11 Aralık 2008 Perşembe

HOKKABAZ


G. O. R. A ve şimdilerde A. R. O. G' dan çokça söz edilirken ve birbirine yakın zamanlarda oynamış olmasına rağmen o günlerde ''Benim Küçük Gün Işığım'' göklere çıkarılırken (ki filmi ben de sevmiştim); Dedenin ağzından dökülen ve filmin ana fikrini oluşturan "Gerçek kaybeden, kazanamayan değildir; gerçek kaybeden, kaybetmekten o kadar korkar ki kazanmayı denemez bile." gibi bir cümlenin ifade ettiği üzerine inşa edilmiş, derdini anlatmayı başaran bir filmi sevmemek olanaklı da değilken üstelik, Hokkabaz'a hakkettiği değerin verilmediğini düşünmüşümdür.

Sanırım, genel olarak, kendimize ait olanları ön yargıyla değerlendirme gibi aşamadığımız bir duygumuz var. Ve sanırım iletişim ve pazarlamanın gücü karşısında, bireysel tercihlerimizi kullanarak kendi beğenilerimizi kendimiz oluşturma çabasına, bize empoze edilenin peşine düşme kolaycılığını tercih ediyoruz. Bu olanakların dışında kalmış filmlere bu yüzden ''sıcak'' değiliz.

Hokkabaz'ı izleyip sinemadan çıktığımda filmin yarattığı duygu, o zaman da kaçınılmaz bir şekilde bu kıyasları yapmaya itelemişti beni.

Kendi beğeni düzeyim ve sinemasal anlamda Hokkabaz'ın üstüne sinmiş olan baba - oğul ilişkisinin içten içe sevme ama bu sevgiyi ifade etmeme (edememe) tavrını.  Babanın elini saçlarında hissetme, her şeyi babanın beğenisine sunarken takdir görme, onun kahramanı olma çabasını güzel bir dille, alttan altta işleyen güzel bir müzik, iyi ve samimi oyunculuklarla şirin, dokunaklı ve mütevazı bir ''Avrupa'' filmi tadında vermeyi başaran. Asıl illüzyonun hayatın içindeki kirlenmede olduğunu Özlem Tekin (Fatma) ve arkadaşı karakterinde ortaya koyan. Bunu yaparken de doğru ve güzel olanın dışa vurulmamış bile olsa, içten, samimi bir sevgi olduğunu vurgulayan Hokkabaz'ın: Daha yerel ve bizden duyguları yansıtıyor olması sebebiyle içimi daha çok acıttığını, daha çok tebessüm ettirdiğini, ve kalbimi çok çok daha ısıttığını açıklıkla söyleyebilirim.

Üstelik de izlediğim bir çok yol filminin tadını duyumsadığım, eleştirenlerin aksine iyi oyunculukların, yarattıkları karakterlerin duygularını izleyiciye geçirme konusunda başarılı olduklarını düşündüğüm, çok güzel finaliyle kendime yakın hissettiğim, emek verilmiş, üzerine çalışılmış, sağlam bir öyküsü olan hoş bir filmdir Hokkabaz.

Belki bir olumsuzluk çabasıyla bakıldığında eleştirilebilir yanları olabilir, öküz altında buzağı da bulunabilir. Bu da elbette bir tercih sebebidir. Ben olumlu bakmıştım, buzağı aramadım ve sevdim. Ve en sevdiğim filmler listemdeki özel yerini hala koruyor. Koruyacak...

9 Aralık 2008 Salı

Şimdi Bilse Babam…


Şimdi bilse babam…

Bayramları sevmediğimi ve her bayram gelişinde neden bayat bayram şekeri kederlerine büründüğümü…

Şimdi bilse…Sonra tutup sormasa bu buruk yüz hatlarımın sebebini…

Bayram sabahlarına tat vermeyen, veremeyen; aslında gülmek isteyip de elinde olmayan ben…

Yarın bayram dediklerinde somurtan ben…

Bir bilse babam ve sormasa…

Hani çocuk coşmaları var ya bu vakitlerde, ellerinde şeker poşetleriyle soluğu yabancı zillerde alan, avuçları soğuk, burunları kırmızı, gülüşleri bir…

Benim bayramlarımın tek heyecanı bu olsa gerek; kapıda tanıdığım o sevimli dünyalar... Saf güzellikler olsa gerek…

Bir bilse babam her bayram sabahında gülüşümdeki isteksizliği, sözlerimdeki eksik samimiyeti…

Hiç bir bayramı sevmedim ben, hiç bir bayram da bana kendini sevdirmeye uğraşmadı, hiç bir bayram sabahına yüreğimde yeni ayakkabıların neşesiyle uyanmadım…

Hiç bir bayramı sevmedim ben… Hiç bir bayram sevinmedim…
Hiç bir bayram saçlarımı taramaya uğraşmadım…

Her bayram sırtımdan itilerek götürüldüm komşu ya da akraba ziyaretlerine…
Arkamdan bağırılarak…

Her bayram yalnızlığımla oturdum oturma odasının yeni düzeltilmiş cilalı koltuklarında…

Şimdi o bayram yalnızlığına tüttürme zamanı…

Şimdi bayramları değil bayramlara has nikotinleri sevme zamanı…


Not:Fotoğraf Metin Demiralay'a aittir.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Bir Varmış Hâlâ Varmış...

Bir bayram yazısı yazmayı düşünürken; iki gündür çekmekte olduğum diş ağrısının molası sayesinde derin ve keyifli bir uyku çektiğim gecede rüyamda birini gördüm. Huzurlu bir geceye çok yakışan bu kişinin masalını, sabahın günü henüz ışımadan, yüzümde tatlı bir gülümseme ve içimdeki bayram coşkusuyla sonsuzluğa aktarmak istedim.

Çok evvel zaman önce bir gün, bir güzel baba her pazar olduğu gibi eşi ve çocuklarını almış yakın bir kasabadaki pideciye götürüyormuş. Çocuklar arka koltukta karşıdan gelen arabaların markalarını önlerindeki kağıda çentikleyip; gidecekleri yere varana kadar hangi markadan kaç tane göreceklerinin çetelesini tutarken, kimin seçtiği markanın kazanacağının da oyununu oynuyorlarmış.

O kasabaya yaklaştıklarında baba anneye girdikleri bir virajın yanını göstererek, o günlerde şehirde dilden dile dolaşan olayın ayrıntılarını anlatıyormuş. Konuşmalara oynadıkları oyuna uzak kalarak kulak kesilen çocuk; o virajın sağdaki küçük uçurumuna düşen aracın sağ koltuğunda oturan, şehrin en tanınmış ve en zengin ailelerinden birinin üniversiteyi daha yeni bitirmiş çocuğunun ölümün eşiğindeki halini gözünde canlandırmış. Ve yaşamının önemli hatıralarından biri orada başlamış.

Aradan yıllar geçtikçe çocuk büyüyüp serpilmeye, hızlı ve militan hayatlarla birlikte hızlı aşklar yaşamaya başlamış... Bir gün arkadaşlarıyla sinemaya giderken şen şakrak; sakatların kullanacağı özelliklere sahip otomobilin direksiyonundan inip, uzun boylu heybetli ve güzel bir genç kadının yardımıyla onun aynı arabanın bagajından çıkardığı sakat aracına binen sakalı tertemiz ve yakışıklı adama dikkat kesilmiş. O günden sonra o virajdan her geçişinde artık uçuruma yuvarlanmış arabayı hayal ederken, yan koltuktaki resimsizliğin yerine somut bir yüz de koyar olmuş.

Aradan biraz daha yıllar geçmiş; anlatıcımız hızlı aşkların yanına hızlı araba kullanmaları da katmış. Bu arada masalın girişini yapan öykünün devamını göremeyen ilk anlatıcı(baba) ölmüş. Erken yaşta büyük sorumluluk yüklenmek zorunda kalan anlatıcı; işler için sıklıkla İstanbul'a gittiğinde kaldığı dayı evinin karşı komşusu, Yunanistan Türklerinden bir avukat abla ve en az onun kadar esprili hoş sohbet eşiyle tanışmış. Her gidip gelmelerinde ağırlıklı olarak anlatıcının yeni yetme düşünceleri üzerinden siyasetten sinemaya, insan ilişkilerinden küçük hayat hikayelerine çok keyifli sohbetler yapar olmuşlar.

Biraz daha yıllar sonra anlatıcımız kırmızı ışıkta beklerken aracının önünden geçen kızı gönül defterine yazmış. Onla tanışıp çıkmaya başladıktan bir süre sonra, güneşli bir bahar sabahına içinde kuşlar öterek uyandığında, camdan içeri süzülen güneşin sıcağında odasını temizlemekte olan annesine ilk sözü; anne ben aşık oldum olmuş.

Bu olayın üç yıl sonrasında; kırmızı ışıkta beklerken aracının önünden geçen kızla evlenip yıllar sonra bir öfkeye mahkum ettik herşeyi bir yemin ettim ki dönemem anına kadarki evrede iki süper çocukları olmuş. Bu süreç içinde kırmızı ışıkta arabanın önünden geçerken görüp evlenilen kıza bir butik açmaya karar vermişler.

Dükkan ararken, yolları o virajda yuvarlandığında ölümden dönüp belden aşağısı felç olan sakalı tertemiz ve yakışıklı adamla kesişmiş. Onların projesi binada uzun boylu, heybetli ve güzel kadın adına kayıtlı dükkanı tutmuşlar. Bu vasıtayla hep aklında olan hikayenin kahramanıyla çok yakın olurken, kadının nasıl asil güçlü ve yüreği kocaman olduğuna bu kez çok yakından tanıklık etmiş anlatıcı. O kadını çok sevmişler. Sonra işlerini biraz daha büyütünce kırmızı ışıkta beklerken aracının önünden geçen kız, o dükkandan başka bir dükkana geçmiş. Orada da müşteri olarak devam etmiş ilişkileri...

Bir gün İstanbul'dayken anlatıcı; yine kurulmuş masanın etrafında dayı çocukları ve karşı komşu çiftle sohbetin derinindeyken, bir an söz anlatıcımızın yaşadığı şehire gelmiş. O güne kadar bunu bilmeyen, doğal olarak bu da dayılarının şehrindendir diye düşünen avukat abla söylenen şehrin şaşkınlığıyla orada benim bir arkadaşım var diye anlatmaya başlayınca; öykünün eksik yanı o masada tamamlanmaya başlamış.

Bu çok sevgili avukat ablamız hani Yunanistan Türklerinden demiştik ya!.. Meğerse bu ablamızla sakalı tertemiz ve yakışıklı abimizin karısı uzun boylu heybetli ve güzel kadın çocukluk arkadaşıymışlar.Üniversite yıllarındaki abimizle bu güzel ablamızın ilişkilerinin en yakın tanığıymış avukat ablamız. O gün hayatın bu kesişmesine tebessüm eden anlatıcımız, can kulağı ile dinlemeye başlamış.

Uzun boylu heybetli ve güzel kadınla sakalı tertemiz ve yakışıklı abimiz bir birlerini çok ama çok seviyorlarmış. Uzun boylu heybetli ve güzel kadının ailesi de çok çok zenginmiş... Kazadan sonra bu sakalı tertemiz ve yakışıklı abimizin yanından bir dakika bile ayrılmayan uzun boylu heybetli ve güzel kadının ailesi onunla evlenmesine karşı çıkmış.

Her türlü ikna çabası çare olmayınca engeller koymaya başlamışlar. Ama hiçbir şey uzun boylu heybetli ve güzel kadının önüne engel olamamış. Her şeyi elinin tersiyle iten kalbi kocaman, uzun boylu heybetli ve güzel kadın İstanbul'u ve o yaşamı bırakıp sakalı tertemiz ve yakışıklı abimizle evlenmiş. Çok mu ama çok mu güzel bir kız çocukları olmuş. Birlikte kurdukları mimarlık şirketi kentin en güzel işlerini çıkaran büro olarak, tıpkı aşkları gibi çok çok güzelllikler katmış şehre...

Ve onlar her konserde, yemekte, toplantıda, kısaca bulundukları her sosyal ortamda bütün bir kentin gerçek ve içten bir saygıyla önlerini iliklediği insanlar olarak yaşamışlar, yaşıyorlarmış...

Ve izleri yeni yüzyılın bir efsanesi olarak, tıpkı Ferhat'ın Şirin için deldiği kayalar gibi; ama bu kez birlikte yaptıkları binalarda yaşayacakmış...

Kocaman aşklar ve iyi bayramlar dileği ile zamanın sonsuzluğuna...

Resim,Gustav Klimt'in Tree of Life adlı tablosudur.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Düşüm Ağrıyor

Akşam üzeri sinyal veren diş, gecenin en çaresiz saatine pusu kurup kalleş kalleş vurmaya başlayınca... dişime bir düş koyup yastığıma bir ''O'';  yanağımı yanağına gömüp ağrımı orada dindirirken, saçıma değen ellerde uyumuşum.

Yanağın yanağında ellerin sıcağındayken, kafayı bana takmış ağrı kör bir pusudan vuruyor bu kez. Ben kan revan bir son hamleyle direniyorum, sabahın ışıklarına çıkmak için... Uyku gözlerimin ucunda, el yordamı düş arıyorum.

Diş filistin askısı oluyor, gece kalleşleşiyor.

Yakıştıramıyorum geceye işkenceyi, kıyamıyorum bir de... Suçu ihmallerime yüklüyor; iki doz ağrı kesicinin kucağına bırakıyorum kendimi.

O usul usul dindirirken ağrımı; düş usulca sokuluyor yanıma. Uyandırmamaya gayret ederek, sarılıyor sırtımdan. Başını gömüp iki omuzumun arasına, kokumu çekerek içine davetsiz ve sevgili; sıcağına ekliyor beni.

Sabaha onsuz uyanmak istemiyorum...

4 Aralık 2008 Perşembe

İki Film Ve Ken Loach

Öncelikle Ken(neth) Loach'tan söz etmek istiyorum. Aslında piara dayalı, kaçınılmaz bir biçimde kazanç üzerine kurulu bir sistemde yaşamak zorunda olan bir endüstrinin içinde, ta başından ortaya koyduğu politik tavrından hiç ödün vermeden aynı dik duruş ve aynı minnetsizlikle sistemin içindeki her insanın saygısını kazanmayı başarmış, çok özel ve bağımsız bir markadır kendisi.

Bunu sağlayan en önemli özelliği, içindeki yoğun hümanizm, ince ve çok nitelikli mizah duygusu, sisteme karşı anarşist duruşla birlikte kullandığı sinema dilinin çok özgün, yoğun bir derinlik, bilgi birikimi, kuramsal değerler içeririken de anlaşılır olmayı başarmasıdır. Bu başarının diğer bir sırrı da kimseleri kandırmaya yönelik reklam çabaları içermeyen, kasılmayan, hayatı özümsemiş (ermiş) samimiyetidir.

Ken Loach: Sinema dünyasının en kendi, Kieslowski'nin -hiç kimsenin asistanı olmak istemedim, fakat Ken Loach bana sorsaydı, seve seve ona kahve yapardım- cümlesinde anlamını bulan en saygı duyulası insanlarından biridir; ve dünya varoldukça da saygıyla anılacaktır.

Yönetmen konusunda her ne kadar tarafsız olamayacaksam da; sinema önemli zevklerinizden biri ya da işiniz sayılıyorsa, farklı görüşleriniz de olsa genelde ideolojilere ya da toplumsal sorunlara farklı açıdan bakanları ilgiyle izlemeyi seviyorsanız mutlaka bir Ken Loach filmi izlemeniz gerektiğini düşünürüm.

Afili Delikanlı: Yönetmen ünlü oyuncular yerine, gerçekliği yansıtmak adına daha işlevsel olduklarını düşündüğü yetenekli ama isimsiz oyuncularla; ezilenlerden, yoksullardan, toplum dışına itilenlerden, onların yaşama tutunma heveslerinden bahseden; kameranın yine belgesel çekim teknikleri barındıran bir gerçekcilikle kullanıldığı bu filmde: Aile içi mutluluğun imkânsızlığı duygusunda, dersleriyle ilgilenmesi gereken yaştaki bir çocuğun hayata tutunma mücadelesinde sınıfsal konumunu reddederek, yapının göze soktuğu zenginliğe ulaşmak için saptığı yolları ve sorunları sergiliyor. Aslında içsel çelişkileriyle boğuşan kimlik arayışlarının tam da yol ayrımındaki çocukların, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar sorunlarının aynılığını ve kaderlerinin benzerliğini ortaya koyuyor.

Toplumsal gerçekçilik üzerine keskin bir anlatımı olan, her sinemaseverin(!) ve anne babanın ya da adayının izlemesi gereken bir film. Yönetmen bu filmde ve genelde sosyal duyarlılıktan yoksun sistemin sorunlara uzak tavrını; ilgisiz, çocuklarına despot, katı ve kuralcı bir baba gibi tanımlayıp eleştirirken; gerçekte varolup da eksikliği hissedilen annenin işlevini yerine getiremez konumu nedeniyle gerçekleşemeyen bir aile olabilme durumunun, ergen yaştaki çocuklar üzerindeki etkilerinide sergiliyor. Sıkı bir filmdir ve izlenmelidir.

Ülke Ve Özgürlük:
Sol tavrı net ustamızın İspanya iç savaşı üzerinden devrimci harekete bir bakışı diye de nitelenebilecek bu film: Aslında solun genel bir sorununa da göndermeler yapıyor. Bir çok ülkede; ki buna Türkiyedeki sol hareketin tavan yaptığı süreci de dahil ettiğimizde açıkca görülebileceği gibi, fraksiyoner bölünmenin olumsuzluğunun bir eleştirisidir de bu film... Her ne kadar Ken Loach ustamız sol hareket içinde tarafını yıllardır net bir şekilde ortaya koymuş ve filmi onların doğruluğu üzerine şekillendirmiş olsa da; yılların ötesinden beri süregelen, bir sürü teorisyenin ürettiği üzerine tonlarca kitap yazılmış farklılıkları kasabadaki toplantıda köylülere ve militanlara çok net, çok güzel ve kısacık bir sürede tartıştırarak; tüm bu görüş ayrılıklarını ortaya koyan olağanüstü açık, onca kaynağı okuyarak elde edemiyeceğiniz anlaşılırlıkta bir literatür özetide yapıyor.

Film eğer ideolojik bir taraf olmayla izlenecekse, bu güne kadar okuduklarınızın ve bildiklerinizin bir pratik üzerinden gözden geçirilmesi olacaktır. Bütün bu tartışmaları ve görüş ayrılıklarını , iki cepheden de çok açık ve tarafsızca ortaya koyan yönetmen; tüm anlatımını da yine Ken Loach sinemasının belgesel tadındaki, içinde ''insanlar'' olan gerçekçi ve hoş görselliği ile yapıyor . Film bittiğinde doğru olanın ne olduğunu siz buluyorsunuz.

Belki de tüm olması gereken: Elinde pazar torbasıyla iki fraksiyon arasındaki çatışmanın ortasında kalan teyzenin "birbirinizi öldüreceğinize faşistleri öldürün, açız biz" diye bağırdığı sahnededir. Bu fraksiyoner farklılık, ''no pasaran'' diyen bir anti faşist birleşmeyi gerçekleştiremediği gibi, safları iyice ayrıştırıp sertleştirir; ve her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları ''iktidar'' olanlar tarafından tasviyesiyle biter. Sonuç;40 yıl süren yüzbinlerce olümün yaşandığı Franco rejimidir.

Tüm bu yorumlar ışığında politik ve sert bir film olduğu duygusuna kapılınmasın. Özellikle tırnak içinde yaptığım vurgudan da anlaşılacağı gibi, duygu yoğun ve güzel ilişkiler sergileyen, insana baktırıp düşündürten lezzetli bir filmdir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP