9 Nisan 2022 Cumartesi

Benim Tatlı İçgüdülerim

İstasyona gittiğimde ya da bulvara bakan cam dibi masasında oturup atıştırırken kitap okumayı sevdiğim pastanenin çaprazındaki, geç bulup çabuk kaybettiğim, Pedersen Hoca ile çok keyifli bir öğlen geçirdiğim ve bayıldığım nefis kafe-restoranın yakın komşusu ama ilgimi hiç çekmeyen kahvecinin kapanacağını sanırken bölündüğü anlıyorum. Çünkü o bölüme bir tabela asılıyor: Mantucu. Bir kaç kere önünden gelip geçtikçe bir faaliyet görmesem de belli ki bir şey olacak. Sonra içeride masalar, açık mutfağına da tencere tabaklar yerleştirildiğini görüyorum. İki bulvarın kesişme noktasındaki görüş alanı keyifli. Havalar ısındığında üstünün ve yan camlarının açılacağını da varsayarsam eski komşusu şimdi outlet olan ve çok keyif aldığım, Fransız bulvar kafelerine benzettiğim yerin bende yarattığı boşluğu da kısmen doldurabileceğini düşünüyorum.

Sessizce başlıyor. Şaşalı bir açılış yok. İlginç bir şey oluyor bu arada: kullandığım ara sokaklardan birinde o güne kadar nedense dikkatimi çekmeyen, -aslında çeken de imalatçı olduğunu düşündüğüm- dükkânda aynı tabelayı fark ediyorum. Bu beni biraz daha alevliyor. Geçen günse birden orada olmak istiyorum; anında komuta merkezimle mutabakat sağlanıyor, sırt çantasına bir kitap atılıyor ve bulvar manzaralı bir öğle keyfi için evden çıkıyorum.


Çıkmamla birlikte yemek sonrası işi biraz asıp, beri yakasında ve bulunduğum yerin çaprazındaki pastaneye oturup, köşe masamdan uzun bulvarı, trenleri, kaldırımdan akacak insan selini izlerken kitap okuyup tatlı bir şeyler atıştırmayı da plana ekliyorum. Keşke kahve de olabilse ve kendime Paris bulvar kafesi konsepti yaratabilsem diye de düşünüyorum ama ne yazık ki burası kahve konusunda bende hiçbir heyecan yaratamıyor ve hep çay içiyorum. O nedenle de bu fikir puff diye sönüyor.

Işıkları ve rayları geçer geçmez duruyor ve çantadaki minik makine ile kahveciden ayrıştırarak mekânı, paparazi tarzı bir fotoğrafını çekiyorum. Şimdi önündeyim ama kapısı açılmıyor. İçeride, açık mutfakta biri var ve dikkat çekici ama abartısız ve şık kıyafeti mekânla çok uyumlu. İçerinin ışıksızlığına da bayılmış durumdayım. Yan tarafa geçiyor ve camı tıklatıyorum. Gelen işaretten girişi -şimdilik- kahveciden yapmam gerektiğini anlıyorum ve en uç ve köşe masaya oturuyorum.

"Bir mantı lütfen."

Sinop mu istermişim?

"Hayır, klasik, yoğurtlu mantı lütfen; tam tekmil, her şeyi koyulmuş olsun."

Mekânın henüz yerleşmediği, garsonun da muhtemel ki kahveciden olduğunu düşünüyorum ama masa düzenindeki eksiklerine rağmen mekân, mutfak ve özellikle aşçı beni etkilemiş durumda. Çünkü Türk olmadığını anladığım aşçı: kıyafeti, duruşu ve düzeni ile kesinlikle işi bilen ve nitelikli yerelere ait ve buraya fazla biri izlenimi yaratıyor bende. Bu izlenim aslında olası gelişmelerle mekânın daha güzelleşeceği fikriyle donanmamı da sağlıyor

Hazırlanması biraz zaman alıyor ki bu hayra alamet ben için. Ve işte geliyorlar; bir tepside. Şimdi masamdalar ve görüntü muhteşem. Önce fikrim alışkanlık gereği biraz nane biraz sumak, biraz da pul biber arıyor. İçimden bir gurme kafa uzatıyor ve fikrime ayar verip, "Bu şefin bestesi," diyor, "önce bir dinleyelim hele..."


Sunumu, tabakları çok beğeniyorum. Hem kitabımla da uyumlu. Görüntü bana çok şey fısıldıyor. Özel bir anda olduğumun farkındayım. İlk kaşık, veee... gittim ben! Nerelere nerelere... İlk aldığım esinti ravioliye dair. Klasik mantı gibi değil taneler. Daha iriler, içlerinden kıyma esirgenmemiş ve muhteşem bir doku; yumuşacık, narin ama ölü olmayan, canlı, estetik ve heyecan verici. Üzerine ekstra hiçbir şeye gerek yok. Pul biber çağırıyor bünye ama umurumda değil. Alışkanlıklara yer yok bugün diyerek susturuyorum onu. Porsiyon güzel. Yanında getirilenler zarif, dengeli ve üzerlerine kır çiçeği şıklığı ile yerleştirilmiş minik dokunuşlarla tablo gibiler. Turşuya bayılıyorum. Farklı bir mutfaktan olduğu net. Ekşi- tatlı tadımlıklar kakofoni yaratmadıkları gibi zenginlik katıyorlar senfoniye. Şimdilik kitaba el atmıyorum. Minik bahçesine açılan pencerelerden kurtulduğu günü hayal ediyorum. O zaman belki dışa koyulacak masaların en köşedekinde oturur, hem ana bulvarı, hem trenleri, hem de onları kesen diğer bulvarın akışı eşliğinde mantı+kahve keyfi yaparım. Sonra genel mantı müşterisi üzerinden ve alışılagelenlerden bakınca içime bir korku düşüyor ve umarım... umarım benzerlerinin başına gelen bunun da gelmez diyerek dua ediyorum.


İçgüdülerimin buradan ayrılmayıp biraz daha kalalım, hatta çay içelim isteğine boyun eğmiyorum. Ama bir başka gün, mesela enn sevdiğim kadınla geldiğimizde şu komşudan, Osmanlı Kahvecisi'nden mantı sonrasına bir Türk Kahvesi bile içebiliriz, diye düşünüyorum. Ödeme için kasaya gidiyorum. Sakallı genç bir adam yanaşıyor. Çok beğendiğimi söylüyor, şef yabancı sanırım diyorum. O, Şam'dan geldi diyor. Her şey mükemmel. Özellikle mantı hamurunun şekli ve dokusu çok özel, Sinop mantısına farklı bir yaklaşım. İtalyan tarzı, diyor, gülüşüyoruz. Farklı mantılarımız da olacak diye ekliyor ve uyarım için teşekkür ediyor. Üstelik sunulan porsiyon ve lezzete bakınca; en iyi mantıcılardan biri dediğim ve geçen hafta 35 TL ödeyerek yediğim, yanında ek hiçbir şey olmayana göre bu sofra 40 TL'lik fiyatı ile -bugünün koşullarında- bedava.

Akşam tüm bunları Enn Sevdiğim Kadın'la paylaşıyorum. O yoğurtçu değil, üzeri cevizli Sinop klasiğini mi dener? bilmiyorum. Ama çok... ama çok tatlı gurmemin düşüncelerini merak ediyorum.



*Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması, yazının tek fotoğrafının sonrasında...

6 Nisan 2022 Çarşamba

Alışmak Bir Yara Bağrımda Kanıyor

Onunla kitapçımda dolaşırken rastlaşıyorum. Sadeliği, boyu bosu, fiziki durumu fena etkiliyor beni. Gözaltına alıp, göz ucuyla çaktırmadan bir süre izliyorum. Davranışlarına dikkat ettiğimde ise entelektüel düzeyinden, ona bir karşılık veremeyeceğimden ürküyorum. Zihnimi fazla yormayacak, biraz laylaylom, pandemi sürecinin etkilerinden uzak, hafif, hayata dokunan, bittiğinde duygusal acılar içerip de arabeske bağlanmayacak; kalbinde ve kalbimde yaralar açmayacak one night stand bir ilişki aradığım.

Gün sonunda ikimizin de "Birlikte çok güzel zaman geçirdik. Duygusal bir beklentimiz yoktu. Çok teşekkür ederim, güle güle," diyeceğimiz, elimizde ne bir adresin ne de bir telefon numarasının olmayacağı, adlarımızın bile o günlük seçilmiş ve sahte olduğu bir birliktelik.

Fakat sanki o da gözünü bana dikmiş, bakışları ardımdan gelip içimi delerek geçiyor gibi hissediyorum. Kalbimi bir sıcaklık kaplıyor. Bu bir zaaf değil; bu, karşılıksız bırakamayacağım, tam da hayal ettiğim ilişki sanki birkaç adım arkamda inancı. O sıra göremediğim biri, bir arka kapak fısıldıyor ve bir kenara çekip hakkında bazı ipuçları veriyor. Sonra da ilave ediyor. "Seversin. Gel kaçırma bu ilişkiyi; sende bırakacağı etkiyi ve ardında bırakacağı tadı uzun zaman unutamayacaksın."

"Sonuçta bir yancı o," diye geçiriyorum içimden. Fikrimse "Söyledikleri konusunda çok da güvenme," diyor ve "Bu bir reklâm, bu gerçeği gör lütfen," diye de uyarıyor.

Çıkıyorum kitapçıdan. Dışarıda bir boşluk. İçimdeki ile koşut sanki. Cesur ben müdahil artık olaya ve "Dön geri," diyor. "İstediğin sana herhangi bir duygusal yük taşıtmayacak, sorumluluk almayacağın, ardında bıraktığını hiç düşünmeyeceğin ve üzülmeyeceğin one night stand değil mi? Değil dersen sen, ben yaşamak istiyorum bunu."

Bu işime gelir işte. Bir duygu erozyonu olursa sonuçta üzerime toz bulaşmayacak ve ben yaşadığımın keyfiyle kalacağım. "Uyar bana," diyorum ve dönüyorum. Sadeliği, boyu bosu, fiziki durumu fena, karşımda. Delici bakışları, entelektüel edası, dik duruşu ve pek anlamlı gülüşü ile duruma egemen ve ufalıyor beni.

Enfes bir söz başlangıcı. Kafa dengi kelimeler karşılılıklı olarak akıyor. Ancak ondaki derinlik benim boyumu yer yer aşıyor. Önce kendime yediremiyorum. Ama O, o kadar olgun ve farkımda ki; içim, şefkati ile parıldıyor ve dönüp de yeniden cümlelerin üzerinden geçmesini istemek hiç de sandığım gibi bir komplekse sebep olmuyor. Biraz hız kesmek zorunda bırakıyor bu geri dönüşler ancak nedense aynı sözleri tekrar etmek beni rahatsız etmiyor. Bir aşağılık kompleksi oluşmadığı gibi onun entelektüel düzeyi pek sevimli; anlayışlı ve hiç de sandığım gibi havalı değil.

Onu sinemaya davet ediyorum ve reddetmiyor. Bergen'i birlikte izliyoruz. Çıkışta ki okuyucular bilecektir, berbat bir burger yiyoruz; ben huzursuz oluyorum, o hiçbir serzeniş göstermeyecek kadar alçak gönüllü. Sonra bu durumu telafi etmek için onu, sevdiğim bir okuma noktamda çay içip browni yemeye davet ediyorum. Sohbete orada da devam ediyor, birbirimizden fazlası ile hoşlanıyoruz. Ve bu mutlu ânı bira ile kutlamayı teklif ediyorum. Hafta sonu için anlaşıyor ve buluşuyoruz. Onu Mavi'ye götürüyorum. Güzel müzik, bira ve enfes bir sohbet yine. Çevirmen Esin Kuşşaklı da aramızda olsaydı diye düşünüyor, zaman nedeniyle davet edemediğim için üzüntü duyuyorum.


11 Mart'ta başlayan yakınlık bütün yavaşlığı ile sonrasında da devam ediyor. Derin sularda dolaşıyoruz. Kendisi dünyayla ilk olarak 1936'da tanışmış. Biraz... Hımmm ne derler, distopik bir karakter, ancak espritüel de. Anlatım tarzı renkli ama bu renkler birbirinden farklı. Sohbet ettikçe daha da yakınlaşıyoruz ve onu bir iki hafta sonra biraz daha tanımış olarak ve elbette kendi seviyemi test etmiş olmanın güveniyle de yine sinemaya, ardından da David People'a kahve içmeye davet ediyorum. Kırmıyor. Bu kez yine yaklaşan 2.Dünya Savaşı'nı, kapitalizmi, ve onunla birlikte yükselen faşizmi konuşurken, kendisini yazan rahmetli Karel Çapek'in bu durumu öngörebilmiş olmasının müthiş bir şey olduğunu söylüyorum. O da "Rahmetli göremedi ama ben çok ünlendim, hatta 20. yüzyılın distopik roman türündeki en önemli örneklerinden biri olarak değerlendirildim," diyor. Uzun kalıyoruz, ikinci bira teklifime teşekkür ediyor ki bu benim için de iyi oluyor.


Dışarı çıkmadan az önce dolu atıştırıyor, kar beklerken güneş gücünü artırıyor. O Thomas Mann'ın "Çapek'in Avrupa'daki delilikle ilgili saftirik görüşleri kesinlikle büyüleyici," dediğinden bahsediyor. Bense coğrafyanın, eski sosyalist toplumların edebiyatlarından ve yazarlarından hoşlandığımı, Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ile beni yıllar önce vurduğundan, Juliette Binoche'a filmiyle vurulduğumdan, hatta onu tanımadan önce benzeri bir sevgilim olduğundan söz ederken O, Milan'ın "Semenderle Savaş hiçbir zaman unutulmayacak... Çapek, romanlarıyla totaliter bir dünyanın dehşet verici görüntüsünü önceden gören belki de ilk Avrupalı yazardır," sözlerini bana tekrar ediyor. O ara sahil boyu yürürken bir an dikkatini çekiyor. Uzağa bakan bir adam. Deniz. Açıkta bir gemi. Ona sayfalarından bir şey hatırlatıyor; o sayfalarda yok olmuş bana da... Benimle vedalaşıyor. "Karel'e, Kaptan J.Van Toch'a, çok selam söyle ve adıma teşekkür et, lütfen," diyorum: "Beni Kaptan Toch ile hemen başlarda çocukluk dünyama götüren, 288 sayfaya rağmen uzun zamanda okuduğum, bazen geri döndüğüm sen için... Ve ayrıca ilk sayfalarda Kaptan'ın varlığı ile "İlk kitaplarımın tadı gözlerime bulaşıyor. Mesela Mercan Adası..." cümlesini kurmama vesile olup yaşattığı sevinçlerim için."


"Çok keyifli bir buluşmaydı, aralar verdiğinde bir an dönmeyeceksin diye korkmuştum," diyerek elimi sıkıyor. Sarılıyorum. Uca doğru yürüyor. Suda kaybolmadan önce dönüp bana gülümsüyor. El sallıyorum. El sallıyor ve denizde, dünyasında kayboluyor.

1 Nisan 2022 Cuma

Şans Tanrıçası İle Gün Bir Başka Güzel

İki hafta önce aynı güzergâhı yürürken bir tereddüt ânı yaşıyorum ve durumu yazımda şu kelimelerle ifade ediyorum: "Mesafem kısa. Bu kez mıntıkadan bir sinema ki pandeminin ilk filmini onda izlemiştim: Minari... Beşinci istasyonda iniyorum. Çiçek açmış ağaçların önünden denize yürürken şunların bir fotoğraflarını çeksek fikrime domuz tarafım katılmıyor."


İçimde bir dertti. Sanki bahar hiç gelmeyecekmiş derece sert kışta ve güneş altında, üstelik montumun sırt çantamın askısında yolculuk ettiği, vaktin sabah 10 civarlarında olduğu bir sakinlik anında ilk gördüğüm ve onca yolda ve coğrafyadaki tüm ağaçlar üryanken tek çiçek açmış ağaçtı o. İçimden nasıl bir dert saçılmışsa ortalığa dile gelmiş ve yazmıştım. O beni trenden indikten, denize inen bulvara döndükten sonra onun tarafındaki kaldırıma geçtiğim andan itibaren fark ediyor. Anlıyor. İyice yaklaştığımda gülümsüyor. Olgun ve eziklenmemi istemediği belli. Sanki o an hiç yaşanmamış gibi, güzellikle ve akran bir tavırla "Na'bersin?" diyor. Ve en güzel pozlarını bana veriyor.

Ayaklarım yerden kesiliyor. Denize şimdilik uzaktan bakıyorum. Kafamda bir ikilem var. Filmim net ancak pandemi sürecinde oluşan televizyon ya da bilgisayar ekranında film izleyememe sendromum yüzünden yarım bıraktığım Belfast'ın da son günü. Bunu, daha doğrusu Belfast'ın oynadığını daha önce fark etmemiş olmamın nedeni ise Başka Sinema ve bu tarz filmlerin bugüne kadar Piazza AVM'deki salonlarda olması. İki film arasındaki saat aralığı çok uzun.

"Ferzan Özpetek'in filmi için bir bilet lütfen."

"Şans Tanrıçası," diyor genç adam.

O koltuk durumunu ekrana getirirken ben telefon numaramı söylüyorum. Bilet fiyatı 35 TL olarak yansıyor. Gülümsüyorum. Zeki çocuk! 35 TL ekranda 24 oluyor. Mısır ve içecek ister miymişim? Promosyon kodumu okuyorum. Mısır paketim elimde. Enteresan bir dejavu durumu ise salonda. En arka sıradayım. Bir genç çift geliyorlar ve onlar da ön sırama ve iki koltuk sağıma oturuyorlar. Kendimle cebelleşmek zorunda kalıyorum yine. "Ama çocuklar," diyor iç sesim. Kıyamıyorum, onları öne geçip baş başa bırakmak istiyorum ama ben de film tadı için buradayım. Öteki ben biraz daha duygusal, müdahil oluyor ânıma, tepkimden çekinerek de olsa yine de "Evin anahtarlarını ve adresi versen mi?" diyor.

Ferzan Özpetek benim kıymetlim. Hayatımın en zor dönemlerinden birinde ufak bir dokunuşla ona müdahale etmiş, ve beni artık olmayan bir sinema salonundan şu hislerle uğurlamıştı.

2001 ekonomik krizinin ortalığı karmakarış ettiği can sıkıntılı bir günde okulu asmış çocuk gibi işleri olduğu yerde bırakıp bir öğleden sonra sığındığım sinemada, tek başıma izlemiştim filmi... Benim, o gün müthiş bir terapi ile güven yükleyerek sinemadan hayata çıkışımı sağlayan, bana hissettirdikleri ve üzerimde yarattığı olumluluk etkisiyle unutamayacağım bir film olmuştu, Cahil Periler.


Hoş bir sahne ile açılıyor film. Arkadaşlar çok renkli. Yönetmenin ışığını ve renk kullanımını seviyorum. Ama ahh o müzikler işte! Bir insan sıcağı en baştan kalbimi ısıtıyor. İki çocuk oyuncu muhteşem. İlerleyen sahnelerde karşılaştığım hemşireye bayılıyorum. Dostlarımız neşeli, güzel insanlar. Serra ablamız baş tacımız zaten. Mizahımız incelikli. Akıyoruz filmle birlikte. Biraz daha yayılıyorum koltuğuma. Mısırlarım âlâ, baldan tatlılar! Sesin azaldığı anlarda çıtırdatmıyorum. Konu ince ince gelişiyor. Şimdilik ön sözdeyiz. İzleyicide kısmen arızalar türüyor. "Yine mi Ferzan Abi ya?!" diyor. Oysa hiç de homofobik bir şahıs değil lâkin bir tekrar hissiyle "Hep aynı halleri gözümüze sokmak durumunda mısın abi?" diye serzeniyor. Çıkıp gitmeyi bile düşünüyor. Ama bir yanda da sinema keyfi "Sakin ol," diye dürtüyor. Olur katlanırız tadında boynumu eğiyorum. Oysa Ferzan Özpetek o an geleceği örüyormuş.

İzleyiciye attığı ilmekler aydınlattıkça hoşgörü yükseliyor, insan oluyor tüm cinsiyetler; duygular ön alıyor, hayat renkleriyle anlam kazanıyor ve seyircinin hücrelerinden keyifle birlikte mutluluk akıyor. Nasıl bir sinema keyfi olduğunu suratta görmek lazım; çünkü o anki keyfin ve duyguların tüm izleri orada.

Öndeki genç çift ilk yarının yarısında salonu terk ediyorlar. Oysa anahtarları verecektim.


Antrak


İkinci yarı muhteşem başlıyor. Özellikle spoiler vermemeye çalışıyorum şu an. Film nerede hareket orada bereket bir halde devam ediyor ama tüm bu çeşitlilik hiç kafa karıştırmıyor aksine olağanüstü bir senfoninin yaratım evrelerine katkı vermekle kalmıyor, izleyiciyi koltuğuna kelepçeliyor. Duyguların dansı perdeden yüreğimize iniyor. "Ah hemşire ablam sen ne tatlısın!" Film çok dinamik, çok karakterli ama nasılsa tüm karakterleriyle izleyiciyi arkadaş yapmayı başarıyor; sanki hepsi hayatımda varlardı gibi bir his. Bu nasıl bir muhteşem durum diye aklı uçuyor seyircinin. Derken Sezen Aksu'nun şarkısı alıyor sazı eline. Müzik gümbür gümbür. İzleyici kıpır kıpır. İçi ayakta, bütün hücreleri katılıyor kalabalığa... O ağır abi ruhunu zapt etmeye çalışıyor ama bence nafile. Sonunda dayanamıyor, biraz da salonda tek olmasından cesaretlenip kalkıyor ayağa ve katılıyor sahneye. İnanılmaz bir keyif bu !

Sizleri de alalım lütfen!





Seyirci "Kocaman bir film kocaman bir dünya izledim ben," diye düşünüyor. Başlangıçtaki karamsarlığın toz olup gittiğini, sanki içinde yaşadığı rüya tadında bir hayattan, güzel insanlar dünyasından çıkıp da geldiğini düşünüyor. Son yazı perdeden silinene kadar bekliyor. Mutluluk yüklenmiş bir keyifle, tazelenmiş ve yaşama daha inanmış olarak çıkıyor sinemadan.


Salondan çok keyif almış seyirci tadıyla çıkıyorken aklımsa alabora durumda. Fikrim fır dönüyor. Oysa nettim. David People'da oturacak, bir şeyler atıştıracak, kahve ya da sıcak çikolata içecektim. Bir an boşluğa düşüyorum. Açlığını aptalca sonlandıran adam halinde kendimi Burger King'in önünde buluyorum. Sonra tepsimi alıp terasa çıkıyorum ve zerre zevk almadan, bu ne böyle diyerek atıştırıyorum


Allahtan aynı hataya ikince kez düşecek kadar salak değil. Hem de bu filmden aldığı yaşam sevinci, sevgiye inanç, dostluklar, hoşgörü, aşka saygı gibi lezzetlerin üzerine benzer bir davranışta bulunursa önce ben boğarım onu.

Kararlı adımlarla David People'dan içeri giriyor. Terası dolu gibi görüyor; iç kısım gaz kestirecek gibi görünse de öylesine serotonin yüklenmiş durumdaki hiç takmıyor. "Bir Amerikano, lütfen" diyor. Şimdi pastalara bakıyor. Eminim kafasında bir şey var, aklını çelen olmazsa bence net.

"Bir de frambuazlı cheesecake, lütfen"


İnsanlar baharın bu enfes anlarının tadını, terasta çıkarıyorlar. Kumsala oturanlar. Gitar çalıp söyleyenler. Açıktaki gemiler... hayat. Kahvem nefis, son zamanlarda içtiğim en iyi Amerikano... Pastamdan da çok memnunum. Filmin tadı gözlerimde ışıl ışıl. Kitabım masanın üzerinde ancak elim ona hiç gitmiyor. Ânın içinde filmden biriktirdiklerimin tadıyla yaşamı kucaklıyorum yavaşça.


Sonra toparlanıyorum. Yükümden çok memnunum, varolmanın tadı gözlerimde parlıyor. Ufak adımlarla yürüyen merdivene ulaşıyorum. Kapıdan çıkarken güvenlik görevlisi genç kıza iyi akşamlar diliyorum. Çiçekleriyle poz veren ağacın kaldırımından yürüyorum. Selam çakıp, filmden kısaca bahsedip istasyona geçiyor, tıka basa dolu ilk trene binmiyorum... Sahile doğru inerken geçen hafta kalabalık olduğu için uğramadığımız mekânın tahtasında yazılı cümleye gülümsüyorum. Bunun üzerinden baristaya bir laf çakarım ben diye düşünüyorum. Mavi, pencereleri açmış. İçeride türbanlı genç kızları da görmek hoşuma gidiyor. Her iki kesimde de ön yargıların kırılıyor olması ne şahane diye düşünüyorum. Babamın ağaçlarının altındaki çimenlerin üzerinde gitar çalıp şarkı söylüyor gençler. Bir an onlara seslenmek, "Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?" demek, sonra da onu bir yazıda kullanacağımı söylemek istiyorum.

Marteniçkamı ise neredeyse çocukluğumdan beri her gün beni gören bu ağaca dileklerimle birlikte bağlamayı düşünüyorum!

30 Mart 2022 Çarşamba

Treni Birazcık Kaçmış Yazı

Üzerinden... bu sabah bakıyorum ki telaşlandığım kadar çok zaman geçmemiş. Şaşırıyorum. Üstelik bunu hatırlatan ifadeyle karşılaştığımda da telaşa kapılmamıştım. Plağı çalışma odasından almış, daha çok kapağından ve adından da tetiklenerek, kendimce konsept bir fotoğraf çekmiş, yüklemiş ama bir başlık koymamış, bir harf dahi yazmamıştım.

Bu sabah erkeninde, bir an ettiğim söz sanki 1 yıl önce falanmış hissiyle telaşlanıyorum. Sonra kendime gülüyorum. Günler öyle dolu dolu ve güzel geçiyor ki hayat kendini sokaklara atmış ve pandemi etkisi, engelleri ve kaygıları da sahayı terk ediyor. Oluşan boşluğu ise çaktırmadan daha nitelikli, daha kıymeti bilinir yeni bir yaşama isteği ve tat telaşsızca, usul usul dolduruyor sanki.

Üzerinden bir yıl geçti hissine kapıldığım sözümse "Şarkı bana çok iyi bir pas oldu Sevgili Momentos, teşekkürler. Bir plak üzerinden bir Bob Dylan yazısı yazmalıyım."

Nasıl bir ruh değişiminin, zenginleşmenin yansımasıysa bu; 1 yıl geciktiğini düşündüğüm yazıya dönüp baktığımda cümleyi sadece bir ay önce, evet tam olarak 22 Şubat 2022 tarinde ve saat 18:20'de yazdığımı fark ediyorum.




Yıl 1978. Hayatımın en güzel, en pervasız, en gözükara sınıfındayım. Gözdemiz Joan Baez. Bob Dylan bence onun gölgesinde bir yancı ama kitle onu da Joan kategorisinden bir devrimci olarak niteliyor. Camiada el üstünde. Plak kapağıyla ve adıyla yakalıyor beni de. İki aşk arasında kavrulan en zor ama buradan bakınca enn keyifli yılım.

Modaya uymuşum ve Bob Dylan'a bir değer atfetmişim, eyvallah; ama benim aşkım "Joan Baez." Bir akşamüstü sırtında gitarı ile geliyor. Bir rüyadayım. Yılların asla silemediği, silemeyeceği bir rüya bu. Gitarı ve vokali aklıma karışıyor. Kaç yazımın içinde o âna dair aynı cümle var bilmiyorum: "Şu an "Joan Baez" söylüyor; parkaların sıcağında bir kış akşamı ürpertisinde ve ürkek bir solmuşlukta klişe sözcüklerin yankılandığı küf kokulu bir izbede..."

Bob Dylan etrafımca kabul görüp seviliyor. Ben gerçekten seviyor muyum?

Albümü bir süre dinliyorum. Bu bağ kalpten değil, çünkü Joan Baez olmasa; o yola kıyısından bile girmeyeceğini, aksine durumu kullandığını düşünüyorum. Sonra hiçbir gün Bob Dylan dinlemek aklıma gelmiyor.

Yıllar yıllar sonra ise bir akşam dizlerine yattığım ve sadece bana söyleyen "Joan Baez" ile olağanüstü bir yemekte buluşuyoruz.

Onunla hayatımın en özel gecelerinden birini yaşıyorum.

Çok çok konuşuyoruz, Bob'dansa tek kelime bile etmiyoruz...



Çünkü O Joan Baez

28 Mart 2022 Pazartesi

Ciconia Nigra'lı Pastoral Bir Gün

Telefon çalıyor. Ekranda enn sevdiğim ad. Açıyorum. Bir derenin kenarına, pırıl gırıl günün gölgesindeki bir ağacın sessizliğine uzanmışım da sanki çakıl taşlarında şakırdayan serin suyun sesine kapılıyorum ve bir anda mucizevi bir şekilde çoğalıp kalabalıklaşıyor, yüzüme enfes bir gülümseme konuyor, yükseldikçe yükseliyor ve o sevinçle, ertesi sabah için bayramlıklarımı yastığımın altına özenle yerleştiriyorum.

O sınav haftasında. Ülkenin en kariyerli iki üniversitesinden birinin diplomasının yanına birini daha ekleyecek. Dostlarımız gelmişler ve haberi uçurmuşlar, deltadayız diye. Fikrimde nerede atıştırsak seçenekleri sıra sıra. Yükselmiş ruhum onu dinliyor; çocuk sevinçlerim çoktan koşup ayakkabılarımı hazır etmişler.

Sırt çantam "Bende işlem tamam," diyor. Çıkmadan arıyorum. İstasyona yanaşınca tekrar arıyor ve 100 metre yakınında olduğumu bildiriyorum. Tren 10 dakika sonra geliyor. Şimdi onun yan koltuğundayım. Bütün bu paragraflardaki sıcacık ve tazecik anlar bana bir şey fısılıdıyor. "10 yıl sonra bile ilk gün telaşlarında bir sevinçle koşup şu yan koltuğa, şu fıstığın yanına oturuyorsan sen çok şanslısın."

Koltuğumun üzerinde açılmamış bir Marteniçka var. Benim. Sırt çantamı ve ona yaptığım limonçello şişesini arka koltuğa, sokaktaki kediler için orada duran mama torbasının yanına bırakıyorum. Kampüsün üst bölgesindeki yeni doğmuş köpek yavrularını beslemekle ise bugün için bir başka arkadaşı görevli. Fikrimizdeyse Osmanlı Çadırı'nda kaz tiridi yemek var. Bu sezon yiyemedik çünkü deltadaki mekânlar açılmadılar. Ve yine kapalı. Olsun biz de balık yeriz. Ama şimdi dönmeyelim.


İşte bu bir mucize. Evet tam bir mucize çünkü ilk kez görüyoruz. Ya daha önce gelmediler, ya da insan içine çıkmıyor, kendi ırak mıntıkalarında takılıyorlardı. Keskin gözler seçmese onca uzaktan, ben laylay lomdum hâlâ. Duruyor kaptan ve iniyoruz koşa koşa. Evet bunlar Kara Leylek. Hımmmmm demek bu sezon, yeni bebeler burada, bizim deltada doğacaklar. Özenle kaçınıyoruz, sabah gezintisindeki bu çifti rahatsız etmekten desem de inanmayın lütfen. Önümüzde aşılmaz tel örgüler var. Ve üst fotoğraftaki sulak bölgeyi geçmemiz gerek. Makinenin zoom'u da yetmez ama onun da bir çaresi var elbet. İşte Sevgili Okuyucularımız. Kırmızı gagaları ve bacaklarıyla, huzurlarınızda.... "Bay ve Bayan Ciconia Nigra'lar!" Henüz kişisel adları ile ilgili bir bilgi edinemedik ancak sular çekilir çekilmez konuk olup kendileriyle daha yakından ve ismen de tanışmayı düşünüyoruz. Elbette doğacak bebeleri için hediyelerimizle birlikte.


Yol boyu bisiklet gruplarıyla karşılaşıyoruz. Hatta dönüşte yorgun savaşçılara, 40 kilometre hızı aşmayarak arabanın yarattığı hava akımından faydalanıp, alçak basınçlı bir hava koridorunun içerisinde sürüş yapma ve daha az enerji harcama olanağı sağlıyor Enn bayıldığım şoför. Hava bahar, vakit ilerledikçe daha da ısınıyor. Delta önceki haftalara göre biraz daha kalabalık. Her sezon ilk gelip son giden leyleklerden birini direğinde göremeyince endişe ediyoruz. "Uyuyor mu ya da yol yorgunluğunu mu atıyor acaba?" diye düşünüp parmak ucu yürüyoruz. Biraz sonra diğer bir direkteki çifti görünce iniyoruz arabadan ve "Hoş geldiniz, nasılsınız görüşmeyeli?" diye seslenerek hal hatır soruyor, "yol yorgunusunuz, siz dinlenin lütfen, sadece bir selam vermek istedik," diyerek devam ediyoruz.


Hissimiz o ki bu yıl şenlikli. Geçen iki yılın acısı çıkacak. Dağlardaki vedaya hazırlanan karlarla birlikte canlanan doğa ve ısı heyecan verici. Ama delta yine sahipsiz. Ah, Yusuf Başkanımız, diyor başka bir şey demiyoruz. Onun sayesinde hayat bulan deltanın, yine onun sayesinde kavuştuğu doğayla entegre ve enfes şu konaklama alanında kaç gece geçirir, kaç akşamın sofrasında yaşamın keyfini çıkarırdık oysa, diye hayıflanıyoruz. Ve umut ediyoruz, inşallah diyor ve bunlar gider, O'nu da bir başka parti aday yapar ve çocuğu ile kavuşturur ve biz de şu an atıl tüm bu alanın tadını yeniden doya doya çıkarırız.


Biri sesleniyor o ara bize. Umudun tonu var sesinde. Bir şarkının da bir nakaratı. Gün geliiirr... gün geliir, diye devam ediyorken ses, buluyoruz. Bir çiğdem bu. Ankara'nın varsa bizim de var. Gülümsetiyor ve şenlendiriyor yeniden içimizdeki güneşi.


Üzerlerindeki minik biriket hissi veren kum yığınlarından oluşan bölge yılanlar mahallesinde olduğumuzu düşündürtüyor. Bazı yuvalardan firarlar olmuş belli, çünkü üstteki biriketler atılmış ve gençler özgürlüğe salınmış. "Şurada oturmak ister misin?" diye soruyorum. jandarmaların çardağı. Kulübede artık yoklar. Birileri yağmalasın mı deltayı diye acaba? diye düşünmeden edemiyor insan, sahipsiz geçmişini düşününce coğrafyanın!


Fikrimizde ırmak kenarında balık, gözlerimiz karşı dağlardaki karda, kulağımızda Ali Barokas, dilimizde Fransız Kültür'deki gülümseten bir anla* devam ederken biz... enn sevdiğim kadın ben pazar alışverişimi köyden yapim diyerek Yörüklere sapıyor. Hımmmmmm.... Yörüklere sapınca planın değişme ihtimali mutlak.


Tezgâhlara baka baka ilerlerken burnumuza sızan gözleme tadı enn sevdiğim kadını tavlıyor ki öyle kolayca tavlanan biri de değildir. Kendimle şu noktada gurur duyabilirim. O iki diyor ama benim gözüm aç,

"Üç, ıspanak peynir karışık gözleme lütfen."

O sırada boynunda fotoğraf makinesi asılı bir hanımefendi selam veriyor, enn sevdiğim kadın önce hatırlayamıyor, sonra bir imza gününden söz ediyor hanımefendi ve kısa bir ayaküstü sohbet başlıyor. Akabinde salep ve yerel bir iki ürün satılan mini markete giriyoruz. Kulağımıza enfes bir türkü sızıyor. Sesin geldiği yöne bakıyoruz. Orada şeker gibi bir abi var ve bir saz bir adama, bir türkü de bir dile bu kadar mı yakışır. Kapının ağzından dinliyoruz. O içeri davet ediyor ve hoş geldiniz diyor. Biz eşikte kalmayı, oradan, hayran hayran onu dinlemeyi seviyor, teşekkür ediyoruz.


Gönlümden kopuyor. Ancak masanın üzerindeki kağıt bardakta salep var, diyor Enn Sevdiğim Kadın. Selam edip dış masalara geçiyoruz.


Elinde gözleme tabakları ile köy tatlısı genç kız bize doğru yanaşıyor. Görüntü muhteşem. Biraz beklesinler ama. Üçüncüsünün şu an sacın üzerinde olduğunu söylüyor ve afiyet dileyerek çekiliyor. Çay olmalı tabii ki... Ama salep köyündeyiz ve bunun bilincinde.


Ispanağı çiğden koymuşlar, süper diyorum. Yörükler böyle yapar diyor bilgi küpüm. Çok keyifli bir peynir ıspanak buluşması ve tabii ki harika bir yufka ortaklığı. Dörtlemeye razıyım ancak, itiraz var. Bana bir yeter diyor. Frende fikrim, ama onu takip edeceğim. Üçüncünün ucundan bir parça alıyor, e kalanı da bana yeter.

O halde,

"İki salep lütfen"


Enfes dememe gerek var mı bilemedim. Bence gerek yok! Çünkü buradaki üretim akademik düzeyde. Bu konuda üniversitenin eli hep üzerlerinde köylülerin. Belediyenin örgütlemesi sonucunda tarımla ilgili kamu kurumları da katılmışlardı imeceye ve sonuç görüldüğü üzere şahane.

Tabii ki ikinciyi istiyorum. Enn Sevdiğim Kadın çayla, duman keyfinde. "Daha önce fincanla servis etmiyorlar mıydı?" diye soruyorum. "Fincanlar kullanılmıyor ki toz içindeydiler," diyor Enn Sevdiğim Kadın. Tabaktaki ve sunumdaki özeni görünce de diyorum sebep belki de pandemi. Sohbet güzel. Bu sohbetle doğrudan ilişkileri olmasa da konu bir geçmişe, şehrin tarihine dönük bir mevzuya ulaşınca genelev de dahil oluyor konuya.

Salebin keyfi aynıgillerden bir başka tadı getiriyor akla da... genelev ne iş?

Enn sevdiğim kadın soruyor: "Samsun'da ekşi boza yapan bir yer var mı?"

Bir de Yüksekkaldırım'da, oranın yıkıldığından haberi olmayan, orada dolaşırken rastlanan ve geçmişte kalmış bir abiyi anlatan, bir gazetede çıkmış hoş bir yazıdan söz ediyor.


Eğer Çiftlik'de bir araya taşınan dükkân  yaşıyorsa Ekşi Boza var diyorum. Bir turşucuydu kendisi. İlk dükkânı şimdiki Site Camii'sinin olduğu alanın karşısındaydı. Biz çocuktuk ve boza nedir bilmezdik; tat olarak ama... yoksa okuduğumuz hikâyelerde bahsi çok geçerdi. Mahallenin yakışıklı abileri, kendi aralarındaki sohbette bahsederlerdi. Aynı mıntıkadaki işkembe çorbasından bir de: Yakup Usta. Onlar abi sonuçta;  fısfıs yapsalar da kadınlardan, bir de evlerden bahsederlerdi ki başında genel takısı vardı. Sezerdik bir şeyler tabii ki. O cami inşaatından önce kaç tas sularla yıkanmıştı alan bir bilsen. Aklanıp paklanmıştı şehir!

Ödeme için içeri geçiyoruz. Enn Sevdiğim Kadın cam kavanozda salep alıyor. Beyefendi bir tarif kitapçığı veriyor, bir yandan da anlatıyor. En sevdiğim kadın yöntem konusunda aynı fikirde. Ama son golü ben atıyorum.

İçerken bu tarçının üzerinde bir şey var demiştim, çok eser miktarda ve kirli beyaz. Anlıyoruz ki zencefil. İyi salebe nüans kattığı ise kesin.

Denenmeli!

"Şu saz çalan, çok güzel söyleyen, pek sevimli Abi'nin emeğine destek vermek istiyorum, kabul eder mi?" diye soruyorum.

"Almaz ama siz bana bırakın ben hallederim," diyor, Beyefendi.

Yola çıkıyoruz. Bir tabela aklımızı çeliyor. Ralli pilotum toprak yola giriyor.

Salep tarlasının ortasında bir minik kulübe!


*Barokas ve bizi anı defterine yazdıkları ile gülümseten çocuklar yazıdaki 15.fotoğrafın sonrasında.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP