13 Nisan 2022 Çarşamba

Şuraya Bir Link Bırakıyorum ÖZEL



MİLAT


 
27.03.2012 Sal 01:07
 
 
Blogunuzu yaklaşık iki senedir okuyorum.

(tam olarak La Traviata yazısından beri aslında)




La Traviata











12 Nisan 2022 Salı

Biri Bana Bunu Anlatsın Lütfen

Uzun zamandır dikkatimi çeken bir şey var. Bu yakın zamanla alakalı da değil üstelik. Üzerinde de hiç durma gereği duymamıştım. İnsanların birbirlerine mektupla ulaştığı yıllarda küçük bir çocuk olarak, ilkokula başlayıp da okuma yazmayı öğrenir öğrenmez; babaannem, mektuplarını anneme yazdırırken, görevi ben devralmıştım. Hoşuma da giderdi, öğretmenimiz kime nasıl bir hitapla başlamamız gerektiğini de öğretmişti. Bu aslında bana bir kültürün kıymetini anlama şansını yaşatırken, keyif veren bir uğraş da olmuştu. Üstelik güvenilir bir sırdaş olma duygusu, çocukça bir mutluluk da yaşatıyordu. Konularımız genelde uzak memleketteki toprakların ekilip biçilme durumlarıyla ilgiliydi; tüm mektuplara uygun hitapla başlar, sonra hal hatır sorulur, üzerimize farz olan selamlar gönderilirdi. Elbette bu sıcaklık hayal dünyamla birlikte kalbime de değerdi.

Sevginin buram buram hissedildiği bir ailede doğmuş olmak, altını çizmekten hep gurur duyacağım bir kazanım olmanın yanı sıra, tekrar etmekten asla bıkmayacağım şanslarımdan biridir. Coşkuyla ve içtenlikle sevmek nedir? bilirim. Bu öğretilebilir bir şey değildir üstelik, hissetirilirse ve hissederseniz öğrenirsiniz. Bu öğreti hayatın her aşamasında, yaş nereye varırsa varsın; içgüdüsel bir ezber olarak, plansızca dilinize ve kaleminize hep vurur. "Seni seviyorum," demeden, bir oyuna çevirdiğiniz alakasız kelimeler kendilerini seni seviyorum'a evirip, bu duyguyu en afacan biçimleriyle hitap edilene geçirebilir. Üstelik sadece bir adı dilinizden sahibine yolladığınızda ona yüklenmiş tonlama, sevginizin sıcacık ışığını karşıya geçirebilir ki bunun geri dönüşü muhteşemdir.

Bu mevzuya nereden geldim ben?! Bir çok yazımın içinde olduğu gibi beni tanıyan herkes bilir ki ben insanları ayrık otları ile birlikte severim. Mesafelerimi ayarlamayı bilir ama kimseyi de sevgimden uzak tutmam. Yazıya konu ettiğim mevzuyu, insan algısının ve edebinin dışsal faktörler ve çekincelerle değişmeye başladığı milattan beri görür ama önemsemem. Üstelik yakın tarihli de değil bu milat: Diyeyim bundan bir kaç on yıl önce başlayan, kim bilir belki de daha eski... Bizim evde mesela ben bildim bileli, diyelim kahvaltıda bardak boşaldığında ya da yenilen tabak boşaldığında; "Çay koyim mi?" ya da "Bir çay daha alır mısın?" ya da "Alır mısınız?" ya da mesela "Bir börek daha alır mısın?" kullanılırken... başka evlerde alır mısın'ın yerini "Bırakim mi?" ya da "Bırakayım mı?" ya da "Çay dökeyim mi?" nin aldığını fark ettim. Çok sevdiğim bir ifade vardır, kime ait ya da ilk nerede gördüğümü hatırlamadığım: "Söz manasını dinleyenden alır."

Yazının sadedi ise şudur: Bir süredir dikkatimi çeker derecede gözlemlediğim bir kelime var: sevgili. Ben bunu tüm ifade edişlerimde büyük harf kullanarak yaparım. Sevgili Falanca, gibi. Bilenler bilir ki seversem bir insanı, coşkuyla severim, yaşanan aşksa da coşkulu bir aşkla... Her iki halde de içim akar ve dilime vurur... Kelimelere yansımış duygularımdaki samimiyetse mutlaka geçer karşıya. Ve sevgililik olarak tanımlanan ilişkilerimin tarafları da bilirler ki bir kez bile "Sevgilim," hitabı çıkmamıştır dilimden. Sadece yazılarımda, o da çok nadir olarak ve bir tanım anlamında kullanırım.

Bir süredir gittikçe yaygınlaşan bir kullanım olarak gördüğüm ve merak ettiğim şey şu: Bir imla hatası mı benim yaptığım ki böyleyse bile umrum olmaz, asla da kullanımdan kalkmaz. Yoksa, kastını aşan ve çekince yaratan bir tavır mı?


Açık sorum şu: Ben cümle içinde de olsa Sevgili Falanca demek istediğimde Sevgili'yi büyük harfle yazıyorum; bu gem vuramadığım coşkumun vurgusu ben için, samimiyetle, sevdiğim insan karşımdayamış gibi. Oysa çoğu kişinin bunu küçük harfle yazdığını görüyorum. Acaba diyorum, ki kanaatim de o; bu bir çekince. Tıpkı çayı koyma ifadesindeki kaygı gibi bir anlayışla ve aman kastı aşmasın endişesiyle edep dışı bulunma ihtimali. Bu yadırgadığım bir durum değil, ama neden bu hale geldik ve nereye kadar uzayacak kısmı merakım. Aydınlatılmak istediğim sorumsa şu: Bir hitap olan ve baktığıma göre ve edindiğim -eğer yanlış bir bilgi değilse- hitap büyük harfle olmalı bir kural iken, Sevgili'deki s'nin bazı anlayışlarca küçük harfle yazılıyor olması, tıpkı çay, börek meselesindeki gibi bir çekincenin sonucu mu?

9 Nisan 2022 Cumartesi

Benim Tatlı İçgüdülerim

İstasyona gittiğimde ya da bulvara bakan cam dibi masasında oturup atıştırırken kitap okumayı sevdiğim pastanenin çaprazındaki, geç bulup çabuk kaybettiğim, Pedersen Hoca ile çok keyifli bir öğlen geçirdiğim ve bayıldığım nefis kafe-restoranın yakın komşusu ama ilgimi hiç çekmeyen kahvecinin kapanacağını sanırken bölündüğü anlıyorum. Çünkü o bölüme bir tabela asılıyor: Mantucu. Bir kaç kere önünden gelip geçtikçe bir faaliyet görmesem de belli ki bir şey olacak. Sonra içeride masalar, açık mutfağına da tencere tabaklar yerleştirildiğini görüyorum. İki bulvarın kesişme noktasındaki görüş alanı keyifli. Havalar ısındığında üstünün ve yan camlarının açılacağını da varsayarsam eski komşusu şimdi outlet olan ve çok keyif aldığım, Fransız bulvar kafelerine benzettiğim yerin bende yarattığı boşluğu da kısmen doldurabileceğini düşünüyorum.

Sessizce başlıyor. Şaşalı bir açılış yok. İlginç bir şey oluyor bu arada: kullandığım ara sokaklardan birinde o güne kadar nedense dikkatimi çekmeyen, -aslında çeken de imalatçı olduğunu düşündüğüm- dükkânda aynı tabelayı fark ediyorum. Bu beni biraz daha alevliyor. Geçen günse birden orada olmak istiyorum; anında komuta merkezimle mutabakat sağlanıyor, sırt çantasına bir kitap atılıyor ve bulvar manzaralı bir öğle keyfi için evden çıkıyorum.


Çıkmamla birlikte yemek sonrası işi biraz asıp, beri yakasında ve bulunduğum yerin çaprazındaki pastaneye oturup, köşe masamdan uzun bulvarı, trenleri, kaldırımdan akacak insan selini izlerken kitap okuyup tatlı bir şeyler atıştırmayı da plana ekliyorum. Keşke kahve de olabilse ve kendime Paris bulvar kafesi konsepti yaratabilsem diye de düşünüyorum ama ne yazık ki burası kahve konusunda bende hiçbir heyecan yaratamıyor ve hep çay içiyorum. O nedenle de bu fikir puff diye sönüyor.

Işıkları ve rayları geçer geçmez duruyor ve çantadaki minik makine ile kahveciden ayrıştırarak mekânı, paparazi tarzı bir fotoğrafını çekiyorum. Şimdi önündeyim ama kapısı açılmıyor. İçeride, açık mutfakta biri var ve dikkat çekici ama abartısız ve şık kıyafeti mekânla çok uyumlu. İçerinin ışıksızlığına da bayılmış durumdayım. Yan tarafa geçiyor ve camı tıklatıyorum. Gelen işaretten girişi -şimdilik- kahveciden yapmam gerektiğini anlıyorum ve en uç ve köşe masaya oturuyorum.

"Bir mantı lütfen."

Sinop mu istermişim?

"Hayır, klasik, yoğurtlu mantı lütfen; tam tekmil, her şeyi koyulmuş olsun."

Mekânın henüz yerleşmediği, garsonun da muhtemel ki kahveciden olduğunu düşünüyorum ama masa düzenindeki eksiklerine rağmen mekân, mutfak ve özellikle aşçı beni etkilemiş durumda. Çünkü Türk olmadığını anladığım aşçı: kıyafeti, duruşu ve düzeni ile kesinlikle işi bilen ve nitelikli yerelere ait ve buraya fazla biri izlenimi yaratıyor bende. Bu izlenim aslında olası gelişmelerle mekânın daha güzelleşeceği fikriyle donanmamı da sağlıyor

Hazırlanması biraz zaman alıyor ki bu hayra alamet ben için. Ve işte geliyorlar; bir tepside. Şimdi masamdalar ve görüntü muhteşem. Önce fikrim alışkanlık gereği biraz nane biraz sumak, biraz da pul biber arıyor. İçimden bir gurme kafa uzatıyor ve fikrime ayar verip, "Bu şefin bestesi," diyor, "önce bir dinleyelim hele..."


Sunumu, tabakları çok beğeniyorum. Hem kitabımla da uyumlu. Görüntü bana çok şey fısıldıyor. Özel bir anda olduğumun farkındayım. İlk kaşık, veee... gittim ben! Nerelere nerelere... İlk aldığım esinti ravioliye dair. Klasik mantı gibi değil taneler. Daha iriler, içlerinden kıyma esirgenmemiş ve muhteşem bir doku; yumuşacık, narin ama ölü olmayan, canlı, estetik ve heyecan verici. Üzerine ekstra hiçbir şeye gerek yok. Pul biber çağırıyor bünye ama umurumda değil. Alışkanlıklara yer yok bugün diyerek susturuyorum onu. Porsiyon güzel. Yanında getirilenler zarif, dengeli ve üzerlerine kır çiçeği şıklığı ile yerleştirilmiş minik dokunuşlarla tablo gibiler. Turşuya bayılıyorum. Farklı bir mutfaktan olduğu net. Ekşi- tatlı tadımlıklar kakofoni yaratmadıkları gibi zenginlik katıyorlar senfoniye. Şimdilik kitaba el atmıyorum. Minik bahçesine açılan pencerelerden kurtulduğu günü hayal ediyorum. O zaman belki dışa koyulacak masaların en köşedekinde oturur, hem ana bulvarı, hem trenleri, hem de onları kesen diğer bulvarın akışı eşliğinde mantı+kahve keyfi yaparım. Sonra genel mantı müşterisi üzerinden ve alışılagelenlerden bakınca içime bir korku düşüyor ve umarım... umarım benzerlerinin başına gelen bunun da gelmez diyerek dua ediyorum.


İçgüdülerimin buradan ayrılmayıp biraz daha kalalım, hatta çay içelim isteğine boyun eğmiyorum. Ama bir başka gün, mesela enn sevdiğim kadınla geldiğimizde şu komşudan, Osmanlı Kahvecisi'nden mantı sonrasına bir Türk Kahvesi bile içebiliriz, diye düşünüyorum. Ödeme için kasaya gidiyorum. Sakallı genç bir adam yanaşıyor. Çok beğendiğimi söylüyor, şef yabancı sanırım diyorum. O, Şam'dan geldi diyor. Her şey mükemmel. Özellikle mantı hamurunun şekli ve dokusu çok özel, Sinop mantısına farklı bir yaklaşım. İtalyan tarzı, diyor, gülüşüyoruz. Farklı mantılarımız da olacak diye ekliyor ve uyarım için teşekkür ediyor. Üstelik sunulan porsiyon ve lezzete bakınca; en iyi mantıcılardan biri dediğim ve geçen hafta 35 TL ödeyerek yediğim, yanında ek hiçbir şey olmayana göre bu sofra 40 TL'lik fiyatı ile -bugünün koşullarında- bedava.

Akşam tüm bunları Enn Sevdiğim Kadın'la paylaşıyorum. O yoğurtçu değil, üzeri cevizli Sinop klasiğini mi dener? bilmiyorum. Ama çok... ama çok tatlı gurmemin düşüncelerini merak ediyorum.



*Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması, yazının tek fotoğrafının sonrasında...

6 Nisan 2022 Çarşamba

Alışmak Bir Yara Bağrımda Kanıyor

Onunla kitapçımda dolaşırken rastlaşıyorum. Sadeliği, boyu bosu, fiziki durumu fena etkiliyor beni. Gözaltına alıp, göz ucuyla çaktırmadan bir süre izliyorum. Davranışlarına dikkat ettiğimde ise entelektüel düzeyinden, ona bir karşılık veremeyeceğimden ürküyorum. Zihnimi fazla yormayacak, biraz laylaylom, pandemi sürecinin etkilerinden uzak, hafif, hayata dokunan, bittiğinde duygusal acılar içerip de arabeske bağlanmayacak; kalbinde ve kalbimde yaralar açmayacak one night stand bir ilişki aradığım.

Gün sonunda ikimizin de "Birlikte çok güzel zaman geçirdik. Duygusal bir beklentimiz yoktu. Çok teşekkür ederim, güle güle," diyeceğimiz, elimizde ne bir adresin ne de bir telefon numarasının olmayacağı, adlarımızın bile o günlük seçilmiş ve sahte olduğu bir birliktelik.

Fakat sanki o da gözünü bana dikmiş, bakışları ardımdan gelip içimi delerek geçiyor gibi hissediyorum. Kalbimi bir sıcaklık kaplıyor. Bu bir zaaf değil; bu, karşılıksız bırakamayacağım, tam da hayal ettiğim ilişki sanki birkaç adım arkamda inancı. O sıra göremediğim biri, bir arka kapak fısıldıyor ve bir kenara çekip hakkında bazı ipuçları veriyor. Sonra da ilave ediyor. "Seversin. Gel kaçırma bu ilişkiyi; sende bırakacağı etkiyi ve ardında bırakacağı tadı uzun zaman unutamayacaksın."

"Sonuçta bir yancı o," diye geçiriyorum içimden. Fikrimse "Söyledikleri konusunda çok da güvenme," diyor ve "Bu bir reklâm, bu gerçeği gör lütfen," diye de uyarıyor.

Çıkıyorum kitapçıdan. Dışarıda bir boşluk. İçimdeki ile koşut sanki. Cesur ben müdahil artık olaya ve "Dön geri," diyor. "İstediğin sana herhangi bir duygusal yük taşıtmayacak, sorumluluk almayacağın, ardında bıraktığını hiç düşünmeyeceğin ve üzülmeyeceğin one night stand değil mi? Değil dersen sen, ben yaşamak istiyorum bunu."

Bu işime gelir işte. Bir duygu erozyonu olursa sonuçta üzerime toz bulaşmayacak ve ben yaşadığımın keyfiyle kalacağım. "Uyar bana," diyorum ve dönüyorum. Sadeliği, boyu bosu, fiziki durumu fena, karşımda. Delici bakışları, entelektüel edası, dik duruşu ve pek anlamlı gülüşü ile duruma egemen ve ufalıyor beni.

Enfes bir söz başlangıcı. Kafa dengi kelimeler karşılılıklı olarak akıyor. Ancak ondaki derinlik benim boyumu yer yer aşıyor. Önce kendime yediremiyorum. Ama O, o kadar olgun ve farkımda ki; içim, şefkati ile parıldıyor ve dönüp de yeniden cümlelerin üzerinden geçmesini istemek hiç de sandığım gibi bir komplekse sebep olmuyor. Biraz hız kesmek zorunda bırakıyor bu geri dönüşler ancak nedense aynı sözleri tekrar etmek beni rahatsız etmiyor. Bir aşağılık kompleksi oluşmadığı gibi onun entelektüel düzeyi pek sevimli; anlayışlı ve hiç de sandığım gibi havalı değil.

Onu sinemaya davet ediyorum ve reddetmiyor. Bergen'i birlikte izliyoruz. Çıkışta ki okuyucular bilecektir, berbat bir burger yiyoruz; ben huzursuz oluyorum, o hiçbir serzeniş göstermeyecek kadar alçak gönüllü. Sonra bu durumu telafi etmek için onu, sevdiğim bir okuma noktamda çay içip browni yemeye davet ediyorum. Sohbete orada da devam ediyor, birbirimizden fazlası ile hoşlanıyoruz. Ve bu mutlu ânı bira ile kutlamayı teklif ediyorum. Hafta sonu için anlaşıyor ve buluşuyoruz. Onu Mavi'ye götürüyorum. Güzel müzik, bira ve enfes bir sohbet yine. Çevirmen Esin Kuşşaklı da aramızda olsaydı diye düşünüyor, zaman nedeniyle davet edemediğim için üzüntü duyuyorum.


11 Mart'ta başlayan yakınlık bütün yavaşlığı ile sonrasında da devam ediyor. Derin sularda dolaşıyoruz. Kendisi dünyayla ilk olarak 1936'da tanışmış. Biraz... Hımmm ne derler, distopik bir karakter, ancak espritüel de. Anlatım tarzı renkli ama bu renkler birbirinden farklı. Sohbet ettikçe daha da yakınlaşıyoruz ve onu bir iki hafta sonra biraz daha tanımış olarak ve elbette kendi seviyemi test etmiş olmanın güveniyle de yine sinemaya, ardından da David People'a kahve içmeye davet ediyorum. Kırmıyor. Bu kez yine yaklaşan 2.Dünya Savaşı'nı, kapitalizmi, ve onunla birlikte yükselen faşizmi konuşurken, kendisini yazan rahmetli Karel Çapek'in bu durumu öngörebilmiş olmasının müthiş bir şey olduğunu söylüyorum. O da "Rahmetli göremedi ama ben çok ünlendim, hatta 20. yüzyılın distopik roman türündeki en önemli örneklerinden biri olarak değerlendirildim," diyor. Uzun kalıyoruz, ikinci bira teklifime teşekkür ediyor ki bu benim için de iyi oluyor.


Dışarı çıkmadan az önce dolu atıştırıyor, kar beklerken güneş gücünü artırıyor. O Thomas Mann'ın "Çapek'in Avrupa'daki delilikle ilgili saftirik görüşleri kesinlikle büyüleyici," dediğinden bahsediyor. Bense coğrafyanın, eski sosyalist toplumların edebiyatlarından ve yazarlarından hoşlandığımı, Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ile beni yıllar önce vurduğundan, Juliette Binoche'a filmiyle vurulduğumdan, hatta onu tanımadan önce benzeri bir sevgilim olduğundan söz ederken O, Milan'ın "Semenderle Savaş hiçbir zaman unutulmayacak... Çapek, romanlarıyla totaliter bir dünyanın dehşet verici görüntüsünü önceden gören belki de ilk Avrupalı yazardır," sözlerini bana tekrar ediyor. O ara sahil boyu yürürken bir an dikkatini çekiyor. Uzağa bakan bir adam. Deniz. Açıkta bir gemi. Ona sayfalarından bir şey hatırlatıyor; o sayfalarda yok olmuş bana da... Benimle vedalaşıyor. "Karel'e, Kaptan J.Van Toch'a, çok selam söyle ve adıma teşekkür et, lütfen," diyorum: "Beni Kaptan Toch ile hemen başlarda çocukluk dünyama götüren, 288 sayfaya rağmen uzun zamanda okuduğum, bazen geri döndüğüm sen için... Ve ayrıca ilk sayfalarda Kaptan'ın varlığı ile "İlk kitaplarımın tadı gözlerime bulaşıyor. Mesela Mercan Adası..." cümlesini kurmama vesile olup yaşattığı sevinçlerim için."


"Çok keyifli bir buluşmaydı, aralar verdiğinde bir an dönmeyeceksin diye korkmuştum," diyerek elimi sıkıyor. Sarılıyorum. Uca doğru yürüyor. Suda kaybolmadan önce dönüp bana gülümsüyor. El sallıyorum. El sallıyor ve denizde, dünyasında kayboluyor.

1 Nisan 2022 Cuma

Şans Tanrıçası İle Gün Bir Başka Güzel

İki hafta önce aynı güzergâhı yürürken bir tereddüt ânı yaşıyorum ve durumu yazımda şu kelimelerle ifade ediyorum: "Mesafem kısa. Bu kez mıntıkadan bir sinema ki pandeminin ilk filmini onda izlemiştim: Minari... Beşinci istasyonda iniyorum. Çiçek açmış ağaçların önünden denize yürürken şunların bir fotoğraflarını çeksek fikrime domuz tarafım katılmıyor."


İçimde bir dertti. Sanki bahar hiç gelmeyecekmiş derece sert kışta ve güneş altında, üstelik montumun sırt çantamın askısında yolculuk ettiği, vaktin sabah 10 civarlarında olduğu bir sakinlik anında ilk gördüğüm ve onca yolda ve coğrafyadaki tüm ağaçlar üryanken tek çiçek açmış ağaçtı o. İçimden nasıl bir dert saçılmışsa ortalığa dile gelmiş ve yazmıştım. O beni trenden indikten, denize inen bulvara döndükten sonra onun tarafındaki kaldırıma geçtiğim andan itibaren fark ediyor. Anlıyor. İyice yaklaştığımda gülümsüyor. Olgun ve eziklenmemi istemediği belli. Sanki o an hiç yaşanmamış gibi, güzellikle ve akran bir tavırla "Na'bersin?" diyor. Ve en güzel pozlarını bana veriyor.

Ayaklarım yerden kesiliyor. Denize şimdilik uzaktan bakıyorum. Kafamda bir ikilem var. Filmim net ancak pandemi sürecinde oluşan televizyon ya da bilgisayar ekranında film izleyememe sendromum yüzünden yarım bıraktığım Belfast'ın da son günü. Bunu, daha doğrusu Belfast'ın oynadığını daha önce fark etmemiş olmamın nedeni ise Başka Sinema ve bu tarz filmlerin bugüne kadar Piazza AVM'deki salonlarda olması. İki film arasındaki saat aralığı çok uzun.

"Ferzan Özpetek'in filmi için bir bilet lütfen."

"Şans Tanrıçası," diyor genç adam.

O koltuk durumunu ekrana getirirken ben telefon numaramı söylüyorum. Bilet fiyatı 35 TL olarak yansıyor. Gülümsüyorum. Zeki çocuk! 35 TL ekranda 24 oluyor. Mısır ve içecek ister miymişim? Promosyon kodumu okuyorum. Mısır paketim elimde. Enteresan bir dejavu durumu ise salonda. En arka sıradayım. Bir genç çift geliyorlar ve onlar da ön sırama ve iki koltuk sağıma oturuyorlar. Kendimle cebelleşmek zorunda kalıyorum yine. "Ama çocuklar," diyor iç sesim. Kıyamıyorum, onları öne geçip baş başa bırakmak istiyorum ama ben de film tadı için buradayım. Öteki ben biraz daha duygusal, müdahil oluyor ânıma, tepkimden çekinerek de olsa yine de "Evin anahtarlarını ve adresi versen mi?" diyor.

Ferzan Özpetek benim kıymetlim. Hayatımın en zor dönemlerinden birinde ufak bir dokunuşla ona müdahale etmiş, ve beni artık olmayan bir sinema salonundan şu hislerle uğurlamıştı.

2001 ekonomik krizinin ortalığı karmakarış ettiği can sıkıntılı bir günde okulu asmış çocuk gibi işleri olduğu yerde bırakıp bir öğleden sonra sığındığım sinemada, tek başıma izlemiştim filmi... Benim, o gün müthiş bir terapi ile güven yükleyerek sinemadan hayata çıkışımı sağlayan, bana hissettirdikleri ve üzerimde yarattığı olumluluk etkisiyle unutamayacağım bir film olmuştu, Cahil Periler.


Hoş bir sahne ile açılıyor film. Arkadaşlar çok renkli. Yönetmenin ışığını ve renk kullanımını seviyorum. Ama ahh o müzikler işte! Bir insan sıcağı en baştan kalbimi ısıtıyor. İki çocuk oyuncu muhteşem. İlerleyen sahnelerde karşılaştığım hemşireye bayılıyorum. Dostlarımız neşeli, güzel insanlar. Serra ablamız baş tacımız zaten. Mizahımız incelikli. Akıyoruz filmle birlikte. Biraz daha yayılıyorum koltuğuma. Mısırlarım âlâ, baldan tatlılar! Sesin azaldığı anlarda çıtırdatmıyorum. Konu ince ince gelişiyor. Şimdilik ön sözdeyiz. İzleyicide kısmen arızalar türüyor. "Yine mi Ferzan Abi ya?!" diyor. Oysa hiç de homofobik bir şahıs değil lâkin bir tekrar hissiyle "Hep aynı halleri gözümüze sokmak durumunda mısın abi?" diye serzeniyor. Çıkıp gitmeyi bile düşünüyor. Ama bir yanda da sinema keyfi "Sakin ol," diye dürtüyor. Olur katlanırız tadında boynumu eğiyorum. Oysa Ferzan Özpetek o an geleceği örüyormuş.

İzleyiciye attığı ilmekler aydınlattıkça hoşgörü yükseliyor, insan oluyor tüm cinsiyetler; duygular ön alıyor, hayat renkleriyle anlam kazanıyor ve seyircinin hücrelerinden keyifle birlikte mutluluk akıyor. Nasıl bir sinema keyfi olduğunu suratta görmek lazım; çünkü o anki keyfin ve duyguların tüm izleri orada.

Öndeki genç çift ilk yarının yarısında salonu terk ediyorlar. Oysa anahtarları verecektim.


Antrak


İkinci yarı muhteşem başlıyor. Özellikle spoiler vermemeye çalışıyorum şu an. Film nerede hareket orada bereket bir halde devam ediyor ama tüm bu çeşitlilik hiç kafa karıştırmıyor aksine olağanüstü bir senfoninin yaratım evrelerine katkı vermekle kalmıyor, izleyiciyi koltuğuna kelepçeliyor. Duyguların dansı perdeden yüreğimize iniyor. "Ah hemşire ablam sen ne tatlısın!" Film çok dinamik, çok karakterli ama nasılsa tüm karakterleriyle izleyiciyi arkadaş yapmayı başarıyor; sanki hepsi hayatımda varlardı gibi bir his. Bu nasıl bir muhteşem durum diye aklı uçuyor seyircinin. Derken Sezen Aksu'nun şarkısı alıyor sazı eline. Müzik gümbür gümbür. İzleyici kıpır kıpır. İçi ayakta, bütün hücreleri katılıyor kalabalığa... O ağır abi ruhunu zapt etmeye çalışıyor ama bence nafile. Sonunda dayanamıyor, biraz da salonda tek olmasından cesaretlenip kalkıyor ayağa ve katılıyor sahneye. İnanılmaz bir keyif bu !

Sizleri de alalım lütfen!





Seyirci "Kocaman bir film kocaman bir dünya izledim ben," diye düşünüyor. Başlangıçtaki karamsarlığın toz olup gittiğini, sanki içinde yaşadığı rüya tadında bir hayattan, güzel insanlar dünyasından çıkıp da geldiğini düşünüyor. Son yazı perdeden silinene kadar bekliyor. Mutluluk yüklenmiş bir keyifle, tazelenmiş ve yaşama daha inanmış olarak çıkıyor sinemadan.


Salondan çok keyif almış seyirci tadıyla çıkıyorken aklımsa alabora durumda. Fikrim fır dönüyor. Oysa nettim. David People'da oturacak, bir şeyler atıştıracak, kahve ya da sıcak çikolata içecektim. Bir an boşluğa düşüyorum. Açlığını aptalca sonlandıran adam halinde kendimi Burger King'in önünde buluyorum. Sonra tepsimi alıp terasa çıkıyorum ve zerre zevk almadan, bu ne böyle diyerek atıştırıyorum


Allahtan aynı hataya ikince kez düşecek kadar salak değil. Hem de bu filmden aldığı yaşam sevinci, sevgiye inanç, dostluklar, hoşgörü, aşka saygı gibi lezzetlerin üzerine benzer bir davranışta bulunursa önce ben boğarım onu.

Kararlı adımlarla David People'dan içeri giriyor. Terası dolu gibi görüyor; iç kısım gaz kestirecek gibi görünse de öylesine serotonin yüklenmiş durumdaki hiç takmıyor. "Bir Amerikano, lütfen" diyor. Şimdi pastalara bakıyor. Eminim kafasında bir şey var, aklını çelen olmazsa bence net.

"Bir de frambuazlı cheesecake, lütfen"


İnsanlar baharın bu enfes anlarının tadını, terasta çıkarıyorlar. Kumsala oturanlar. Gitar çalıp söyleyenler. Açıktaki gemiler... hayat. Kahvem nefis, son zamanlarda içtiğim en iyi Amerikano... Pastamdan da çok memnunum. Filmin tadı gözlerimde ışıl ışıl. Kitabım masanın üzerinde ancak elim ona hiç gitmiyor. Ânın içinde filmden biriktirdiklerimin tadıyla yaşamı kucaklıyorum yavaşça.


Sonra toparlanıyorum. Yükümden çok memnunum, varolmanın tadı gözlerimde parlıyor. Ufak adımlarla yürüyen merdivene ulaşıyorum. Kapıdan çıkarken güvenlik görevlisi genç kıza iyi akşamlar diliyorum. Çiçekleriyle poz veren ağacın kaldırımından yürüyorum. Selam çakıp, filmden kısaca bahsedip istasyona geçiyor, tıka basa dolu ilk trene binmiyorum... Sahile doğru inerken geçen hafta kalabalık olduğu için uğramadığımız mekânın tahtasında yazılı cümleye gülümsüyorum. Bunun üzerinden baristaya bir laf çakarım ben diye düşünüyorum. Mavi, pencereleri açmış. İçeride türbanlı genç kızları da görmek hoşuma gidiyor. Her iki kesimde de ön yargıların kırılıyor olması ne şahane diye düşünüyorum. Babamın ağaçlarının altındaki çimenlerin üzerinde gitar çalıp şarkı söylüyor gençler. Bir an onlara seslenmek, "Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?" demek, sonra da onu bir yazıda kullanacağımı söylemek istiyorum.

Marteniçkamı ise neredeyse çocukluğumdan beri her gün beni gören bu ağaca dileklerimle birlikte bağlamayı düşünüyorum!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP