Şu an itibariyle de durumun iyi olduğunu ve bir normalime daha  döndüğümü, muhteşem bir animasyon izlediğimi söyler ve eklerim:  Binlerce kez bildiğim bir öyküyü ilkmiş gibi, karakterleri sindirerek ve gerçeklik algısıyla izlemek şahaneydi; çok ama çok da keyifliydi!

Belki de beleş mal baldan tatlıdır gerçekliğinin eseriydi filmden aldığım keyif ki bu da bir olasılık!

Ancak aldığı ödüllerin anasının ak sütü gibi helâl olduğunu söylemekle birlikte altını da kalın kalın çizmeli ve Guillermo Del Toro üretimi Pinokyo'yu mutlaka ama mutlaka izlemelisiniz vurgusunu da yazıya eklemeliyim sanki!

Seveceksiniz!



*
Vaktim vardı, gün tatildi ve sabah gaz vermeye devam ediyordu. Komedi dizilerine göz atmam için bir engel yoktu.

Ve bingo!

Çünkü afiş beni fena çekti.

Kısa içerik bilgisi tamamdır dedirtti ve bu ispanyol, suç dizisine girişi yapıverdim.

Alt yazılar 16+ uyarısını verse de o kadar da korkulacak değilmiş diye düşündüm, sonrasında.

Çok güldüm, çok eğlendim, oyunculara, dolayısı ile karakterlere bayıldım. Aksiyon ve ötesi sahnelerde parayı kıyılmış olduğunu hissettim. Absürtlükler şahaneydi. Sımsıcak, tüm ilişki olağanlıklarını incelikli ve sevimli bir biçimde işleyen, özünde iyi kalpli, kara komik bu suç dizisi: "Aynı cinsler" arasında olsa da ve bu ilişki biçimini tanımlama için kullanılan ifadeyi sevimsiz ve ötekileştirici bulduğum için kullanmak istemediğimden sadece uyarı anlamında tırnakladığımı da ifade edersem; çok sevimli buldum ve hatta sıcaklığına, şefkatine ve aşk budur dedirten yaklaşımlarına bayıldım.

Öyle bayıldım ki bu dizinin geneline ve tüm olan bitene...

Ve o kadar eğlendim ki; zaten kısa olan bölümlerin tamamını bir oturuşta bitirdim.


Ancak sürekli sürprizler sunan, kovalamaca sahneleri heyecanlı, karakterleri kara komik, kutu kutu içinde entrikaları bitmeyen bu sıcacık ve sevimli dizinin son bölümü ise zaten bildiğimiz ve o âna kadar tanık olduğumuz sahnelerin ötesinde, muhteşem, bol sürprizli, absürtlüğün zirvesi denecek bir finalle biterek -şahsım için- çok keyifli ve bahse konu durumlarda çekimserlik yoksa da önerilir bir seyirlik oldu.



21 Mart 2023 Salı

Bambaşka Bir Film

Geçen haftayı boş geçen Başka Sinema bu haftaki film için bir ikilem yaşatıyor. Hissim çok sert bir film olduğu noktasında tereddütlü. Çizgi üstü, sıra dışı bir film sanki Asi


... gibi geliyor bana.

Afişten ve bir kaç satırlık, spoiler içermeyen tanıtım yazısından edindiğim his bu ve o an için "Bu kadar sert bir filme bu kadar duygu yerleştirmek ve tüm bu hengâme içinde yine de duygulara ön aldırıp, olağanüstü çatışmaları, gümbürtüyü ve sertlikleri ve din temalı çirkinlikleri sanki arka planmış gibi hissettirerek göze sokmayı başarmak başka bir tat," cümlesini yoruma yanıt olarak kuracağımı ve onu tam da yazının burasına -sonradan-  taşıma ihtiyacı duyacağımı bilmiyorum!

İlk akşamını Fenerbahçe'nin maçı nedeniyle, daha açıkcası kararsızlığımın etkisi ile, işin doğrusu gerilmek istemediğim için erteliyorum.

Tereddütler devam ederken filmle ilgili, pazartesi akşamına netleşiyorum.

İzlemeliyim modum dünyaya dönüyor ve arzum berrak, sinema heyecanı bünyeyi ele almış durumda ve ben, istasyona doğru yürürken buluyorum kendimi.


Gişenin önündeyim.

Klasik sinema alışverişi az önce Migros'da yapıldı.

Benim tatlı gişecim meşgul, eğildiği kutudan muhtemelen bir animasyon için biletle birlikte verilecek 3 D gözlükleri çıkarıyor.

Benden başka kimse yok.

Nerede o kuyruklar diyorum bir kez daha...

Onunla aramız bir nefes mesafesi; izliyorum ve bir süre sessiz kalıyorum.

Sonra bu konsantre haline sesleniyorum; ne aydınlık, ne sıcak gülümseme o...

Ben söylemeden o söylüyor.

"Asi?!"

Kısa sohbet güleryüzlü...

Sinema katındayım ve bomboş. Terasa çıkıyorum.

Geceye dönmekte olan akşamın ışıkları muhteşem.

Tatlı bir soğuk.

Hoş bir manzara, ruhum kanatlı bir keyif halinde...

İçeri geçiyorum.

Kitabımdan birkaç vakit geçirme sayfası okuyorum.

Şimdi promosyon mısırımı alabilirim.

Kodumu gösteriyorum ve hazırlanıyor mısırlarım.

Tam anlamı ile sinema ve onun keyfi kategorisine sıçrayıp, orada bağdaşını kurmuş halde ruhum...

Sevinçli.

Duyargaların tümü keyfe açık.

Sıkı bir film gecesi olacağından eminim.

Bir kaç mısır atıyorum ağzıma.

Ve film afişlerine göz atarak katta dolaşıyorum.

Şimdi salon 6'dayım, D.3'ümle sarılıyoruz birbirimize... Onun üçüncü akşamı, film hakkında bir fikri var, hakkında tek kelâm etmiyor ama aldığım his muhteşem bir film izleyeceğim noktasında bir heyecanı tetikliyor.

Dakikalar geçiyor lakin perdede bir hareket yok.

Vakit tamam ama film başlamadı.

Çıkıyorum salondan. Benim tatlı gişecim kata çıkmış;

filmin başlamadığını söylüyorum.

O telefondayken ben salona geçiyorum.

Bu akşam dört kişiyiz.

Kolamı, havuçlu kekimi, suyumu ve tabii ki beleş mal baldan tatlıdır modundaki mısır paketimi uygun yerlere yerleştiriyorum.

O sırada ışıklar sönüyor ve film başlıyor ki süper bir açılış.

Gecikmenin avantajı ise reklâmların ve fragmanların yayınlanmaması oluyor.


Sonda söyleceğimi başta söylemeliyim,

kararım bu.


Ben bir film izlemedim, bir kez daha perdedeydim.

 
Hayatımda izlediğim en gerçekçi, sert ve acımasız aksiyonlar bu filmdeydi, dersem abartmış olmayacağımdan da eminim.

Coğrafyada olan biteni biliyorum.

Aslında hepimiz biliyorduk; gazete sayfalarından da olsa o şiddeti yaşadık, hissettik.

Hatta hayal ettik.

Ama şimdi?!

O hayal ettiklerimizin vücut bulduğu her şey şu an perdede.

Ve o perde bizi koltuklarımızdan çekip içine de alıyor ama gerçek şu: Biz ne kadar filmin içine çekilmiş olsak da kendi konfor alanlarımızdayız.

Ve suyumuz, kolamız, havuçlu lokmalık keklerimiz, mısırlarımız elimizin altında.

Film sürekli silkeliyor olsa da canımızı yakacak bir acı, bir bıçak, bir kurşun, bir kırbaç değmiyor tenimize.

Ahh filmin Hannes De Maeyer elinden çıkmış ağıt yakıcılığındaki muhteşem müzikleri....

Rap ile bu film nasıl bir araya gelir diyemiyorum ama hastası olmadığım, rast gelmezsem dinlemediğim tarz o kadar yakışıyor ki acının isyanına...

Anlatılamaz!

Ancak yaşanır.

Acımasızlığı bu kadar net ve gerçekçi ortaya koyabilen ve aynı zamanda sevgiyi yüceltmeyi bu denli başaran bir film izledim mi? diye soramıyorum bile kendime...

Bir saniye bile yavaşlamayan, filmden kopmaya fırsat vermeyen, bu olağanüstü ritm tatlı bir işkence!

Kendini hatırlatan yakın tarihli bir gerçeklik; bir anda başlamış, tüm dünya ile birlikte bizi de girdabına almış, sonra da birden hayatlarımızdan ve gerçeklik algımızdan çıkıp, zihinlerimizde yok olmuştu sanki.

Oysa şu anda bir sinema salonunda; bilinç sandıklarımıza gizlenmiş, hepimizi ürkütmüş şeytani o sürecin kilitleri yeniden açılıyor...

Film bitiyor, jenerikle birlikte enfes bir müzik akıyor. İzleyiciler yerlerinden kımıldayamıyorlar...

Ve dört kişilik seyirci kitlesi başta yönetmenler Adil El Arbi, Bilall Fallah olmak üzere, Aboubakr Bensaihi, Lubna Azabal, Tara Abboud, Amir El Arbi özelinde filme sahicilik ve duygu katan tüm oyuncuların önünde saygı ile eğiliyorlar.



16 Mart 2023 Perşembe

İki Kitap, 40 Yıl Sonra Milano, Ve O

Ortaya karışık bir yazı...


Kısa Süre Önce Yaşanan

Cumhuriyet Meydanı'nı geçiyoruz. İkilemi henüz çözmüş değilim, derken içimdeki cevval olaya el koyuyor ve kararı netleştiriyor. Bu da aslında benim işime daha çok geliyor; Gar İstasyonu'na yaklaşırken ayaktayım ve iniyorum. Onca yıl sonra, ve son bir ay içinde ikinci kez Milano Pastanesi'ndeyim.

"İki kesme lütfen."

Sonra ilave ediyorum, "Şehirdeki en iyi kesmeyi siz yapıyorsunuz."

Uzun yıllar önceden bir sevgili giriyor zihnime. Çok keyifli, heyecan verici ve coşkulu bir ilişki. 22-23 yaşlarında iki genç, kadın olanı İzmirli; taze bir İngilizce öğretmeni, üstelik tanışma kısmı kesişmeleriyle birlikte senaryosu sağlam bir film kadar ilginç.

O yıllara gidiyorum yürürken... Dışarıdan biri gibi hayatıma bakıyorum, bir kısa özet sunuyor zihnim bana...

Kesmelerle kitabım sırt çantamda, birlikte giriyoruz müzenin kadim ağaçlarla dolu bahçesine... Anıları şöyle usulca, incitmeden kenara bırakıyor ve o ilişki üzerine, Ne Güzeldi Oysa O, yazısı yazmayı hayal ediyorum.

"Bir kapuçino lütfen."

Kasım 2022



*

Bir iki işi halletmek için şehirdeyim. Önce Kılıçdede İstasyonu'ndan trene binmeyi düşünüyorum. Sonra bir çocukluk arkadaşıma uğramak üzere bundan vazgeçip yürümeye devam ediyorum. Varıyorum ki kendisi yok. Fikrim buraya yürürken hoş bir teklifte bulunuyor bana. Müze Kafe'de kapuçino içelim! İşe geç kalma endişem var, ancak arkadaşla geçirilecek olan ama geçirilemeyen süre de cepte, hava güneşli ve davetkâr.

O halde kapuçinoya, onun vasıtasıyla da kendimizi şımartmaya...

Süzülüyoruz Milano Pastanesi'nden içeri. Bir müşteri var ve bir süre bekliyoruz. Gözüm üst kata çıkan merdivenlerde kalıyor. Ayaklarımsa hevesli. Geçmişten sahneler üşüşüyor, ayaklarım arzulu ama ruhum çıkmıyor basamakları. İki pasta alıp Müze Kafe'ye doğru yürüyor, bu kez farklı bir masaya oturuyor ve kitabımı açıyorum.

Sivrisinek Şehirde...


Aslında bir şeyi daha fark ediyorum. Aynı cadde üzerinde ve aralarında toplam 300-400 metre mesafe olan üç önemli nokta var, hayatımda önemli figürler olan. Biri çok atraksiyonlu günlerde çok anılar biriktirdiğim lisem. Onun hemen komşusu, o an gelecekte bir gün kapısından süzülüp öğretmenler odasına girerek hiç karşılaşmadığım bir ismi soracağımı henüz bilmediğim Atatürk Ortaokulu, ve elbette okulun 200 metre aşağısındaki Milano Pastanesi.

Gürcü Edebiyatı'na ilgim Kalem Kültür Yayınları'nın, Avrupa Birliği Yaratıcı Avrupa Programı desteğiyle yayımladığı, farklı ülkelerden yedi kitaplık, Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü başlıklı serisinin yanı sıra ilave olarak, Bulgar yazarların Dört Yol Ağzından Öyküler'iyle Leh yazarların Kehribar Ülkesinden Yeni Öyküler'i ve de Gürcü yazarların Sessiz Harfler Antolojisini de ekleyerek yaptığım alımlar sayesinde  oluştu. Ancak Sessiz Harfler Antolojisi bambaşka hayallere yol açtı ve onları gerçekleştirmeyi mutlak kıldı ve kendimizi bir anda Tiflis'de bulduk. Onun ardından da ülkemizde Gürcü Edebiyatı'na  ait ne kadar kitap varsa toplama faslı...


Beyaz Yaka çok keyifli bir okumaydı; ama masal tadında yaşadığım da bir roman. Gürcistan'da bir köy. Var ama yok. Beyaz yaka ile kastedilen karakter bir şehirli, bildiğimiz beyaz yakalılardan ve şehir hayatından kaçıp bir köye geliyor ve sonrasında ince bir mizah ve şaşırtıcı gelenekler... Miheil Cavahişvili 1880 doğumlu, kitabı 1926'da yazmış. Epeyi hırpalanmış bir aydın. Fakat çevirmen Parna-Beka Çilaşvili'nin hayranı olarak tescil ediyorum kendimi. Göç etmiş bir ailenin Ünye'de doğmuş çocuğu Parna-Beka, çevirilerin yanı sıra şiir ve öyküleri de olduğunu öğreniyorum ve tabii ki hedefim onun kitapları...

Sivrisinek Şehirde ilginç bir kurgu, başrolde sivrisinek ve elbette insanlar... İlginç karakterleri var, ve ilginç de bir akışı... Pek alışkın olduğum bir tür olmasa da keyifle okuduğumu söyleyebilirim. Erlom Ahvlediani üslubuyla farklı bir yazar tadı veriyor, sanki kısa ve bağımsız öykülerden oluşan ama bütüncül bir roman ve eğlenceli bir okuma oluyor şahsım adına... Henüz bitirmedim, son düzlükteyim ancak güzel ve tat veren bir deneyim olduğunun altını da keyifle çizmeliyim istedim peşinen... Ve sanırım sıradaki kitap, 2021'de aldığım, fotoğraflarını çekip blogda yayınladığım ve bir yazıma ufak bir değişiklikle başlık yaptığım, Otar Çiladze'nin Yolda Bir Adam Gidiyordu, adlı romanı olacak!

13 Mart 2023 Pazartesi

15. Yıl Özel Sayı-4

Hayatımın enn güzel yıllarına ve yeni ama muhteşem bir başlangıca adım attığım ama sonunun nereye varacağını henüz bilmediğim ancak derinden hissettiğim günlerden...


Bir Mektupta Sait Faik'ten Bahsetseydim...




17 Ekim 2012

Yazar beni öylesine kışkırttı ki direk aklıma gelen kitabı alıp sahile inmek oldu. İlk fikrim yürüyerek gidip bir kokoreç almak, o hazırlanana kadar iki üç midye götürmek, sonra da banklara konuşlanmaktı. Çünkü yazar bunlar için insanı kışkırtıyordu, dolayısıyla kendimi tutmam mümkün değildi.

Sahile indiğimde kokoreçe gitmekten vazgeçtim, mesafeye bakınca...

Ama bu akşamlık!

Hemen banka konuşlandım, sokak lambası aynen kitap okuma ışığı gibiydi. Hava olması gerektiği kadar serin, ay ışığı arkada kalmasına rağmen muhteşem, deniz de sakindi. Açıktaki balıkçı teknelerinin ışığı, gökteki yıldızlar, oyun parkındaki çocuklar, siyaset tartışarak yürüyen amcalar, banktaki iki sevgili, bisikletle gezen çiftler, farı ağaçları dolanarak insanların yüzünü sıyırdıktan sonra tekrar yola dönen zabıtanın motosikleti, küçük kızı arkasında ve elinde sigarasıyla yürüyen anne, eldeki kitapla doğru orantılı bir atmosfer yaratıyor, üstelik "Ah kahve!" dedirtiyordu.

Aslında bira için de ciddi bir tahrik vardı!

Sayfaları çevirdikçe kendimi kitaptan kopartamıyordum. Bu arada kitap bazı şeyler için insanı öylesine tahrik ediyordu ki hemen bir senaryo yazdım.

Anlatsam mı?

Aslında kurduğum şu idi: Misal bir akşam saat 19'dan sonra... Anlatırsam, uygulaması o kadar tatlı olmaz diye düşündüm şimdi. Aklıma düşme hali spontandı. Gerçeği de öyle olmalı.

Biraz ipucu versem mi acaba?

İpucu veriyorum: Kesinlikle muhteşem bir şey.

 Akşam üzeri kanepeye uzanmış ve elime kitabını tutturmuştum: Mahalle Kahvesi. Zaten yazarı geç okuduğum için üzülmüştüm, her siparişe bir kitabını yerleştirmeyi kafama koymuş ve ilkini de getirtmiştim. Bayağı serinlemiş ve Londra modunda hava eşliğinde kanepede kitap okumak güzeldi. Üstelik üç beyaz çikolatalı, içinde yoğun rom, süt köpüğünde bir damla badem aroması olan kahve keyfi bile yaptım.

Şu bizim sahil kesinlikle pastırma yazında çok daha can. Sait Faik kesinlikle akşamları orada oturmalı, bir cıgara tüttürmeli, başta tekneler olmak üzere, topal kedi, topal kediye hiç üşenmeden arabasına binip yemek getiren, onu arayıp bulan, başka kediler yemesin diye başında durup yemesini bekleyen, geç gelen ve bu nedenle bir tanesinin adı Esile olan ikizlerin babası yan komşuma ve bilcümle aleme dair ne yazılar yazardı, kim bilir?

Hatta gün boyu şehirde işlerimi hallederken, yürürken, trende kitabı okurken, uzun zamandır göz diktiğim ve Bedestanda, ev yemekleri yapan küçük dükkânda çöp kebabı yerken, hep yazacağım yazıyı kurdum. Sait Faik üzerine bir yazı yazmayı kesinlikle kafama koymuştum. Sait Faik'i geç okumamın bir kayıp değil aksine kazanç olduğunu düşündüm ve asla keşke demedim.

Çünkü şu anda onu okurken, biriktirdiğim İstanbul'a daha farklı bir gözle bakabiliyor ve yazarın anlattıklarını daha derinden hissedip, canlandırıp, tadına daha çok varıyorum.

Küçükken, onun yetişkin gözünden baktığım İstanbul'u bu kadar güzel fark edemeyebilirdim, geç kalmış olmama çok memnunum. Hatta yaklaşık 10-15 yıl önce okuduğum ilk ve tek kitabından daha çok tat aldım şu an diyebilirim. Eğer üzerine bir yazı yazabilirsem bir gün; ben de yazımda kıskandığıma vurgu yapacağım muhtemelen.

Röportajı okudum, teşekkürler.

Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekânda, dışarıdaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun...

ama illaki Süheyla!

Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek bir teklifte bulundum.

*


Kapalı bir gün. Bir sonbahar esintisi tadındaki ikindinin akşama yakın saatleri. Hayal edilip de kurulan cümlelerden dört yıl sonra mekâna doğru yürüyoruz. Tanınan ailelerden birinin aynı alandaki iki yazlığından birinin evrilmesi ile oluşmuş bahçeli, hoş bir lokanta; önünden geçerken sürekli çağırıyordu, etkilemişti, güzel sinyaller veriyordu ama yoğun bir iş döneminin tam da göbeği zamanlardı...

Giriyoruz içeriye, eski zaman tadında bir garson ve hoş bir karşılama. Sanki siyah-beyaz bir Yeşilçam filminin lokanta sahnelerinden birindeyiz. Yol kenarı dış masalardan birine karar veriyor, oturuyoruz. Yönetmen sinyali veriyor ve şahane bir yağmur başlıyor... Kapatılan üst yağmurluğa pıt pıt vuran damlalar, çalan şahane şarkılara eşlik ediyor. Günün en güzel saatlerindeyiz ve bizden başka kimse yok. Mekânla kaynaşma had safhada, sevdik birbirimizi.

"Bir beyaz peynir lütfen,"

"Bir kavun lütfen,"

"Ve bir 35'lik rakı lütfen."




Fotoğraf babamın ağaçlarının altında ve Nikon L23 ile çekilmiştir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP