1 Eylül 2021 Çarşamba

İster İstemez İmreniyor İnsan

Küçük bir sahil kasabasında yaşamak imrendirici bir özlemdir. Bilirim ki bir çok insanın hayalidir.  Hele o bir de tatil beldesi ve saklı bir yerse ve sosyal olanakları, mekânları hoşa giden biçimdeyse; tadından yenmez bir coşkudur, orada olmak. Kısa bir tatil  için orada bulunanlar ne yazık ki hızla geçen günlerin tadı  damaktayken dönmek zorunda kalırlar ve damakta kalan bu buruk tat nedeniyle de zamanın hızına isyan ederler.

1.315.000'lik bir büyükşehirin 215.000 nüfuslu bir ilçesinin kenar şeridinde yaşayan biri olarak imrenirim ben ama!

Uzun yıllar sonra, şu tür bir yere gitsem ve uzun bir tatil yapsam diye bir düşünce oluştu mu bende. İmrendim mi? Açıkçası onu da bilmiyorum. Çünkü hiç üzerine düşünmemişim, yıllardır. Demek ki istememişim. Genellikle kısa ve hayal ettiğimiz konsepte uygun birkaç günlük seyahatlerim var: Bunlar, ya bir kentin akıl çelen bir mekânı için olur ve civar odaklı bir kaç günü içerir ya da seçilmiş şehrin bir semtine yöneliktir ve onun altı üstüne getirilirken, ulaşımı kolay yerlerine de mesafe gözetmeksizin keyifle uzanılır.

Geçtiğimiz perşembe günü birden benim neyim eksik diye düşünürken yatağımın serininde, uyuyuvermişim. Öyle bir sızma ki anlatamam. İçime öyle işleyip, bilincime öyle bir oturmuş ki bu imrenme; derin uyku-rüya işbirliği içinde uçmuş ve konmuşum ben; bir bilmediğim yere. Hayırlara vesile olsun diyerekten, dilim döndüğünce, anlatayım Sizlere de...

***


Sırt çantama attım bir kitap, okuma gözlüğü, yedek maske. Düştüm yola. Hiç ulaşım aracı kullanmadım. Akşamdı ve canım uzun zamandır yemediğim için Kumpir çekmişti. Bir mekân görmüştüm, rüyamda mıydı, yoksa bilinçaltım mı üretti hatırlamıyorum. Çok beğenmiştim. Bir anda önünde buldum kendimi. Süzüldüm içeriye.

Çok kibar bir beyefendi, bilgisayarın başından kalktı ve karşıladı; elinde bir ince karttan form vardı. Doğrudan dolaba yöneldim: Rus salatası, kızarmış soslu sosis dilimleri, çok az dilimlenmiş yeşil zeytin, biraz kırmızı lahana ve çok az da mısır lütfen, dedim. Ben söyledikçe o işaretliyordu.  Caddeden alçakta kalan mekânın çok hoş dış masalarından birine oturdum. Aramızı yeşilliklerle ayıran kuaför salonundan ve bahçesinden kuru gürültü gelmiyor olmasına sevindim. Hatta oradaki yaz sıcağı sohbete kulak kesildim, dinlemedim, yaz serini kadın konuşmalarının varlığı hoşuma gitti. O ara kumpirim geldi. Çok beğendim görüntüyü. İçecek istemedim. Üzerine mayonez ve ketçap eklemedim. Usulca aldım kaşığıma. Gurmecilik oynayarak gönderdim damağıma. Çok hoşlandım.

Kumpirin hayatımıza ilk katıldığı zamanlar geldi gözüme. Ortaköy'deydik. Enteresan bir durum, şu an da Ortaköy'deyim. Halimden de çok memnunum. Usulca, yaz akşamı tadıyla ve keyifle götürüyorum bu zarif patates, tereyağı, kaşar peyniri ve diğerleri işbirliğini. Hımmm... Tarihi Ortaköy Kumpircisi? Bu ânı Enn Sevdiğim Kadın'a anlattıyorum, sanırım rüyamdaki telefondan. Biz de bizim buradakinde yemiştik, dedi O. Anladım ki mekân franchising'di. Ödememi yaptım, çay ikramına teşekkür etmiş, istememiştim. Ellerinize sağlık, çok güzeldi dedim ve basamakları çıkarak kaldırıma ulaştım.

Sonra... bir kaç adım sonra, ışıklarda bekledim; yan yolu ve bulvarı dikkatlice geçtim. Dikkatimi çeken dar bir sokaktan sahiline indim. Çok sevdim fakat sokağı; denize bir kaç adımda ulaşıyordu ve önünden geçtiğim ve sokağın ucundaki mekânlar çok güzel şeyler vadediyordu. Hah, dedim, şu mekân güzel, orada bir dondurma yesem. Gerçi sürpriz olmayacaktı çünkü dondurmasını biliyor ve seviyordum. Bu kez şöyle dedim genç kadına: "Kaymaklı, çilekli ve bitter çikolatalı lütfen." Sanırım çocukluk halim nüksetti ve çilek, bitter çikolata eşleşmesini merak ettim. Çok eğlendim yerken. Ancak bir daha denememeye karar verdim.

Yürüyordum bilmediğim diyarın kıskandıran sahil bandında ki bir müzik sesi geldi. Anlar benim kulaklarım iyi müziği. Hani kusur bulsalar da severler; çünkü, o gayretkeş sıcaklığı sempatik bulurlar.   Bir iskelenin girişindeydi meydan. Önce uca kadar bir yürüsem mi dedim, ama müzik ve meydandaki coşku ısrarla çağırıyordu. Girdim alana. İnsanlar coşmuştu. İki genç kadın hemen önümde pek de güzel, oynayarak eşlik ediyorlardı sahneye. Küçük iki kız çocuğu, anne anne diyerek sarılıyordu arada bir eteklerine. Genç solistin kitleyle iletişimi çok güzeldi. Ellerimi arkada bağladım, yüzümde bir keyif gülümsemesi, sırtımda sırt çantam... Ancak yoktu o akşam fotoğraf makinesi. Uzun süre dinledim. Bir süre sonra son şarkı dedi solist; ön gruptan anında bir itiraz yükseldi. Gençleri çok iyi anladım. Ben ki yüzümde aptal bir gülümsemeyle kapılmıştım; enerjisi yüksek gençler bu noktada bırakamazlardı. Sonra anlaşıldı ki genç solist espri yapmıştı. Bir sevindim. Bir alkış... Sonra, Güneye Giderken adlı bir şarkı söylemeye başladılar. Fakat solistin ağzı oynamıyordu ve tını biraz farklıydı ve bence duruydu. Gözlerim aradı ve buldu; gitar çalan gençlerden biri söylüyordu. Bayıldım. Sonra ona davulcu katıldı ki o da doğal ve sıcaktı. O ara yüzüme döndüm. Baktım. Benden kopmuştu ve çok eğleniyordu.


Sonra bir baktım sabah olmuş. Bir anda bir yol üstünde buldum kendimi. Bisiklet ve şu Binbin'ler gelip geçiyor ama saat erken olduğu için trafik az.  Yabancısı olduğum için beldenin çektim bol bol fotoğrafını. Sonra bir tık daha yürüdüm ve bir yaya geçidine vardım. O ara ağaçların arasından görünen bir mekâna takıldı gözüm. Hiç yabancı gelmedi. "Allah Allah," dedim, ne iş? En sevdiğimiz, orada rakı içmeye bayıldığımız, mezeleri âlâ mekâna ne kadar da benziyor! İnsanlar gibi, mekânlar da ikiz yaratılmış demek, dedim. Belki de demedim, pek hatırlamıyorum.


Aynı yoldan devam ettim, merakla etrafa bakıyorum. Devam eden rüyamın dün gecesiydi  ama dondurma yediğim yeri, hemen hatırladım. Sonra onun komşularının sıra sıra şu marka kahveciler olduğunu gördüm bu kez. Gördüklerimi sevdim, çünkü hem yeşil ve şirin bir tatil beldesiydi, hem de yapılaşma göz yormuyordu. Ne güzel ki yaşamak istediğim tatili sunuyordu rüyam bana ve bilmediğim bir yerdeydim. Çok enteresan.


Biraz daha yürüdüm, yürüdükçe şaşkınlığım artıyordu. Düşünüyordum... düşünüyordum... ama bulamıyordum. Çünkü birden bir balık lokantası çıktı önüme. Sevdiğim iki insana bir vaadde bulunduğumu hatırlattı bu bana. Taaa Kiev görünüyor gibi bir laf da etmiş olabilirim diye de düşündüm ki bu tür yerler için sıklıkla kullanırım. Tabii ki görünmez. Ancak ufuk çizgisinin ardını hayal etmek keyiftir. Mesela ben askerde ve acemi birliğimdeyken, bir akşamüstü Ankara Etimesgut'tan ufka doğru bakarken, deniz görmüştüm.

Çekerken balıkçının fotoğrafını şöyle şeyler geçti ruhumdan:  Denizden yeni çıkmış balıkları beklerken mesela; illaki beyaz peynir, bir kaç deniz ürünü meze ve buzz gibi rakı eşlik ederken şırıl şırıl bir sohbete... İşte tam o zaman fena kıskandım bu tatil beldesinde yaşayanları. Oraya yürürken bir başka balık mekânı da ilişmedi değil gözüme. Eski yeri ve küçük hali olsaydı ki ne güzeldi gibi bir söz geçti aklımdan ancak ne alaka şimdi dedim, sen nereden bileceksin ki. Bir  yanılsamaydı sanırım, zihnim karıştırmıştı, nereden rüyaya attı, bilemedim. Not aldım ama, uyanınca nasıl bir ilişkilendirme olduğunu düşüneceğim.


Sonra bir an yoksa ben Rio'da falan mıyım dedim. Gözüm alabildiğince plaj çünkü. Şemsiyeli ve şezlonglu olanlar küçük bir ücret karşılığı ama diğer tüm alanlar ücretsiz. Tüm sahil boyunca cankurtaran kuleleri var. Plajlar ve İskele'deki kafeler belediye işletmesi. Ve ucuz. Sahil boyu yol kenarlarında tertemiz duşlar ve tuvaletler, estetik tasarımları ile şıklık sunuyorlar. Yalnız iyi ve özenle yönetilen buranın bazı vatandaşlarının bizim bazı vatandaşlar gibi olduğunu görünce inanın temizlik görevlilerine acıdım.


Biraz daha yürüdüm. İskelenin öte tarafına. Bir kafeterya, plaj daha... yalnız ihmal etmişim ki bu iki plaj arasında ağaçlar altında, halka açık çok hoş masaları ve oturakları olan bir bölüm var. Tıpkı benim bazı yazılarımda sözünü ettiğim; Türkân'dan poğaçalar ve marketten kola alarak kitap okumak için geldiğim yere benziyor. Hatta tıpatıp aynısı. Bu biraz içime su serpti, bu kez kıskanmadım.



Biraz daha ilerlemiştim ki bir şirin bina dikkatimi çekti bu kez. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Çok hoş bir restoranı vardı yan tarafında, akşamları canlı müzik oluyordu. İmrendim. Şu üst odalarda kalmak ne güzel olur, diye düşünmeden edemedim; çünkü anladım ki bu bir butik otel.  Orada karşıya geçmeye karar verdim, basamakları indim ki fark etmemişim, bir binbin ve bir kaç bisiklet gelmekteymiş. Şortlu kadınlar ve iki beyefendi. Durdum ben. Onlar da durdu. Şaşırdım. Bir beyefendi yol sizin, dedi. O zaman fark ettim ki önümdeki, üç metre genişliği var yok bisiklet yolunda bir yaya geçidi. Eyvallah, dedim. Sonra niye kibarca teşekkür etmediğime pişman oldum. O kadarlık İngilizcem var sonuçta. Geçtim karşıya, sonra da tek şeritli ve parke taşlı şirin araç yolunu... Henüz yoğun bir trafik yok şükür ki.


Önüme bu kez iki dondurma mekânı çıktı. Özellikle bir tanesi çok şıktı. Anladım ki bu yöreye özgü bir dondurma üretiyorlar. Balkaymak. Çok erken dedim ama önüne vardığım kahve dükkânına bayıldım. Bir an beynim bir şeyler demeye başladı bana. Önce pek anlamadım. Sonra dur bakalım ne diyor diye dinlemeye başladım: Bana buraya hep bayıldığımı, ama konsept mekânlar açıldığından beri farklı şehirlerde farklı markaların mekânlarına gitmiş olmama rağmen bir kez bile bir Gloria Jean's Coffees dükkânına girmemiş dolayısıyla kahvelerini içmemiş olduğumu söylüyordu. Hımmmm, dedim. İstedim. Düşünmekteyim.


İskeleye tekrar vardığımda aklım bana dedi ki şuradan sola dön ve biraz da mahalle içlerine gir. Işıklarda bekledim. Sonra geçtim bulvarı. Güzel kafeler vardı burada da. O ara kumpir yediğim yerin önünden geçmekte olduğumu fark ettim. "Allah Allah?!" dedim tabii ki. Hava biraz daha ısınmışdı, yürümenin etkisiyle de terliyordum. Bir market gördüm ve girdim. Dili bilmediğim için anlamadım ama anladım ki bunlardan çok var. BİM yazıyordu. Adı şundan yazdım: Bu ülke neresi bilmiyorum ama hani bu ülkeden okuyan genç insanlar olur, ya da böyle şeylere meraklı memleketlim büyükler; bilsinler istedim. Islak mendili alıp kasaya döndüğümde karşı rafta ki burası çikolata rafıymış, bir gofret paketi dikkatimi çekti. Şam fıstıklı ve ezmeli imiş. Aldım. Sonra yerim, dedim ancak bu marka hiç yabancı gelmedi bana. Ampülüm benden atak, bir anda yandı ve enfes dondurmasından hatırladım markayı: Kahve Dünyası.


Çıkınca oradan biraz daha yürüdüm; içlere doğru, içgüdülerimle. O ara tek yönlü bir dar cadde sessizce çağırdı beni. Bayıldım. Bir baktım hemen girişte verandalı, sıcak bir pastane. Hiç yabancı gibi durmuyor. Dedim seviyorsun ya sen mahalleye aitmiş hissi veren abartısız dekorlu mekânları, ondandır. Oysa gurbette, vatan özleminden kaynaklı bir aidiyet duygusundandır diye düşünmüştüm. Karnım acıkmış, fark ettim. Niyetimde su böreği var ama... Memleket hasreti işte. Buram buram. Bunlar bilirler mi ki acaba? O ara şekli bizim gül ve kol böreklerine benzeyen şeylerden birer tane istedim. Bir de fincanda çay. Bir genç kız getirdi; caddeye boylu boyunca bakan masama. Dedim ki kusura bakmayın, takdir edersiniz ki bir rüyadayım ve nerede olduğumun farkında değilim ama öyle hissetsem de yanılıyor da olabilirim: "Ben daha önceleri de buraya akşamları gelmiş olabilirim; fakat siz dahil olmak üzere içerideki herkes bu sabah farklı." O, ben öğrenciyim ve gündüz çalışıyorum dedi. Bölümünü sordum. Yanıtı Hukuk 3 oldu. Takdirlerimi esirgemedim. Bu aralar ince, hemen bitecek, yormayacak, üzmeyecek ve eğlendirecek kitaplar okumayı tercih ettiğimden sırt çantamda Wilhelm Genaziano'nun, O Gün İçin Bir Şemsiye'si var. Seviyorum bu adamı.


Epeyice kalmışım bu sevimli pastanede. O ara içime doğmuş olmalı. Şansımı denedim ve bir Triliçe ile bir limonata istedim. Muhtemelen kitap burada bitecek diye düşündüm. Mekâna olan sevgimin, ve caddenin bir geçmişi olmalı bende diye zorladım kendimi ama rüya gaddar, ser verip sır vermiyor. Sonra bir ilk bu diyor. Bir yanılsama seninki, uyanınca geçer, diyor. Ona inanmıyorum. Lozan Caddesi? diyorum. Sizin tekelinizde mi diyor rüya.



İki saatten fazla zaman geçmiş. Ödeme için kasaya gidiyor, sonra ne kadar ucuz bu ülke diyorum. Sonra üç top dondurma için ödediğim para aklıma geliyor ve keşke bizde de hep mahallenin hava atmayan, lezzetli pastaneleri olsa diyorum. O arada da fırından yeni çıkmış su böreklerini görüyorum ama kader diyorum. Bir an tereddüt yaşıyor sonra geri yürüyorum çünkü korkuyorum kapılıp gidersem caddeye, kaybolurum diye. Belli ki ince ve çok uzun bir cadde. Kimbilir ne sürprizleri vardır. Bu kez direk İskele'ye dalıyorum. Çok sakin. Şu sahilin batı yakasının bir fotoğrafını alsam diyorum. Merak da ediyorum aslında ama ipler benim elimde değil. Bir bakıyorum uyanmışım ve evdeyim. Gün de pazar olmuş. Nasıl bir boşluk duygusu ama. Ve içimde nasıl bir rüyaya dönme isteği. Bugün diyorum, kahve içmeliyim ve gittiğim mekân da ilk olmalı. O ara bloglara göz atıyor, yorumlar yazıyorum. Bunlardan biri şu oluyor: "Sevgili Momentos, az sonra kahve içmek için dışarı çıkacak Buraneros'un henüz içilmemiş, hayaldeki kahvesine çoookkk keyif kattı. Peşin teşekkürlerimle."*

Sonra yine zaman çekip alıyor beni. Dizlerinde sallıyor.

Yeniden rüyadayım.



Çekiyorum kotumu, atıyorum çantama kitabımı, gözlüğümü, maskelerimi ve fotoğraf makinemi. Bu kez diğer kaldırımı tercih ediyorum nedense... Bir kaç adım sonra bunun nedeni belli oluyor. Dün karşıdan fark ettiğim ve çatısından Ukrayna'nın göründüğünü düşünebileceğim, yiyecekleri, müzikleri güzel mekânın önünden geçmeyi, ona yakından bakmayı, hem de güneşte kalmayarak bir taşla çok kuş vurmayı düşünüyorum. Sonra bu kararıma pek anlamı olmayan bir şekilde seviniyorum; çünkü artık iradenin bende olduğunu sanıyorum. Burası bir bira mekânı anladığım. İçeri girmedim ancak bakınca anlıyorum. Ama mesela bir rakı balık akşamının ardından, hani gönüller isterse mesela, orada bira içmek nasıl olabilir? Çüşşş diyorum kendime. Rakı balık üstüne bira ha! Bir kere daha çüşşş!

Sonra rüya içinde hayal kuruyorum. En üst kat. Ön masa rezerve. Bir bira tabağı. Tatlı bir esinti. Kelimelerin dans ettiği bir sohbet. Alabildiğine deniz. Gelsin biralar, gitsin boşlar. Atılsın kahkahalar.



İşte rüya bu ya ben tam kendimin farkında bunları düşünürken bir masada, enfes bir verendada, deniz karşımda, önünden insanların geçtiği; üzerinde Amerikano, bir kitap, gözlük ve frambuazlı cheesecake olan bir masada buluyorum kendimi. Müzik enfes. Ortam çok sakin, çok beğeniyorum dekoru ve yerleştirmeleri. Başlangıçta sesi biraz yüksek bulsam da sonrasında itirazsızca dinlediğim şahane bir müzik eşliğinde keyifle kitabımı okuyorum. Siparişimi alan ve bana servis yapan genç kıza ise bayılıyorum. Siyah bir pantolon bluz, uzun ve at kuyruğu ve sıkı sıkıya tutturulmuş siyah saçlar... Sanki bir Hint-Avrupa ten rengi. Ve müthiş bir zarafet. Hint vurgusunu güçlendiren küpeler...



Elimdeki kitap yine bir günde bitirileceklerden. Ernerd Loe'nun üçlemesinin ilk kitabı Doppler. Bu kadar mı olur? Bir rüyanın böylesi ânına bir kitap bu kadar mı yakışır? Mekânın sakin bir vakti. Bir çift var ki görmüyorum. Konuşmaları yüksek de olsa umursamıyorum. Bir hanımefendi geliyor o ara. Kumral, zarif, ben yaşlarda, kot şortlu ve şık bir bluzla tamamlanmış görünümü ve saçlarında bekleyen gözlüğü ile âna katkısı şahane. Ben kitabım, kahvem ve pastamın tadındayım. Ne mutlu bir rüyanın, huzur veren bir sabahın öğleye yakın saatleri... Hiç uyanmasam. İki saati geçiyorum. Çok nadir kararlarımdan birini veriyorum. Şu güzel Hint-Avrupalı'ya kibarca sesleniyorum.

"Yarım kupa Amerikano lütfen."

Sonra usul usul bitirince kahvemi; kitabımı, gözlüğümü atıyorum sırt çantama. Ödeme için kasaya geliyorum. Ödememi yaparken, her şey çok güzeldi, ancak şu camları bölen kayıt hiç olmasaydı ya da biraz aşağıda olsaydı... denizi kesiyor çünkü, diyorum. Tatlıca gülümsüyor ve herkes aynı şeyi söylüyor diyor. Tip-Box'ı boş geçmiyorum. O sıra Muzaffer'in anlattığı bir an geliyor aklıma. O'nu bir gün -mutlaka- yazmalıyım diyorum. Laf aramızda ben o yaşlarda olsaydım mesela, kesinlikle asılırdım bu kıza. Pimi çekilmiş bir el bombası bırakırdım iki satırlık; bir cümle ederdim; bir hafta düşünmezse de kafamı keserdim. Sonra bir yanıt gelmezse, kesik kafam elimde gider, gülümser, bir Amerikano, bir de frambuazlı cheesecake lütfen, derdim. Masaya geldiğinde gülümsemezse kafamı bir kez daha keserdim.

Bunları düşündüm tamam, inanın onu anlatabilmek için ne söylesem, başka türlü nasıl ifade etsem, azdı. Kendimi feda ettim!

Teşekkür ediyorum bu iki tatlı genç kıza ve çıkıyorum, keyifli keyifli yürüyorum. Enn sevdiğim kadını özlüyorum. Onu düşünürken eve dönülecek noktaya geldiğimi fark ediyorum; bir fotoğraf çekip, bir gün de rüyama buradan ötesi, bulunduğum noktanın batısı nasip olur inşallah diyorum. Sonra bir uyanıyorum ki evden denize bakıyorum. Hiç yabancı gelmiyor. Akşam da Enn Sevdiğim Kadın'a anlatıyorum, olan biten her şeyi.



*Momentos

26 Ağustos 2021 Perşembe

Kadıköy Vapuru'nda Bir An

Her zamanki gibi alt kat dışarıda, Kız Kulesi ve Haydarpaşa yönüne bakar kısımda oturuyoruz. Ayaklar korkuluklarda. Bıcır bıcır konuşuyoruz. Vapurların hastayız ki Kadıköy'den Üsküdar'a Eminönü üzerinden geçmişliğimiz bile vardır.

Vapur kalkmak üzere, gözlerim restoranlarda. Bir başka gelişte hedefe koyduğumuz bir de restoran var; görüş alanımızda olmayanlardan. Ahşap köprü çekilmek üzere. Son yolcular telaşla biniyorlar ve bir kısmı hızlı adımlarla üst kata çıkıyor. O ara gözlerim bir genç kıza kitleniyor. Yirmilerin başında ya da eşiğinde. O an zamandan kopuyorum. Nefesim kesiliyor. İçinde bulunduğum andan çıkarılıp  tecrit edilmiş başka bir ânın içine düşüyorum sanki. Kalbim nasıl atıyor. Halime şaşmak bile aklıma gelmiyor. Olasılıklar sıfır. Beynimde bir kesinlik. "Çıldırdın mı sen?" diyecek durumda değilim. Ona kilit gözlerim; zihnim, dilim, ruhum, zaman...

Bir sorum var, cesaretim de var ama bütün duyargalarım stop etmiş durumda. Korkunç bir heyecanın esiriyim. Dünya yok. Tüm kalelerim zapt olmuş. Odağım sadece O. Kalbim panik halinde fakat zihnim başka bir zamanda. Fiziksel değilse de titriyor içim. Kazık gibi adam, neler yaşamış adam artık tümüyle kontrol dışı. İçinden çıkılmak istenen bir rüyanın içinden çıkmak gerektiğini fark ediyor ama bir türlü uyanıp da o zulümden kurtaramıyorum kendimi. Bir çıksam eminim ki en çok kendim kendime şaşacağım ama kendimi bulup da dokunabilirsem kendime.

Dilimde kocaman bir asma kilit. Enn Sevdiğim Kadın belki bir şey söylüyor, anlatıyor, belki bir yanıt veriyorum ama sanki... sanki ânımda var, ama sanki yok.

O kız vapura adımını attığı anda beynim bir karar verdi. Keskin bir kesinlikle. Önümden geçti ve biraz ileriye oturdu. Bakıyorum. Kalbim örse vurulan çekiç gibi. Küt.. Küt... Küt...

Ah bir kendim olabilsem.

Her şey elimden gitti. Komuta merkezim dağıldı ve tüm duyargalarım bağımsızca eziyet ediyorlar bana. Hepsi çok emin.

Aslında ben de...

Dik duruşlu, güzel gözlü, kendinden emin halli, ruhunu açığa çıkaran çizgileri incelikli bu kız kesinlikle... kesinlikle O'nun. Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'ın. Kalbimdeki çarpıntı bir izin verse... şu kontrol edemediğim komuta merkezimi bir ele geçirsem, soracağım. Arada niyetleniyor, sonra vazgeçiyorum. Arada bir çaktırmadan bakıyorum. Her seferinde izler buluyorum. O ara bir mimik yakalıyor. Hoop zamanda uçuyor, bir sinema salonunda bir koltuğa düşüyor, dönüp yan koltukta oturan ama beni göremeyen kızla kıyaslıyor, tamam diyor, vapurdaki bedenime geri dönüyorum. Poşetten iki pasta çıkarıyor O. Birini arkadaşına veriyor. Isırıyor. Ben ne oluyoruz diyemeden kendimi bir pastanede buluyorum. Karşımda oturan ama beni göremeyen kıza bakıyorum. Kırılan pastanın düşecek parçasına yaptığı hamle...

Ahhh...

Evet evet aynı!

Artık Kadıköy'deyiz, inmek için ayaklanıyor insanlar. Önümden geçiyor. Bağcıkları kendi kafalarına göre takılan botları, saç kesimi, rengi, yüz hatları, yürekli ve bağımsız adımları, müdanasız bakışında gömülü romantizm aynı. O! Peki onca yıl sonra benim halim ne? Ne bu halim benim?

"Söyle bakalım Buraneros," diyorum.

Ahh ben bir bana dönebilsem bir yanıt olacağım da, o an bir gelse.

Yanaşıyor vapur iskeleye, beni görmeden önümden geçiyor, arkadaşıyla birlikte tahta köprünün üzerinden yürüyorlar şimdi. Gözlerim bir süre onla birlikte yürüyor, sonra ayrılıyor. Ben nihayet bana dönüyorum. Hayat kaldığı yerden akıyor. Enn Sevdiğim Kadın'a sarılıyorum. Nedense bu ânı O'na -şu yazıya kadar- anlatmıyorum. Bir keşkem yok, bir pişmanlık yok, cevap yok, suç yok,  duygular vapurda kaldı.

Her şey bir vapur yolculuğu sırasında anıları önüme bırakan denizin, o kızın ve rüzgârın yüzünden.

 


Garip.


Epeyi Epeyi Geçmişte Bir An

Çıkmadığım teneffüslerin birinde sınıfta sohbet ediyorken, tuvalete yazılmış bir slogan yüzünden; hiçbir siyasete, hiçbir ideolojiye öykünmeyen, hiçbir şeyi taklit etmeyen, duyguları derin, kuyruğu dik Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'ı, kızlar tuvalette sıkıştırmışlar, diye bir haber geldi. Sıradan fırlayıp tuvalete çıkan merdivenleri uçar adım giderken bilinçaltım biliyordu çetenin başını; ya da yine geleceğe bırakılacak bi sahne olsun diye karşılaşmak istediğim oydu... Kapıdan hışımla girdiğimde, dumana boğulmuş kızlar tuvaletinde, Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'la, kendisiyle aynı adı taşıyan sıra arkadaşı sadece sigara içmek için kaldıkları tuvalette, duvara yazılmış sosyal emperyalizm* içerikli, Halkın Kurtuluşu imzalı bir sloganın hesabını vermek zorunda bırakılıyorlardı. Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömürümün Neyleyim Ben arkasındaki iki arkadaşıyla elleri belinde bir kıyamet koparıyordu, tuvaletin orta yerinde... Sonra başta bizim sınıftan xx olmak üzere benim oraya geldiğimi gören onların fraksiyonun erkekleri de doldu oraya... Benim yanıma bir tek sıra arkadaşım geldi.

Aslında o gün orada başka kimsenin fark etmediği duyguların savaşı yapılıyordu. Herkesi donduran bir öfkenin rüzgarıyla bas bas bağırıyorduk, boynuzlarını bilemiş iki keçi gibi... Çok hakim olduğumuz literatürün bütün klişelerini mitralyöz mermileri gibi saplıyorduk birbirimize; delik deşik olup oluk oluk kanlar aksın diye... Kimse bilemedi bizi ayırırken kavganın aslını... Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün kıpkırmızı ve kan ter içindeki yüzüyle, bu ideolojik tartışmanın hırsından ağlıyormuş gibi giderken kuyruğunu dik tutma gayretinde; ben kantinin en ücrasında, üst kata çıkan dip merdivenin boşluğunda ağlıyordum. Aradaydım. Yaşamımın sonraki hiç bir döneminde bir kez bile tekrarı olmayacak şekilde hem de.


25 Ağustos 2021 Çarşamba

Şuraya Bir Link Bırakıyorum

En İyiler-1
 
 
 
Dominant Gözlerinde Okyanus Mavisi Kadınla Gecenin Bi Yarısı










24 Ağustos 2021 Salı

Bas Gaza Kaptan Bas Gaza

1.Gün

Dün akşamı çadırın üst koruyucusunu aramakla geçiriyoruz. Bulamayınca acaba verdiğimiz birinde mi kaldı? diye düşünüyor, buluruz umuduyla şehire inmeyi bile göze alıyor ama orada da olmadığını görüyoruz. Olsun, nasılsa yağmur yağmaz deyip diğer malzemeleri atıyoruz bagaja. Hayatta en bayıldığım şeydir yol heyecanı ve yolda olmak. Nelerin beklediğini düşünmek, hayalini kurmak masal gibi geliyor olmalı ki uyuyabiliyorum. Yola erken çıkacağız; ilk hedefimize varmamız için bu gerekli. Eylül 1980'nin 1'i. Uyanıyorum. Ev halkı ayakta. Bagajı son kez gözden geçiriyoruz. Cengiz'in bagajları için yer ayrılıyor. Vedalaşıyoruz. O gün değil ama bugün yazarken gözlerim doluyor. Babam. Şahane adam. Biliyorum ki yüreği atıyor, endişe duyuyor ama bu kapsamda bir yolculuğun bu yaşta  bir kere yapılabileceğini biliyor. Bağrına kimbilir ne taşlar basıyor. Bana, sürücülüğüme güvendiğini biliyorum, aksi durumda sadece bu seyahat için bir araba almaz, benim de farklı ulaşım araçlarıyla gitmem için gerekeni yapardı. Bizim üç harfli 5.25'in içi gidiyor, göz göze geliyoruz. O da bir genç, benimle vakit geçirmeyi seviyor, yaşadığımız maceralara bayılıyor ki aramız fazlasıyla kanka, sırdaşım. Israrcı olsam onla da gidebilirdik ama O bizim! Turuncu ise benim için. Seviyoruz birbirimizi, ilk anda. Eski ve çok sevilen, daha sonra oto aksesuarları dükkanı açan tatlı bir Abi'den aldık Turuncu'yu. Dönüşte satılacak ve edilen kârla benim masraflarım çıkacak. İş adamlığı budur! İşte o taksici abiyle arabayı aldığımızda birlikte gelmiştik mağazaya. Evladından ayrılacakmış gibi endişeliydi. Kime teslim ediyordu? Park yerinden çıktıktan, dar sokaktan ana caddeye döndükten sonra ve biraz ilerleyince bana döndü. "İçim çok rahatladı," dedi, "senin elinde bu arabaya bir şey olmaz."

Ev halkıyla vedalaştıktan sonra evin önünden ayrıldım. Annem arkamdan su döktü. Babannem tespih çekip dualar okudu. Kardeşlerim ben bahçe kapısına gidene kadar ardımdan el salladı. Kapıyı açmak için indim. Çıktım. Bu kez kapatmak için indim. Ev halkı evin önünden bana bakıyorlardı. El sallaştık. Yola çıkıp sağa döndüm. Şimdi Cengiz'lerin yazlığın önündeyim. Bu şömineli yazlık bir konuşsa var ya!  Güngör Teyze ve Tahsin Amca kapıdalar. Cengiz'in bagajlarını yerleştiriyoruz. İkimize de sarılıyorlar. Çıkıyoruz yola. Bir büyük hayal gerçekleşmişcesine çığlıklar atıyor. Kaç kere çak yapıyoruz. Şahane kasetlerimiz var. Ankara yoluna kıvrılıyorum. Sonra bas gaza şoför bas gaza.

Giriyoruz Ankara'ya, Cengiz İş Bankası mavi çek alacak. Onu hallediyoruz. Set'in terasında yemek yiyoruz. Kuzeniyle kaldıkları eve gidip biraz dinleniyoruz, sonra da ilk konaklama noktamıza doğru yola çıkıyoruz. Kızılcahamam'dan geçerken durup fotoğraflar çekiyor. Sonra devam ediyoruz. Sollamaya yol müsait olmadığında sağdaki emniyet şeritlerinden geçiyorum arabaları ki bundan çok zevk alıyoruz. Ahhh çocuk-gençlik işte! Bazen üst model güçlü arabalarla kapıştığımızda radyo antenini indiriyor tüm camları kapatıyoruz ki hız kesen unsurlar sıfırlansın. İstanbul yolunun Ankara sonrasını zaten çok sever, çok da keyifli bulurum. Hava kararmaya başlıyor. İşte tabela göründü. İniş hamlelerine başlıyorum ve sola dönüyorum. Adını çok duyuyor, takvim sayfalarındaki fotoğraflarına bayılıyoruz. O'na yolun, çam ormanlarının tadını çıkara çıkara varıyoruz ki hava iyice karardı. Turban'ın önünde park ediyorum. Müthiş bir serinlik; hani Eylül'den utanmasam kış diyeceğim. Giriyoruz kapıdan içeri, otel sakin. Resepsiyonun önündeyiz. "Oda lütfen," diyoruz. "Oda malesef," diyor papyonlu smokinli resepsiyon görevlisi. O ara hafifçe bankoya eğiliyor Cengiz, tişörtünün küçük cepinden mavi çekin kimlik kartı görevlinin önüne düşüyor. Kimin arkadaşı! Ve onun büyüsü ile bir anda şıp, otelde oda boşalıyor!

Gece ve Göl manzaralı odamıza geçiyoruz. Biraz uzanıyor, balkondan Abant'a bakıyor, şefkatli soğuk anne özlemi gibi yüzlerimizi okşuyor. Doğa elbirliği içinde. "Ne tatlı gençlersiniz siz bakim!" diyor. Duş yapıp üstlerimizi değiştiriyor ve göl manzaralı, miss gibi çam kokulu salona yemek için geçiyoruz. Havalı çocuklarız; iyiyiz ve karizmamızın içi boş değil; saatlerce konuşabiliriz. Gözler üstümüzde farkındayız. Salon çok hoş, sakin ve kalabalık değil ve sanki birbirine aşinaymış insanlar gibi bir sıcaklık var ortamda.

İki kuzu şis istiyoruz. "Bir de kırmızı şarap lütfen." Şahane bir tabak geliyor, enfes şişlerin eşlikçisi kuskus. Etlerin bu coğrafyadan olduğunu da düşününce nasıl bir keyif olduğunu hayal etmek gerek.

Zamana yayıyoruz keyfi, buluyoruz şişenin dibini. Sonra bu enfes doğada biraz balkonda oturup gölün sesini dinleyerek, şarabın rehavetiyle sızıyoruz.


Sabaha erken uyanıyoruz. Verandada, şu fotoğrafın açısından bakarak göle, enfes bir kahvaltı yapıyoruz. Ahh bu güzel, henüz kalabalıklaşmamış doğanın senfonik kokusu! Verdiği tazelik duygusu. Nefeslerimize nasıl bir tat katıyor. Sonra Turuncu ile uzun, ıssız ve yavaş bir tur atıyoruz gölün etrafında ve Otele dönüyoruz. Akşam bağlattığımız telefonun -o yılların normali olarak- hâlâ bağlanamadığını görüyor, eğer bağlanırsa burada ve sağlıklı olduğumuzu ve yola çıktığımızı söyleyin lütfen, diyoruz.


Taptaze bir hevesle, önümüzde bizi nelerin beklediğini bilmeden ama yaşama daha aşık bir coşkuyla yeni hedefimize doğru yola çıkıyoruz. Ana yola bağlanmadan önce iniyoruz Turuncu'dan, bu doğa harikasına bize yaşattığı unutulmaz bugün ve kattıkları için teşekkür ediyoruz.



Bakalım gelecek bölümde kısmette ne var?

Not: Turuncu çok yakın zamana kadar aynı plaka ile bizim sattığımız kişideydi ve sıklıkla görüyordum. Sonra aynı sahiple rengi Bordo oldu. Taze bir bilgim yok çünkü pandemi bizi hayattan alıkoyuyor.

2.Bölüm için buradan lütfen!


23 Ağustos 2021 Pazartesi

Rastlaşmaca

5.Gün

Dün öğle üzeri İzmir'e giriyoruz; 1980 yılının 4 Eylül'ünde. Mustafa Amca İzmir Bayraklı jandarma Komutanı. Önce oraya varıyoruz. Kendisi yok. Evin tarifini istiyoruz, öylesine bir tarif veriliyor. Karşıyaka'yı sokak sokak, cadde cadde geziyoruz. Yok, bulamıyoruz. Yeniden dönüyoruz karargâha, "Adam gibi bir tarif verin, kabak başınızda patlamasın," diyoruz. Harita bile çiziliyor.

Yeniden Karşıyaka. Şimdi tadını çıkarabiliriz. Gözümüz çoğunlukla kızlarda olsa da, tadına vara vara, elimizle koymuşcasına buluyoruz bu kez siteyi. Kapıdaki asker de önce arıyor sonra gösteriyor evi; kendilerinin henüz eve yerleşmediklerini, eşyaların geldiğini onların da Orduevi'nde kaldıklarını söylüyor. Evde oğulları varmış. Bu piyango. Çalıyoruz kapıyı. Açılıyor. Sarılıyoruz. Cengiz'le tanıştırıyorum. Eşyalar denk halinde olduğu için de seriliyoruz halıların üzerine. Uğur Orduevi'ni arıyor, odayı bağlatıyor.

Mustafa Amca ve Türkan Teyze ev yerleşene kadar Orduevi'nde. E güzel! Biziyse akşam yemeği için Orduevi'ne davet ediyorlar. E bu da güzel!

Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde, püfür püfür Körfez esintisinde, Karşıyaka kızlarını kese kese varıyoruz Alsancak- Kordon'daki Orduevi'ne. Eller öpülüyor, kucaklaşılıyor, sarılınıyor, enn iyi iki arkadaşımdan Cengiz onlarla tanıştırılıyor, anne baba selamları iletiliyor.

Oturuyoruz masaya. O yılların Orduevi! Muhteşem. Orkestra içinde olduğumuz filmin  Big Band'i. Repertuvarsa bu güzel akşamı bir rüyanın farklı farklı katlarına taşıyor sanki. Kadehler teklif ediliyor, ama tokuşturulamıyor; büyüklerimizin yanında içemeyiz. Hem daha yaşımız ne ki! Mustafa Amca ile Türkan Teyze, rakılarını usul usul, hakkını vere vere içiyor. Laf lafı açıyor, şahane yemekler eşliğinde şahane bir akşam yaşanıyor. Gençlik yerinde duramıyor elbette. Eli öpülesi büyüklerimiz çok anlayışlı. Vedalaşıyoruz. Sonra İzmir kazan biz kepçe. Fuar'ı ihmal etmiyoruz. Medrano Sirki tüm ekibiyle orada. Temmuz'da bizim fuardaydılar. Hisseli Harikalar Kumpanyası'nı orada izliyoruz. Erol Evgin'in Söyle Canım şarkısıyla hüzünleniyoruz. Çok keyifli bu romantizmden duygu yüklerimiz ile çıkıyoruz. Kesinlikle teselliye ihtiyacımız var. "Haydi Buraneros görev başına," diyor enn arkadaşım. Akıyoruz geceye ve epey epey geç vakit dönüyoruz eve.. Veda anlarının sızısıyla seriliyoruz yere açılmış yataklarımıza...

Sabah istikamet Çeşme; önce Çeşmealtı'nda -ben hariç- denize giriliyor. Sonra Çeşme Kalesi dahil ilçe talan ediliyor. O yılların enn popüler tatil köyü Altınyunus'a giriliyor, bir tur atılıyor ama  hava bayağı esintili, bir kaç fotoğraf çekiliyor, teknelere bakılıyor sonra vedalaşılıyor.

Şimdi ver elini Foça. Kordonda bir tur atıp gözümüze kestirdiğimiz yol kenarı, deniz manzaralı bir kafeteryanın önünde park ediyorum. Kenar bir masaya oturuyoruz. Bir şeyler içmeye niyetlenmişken ve sipariş verirken karşıdan gelmekte olan ve gözleri bizde üç bahriyeli yanımıza varıyorlar. Bir arkadaşlarının plakayı görünce dikkat kesildiğini ve beni tanıdığını söylüyorlar. E popüler adamım. Cengiz usulca klasik cümlesini kuruyor. "Olum seni burada da buldular!"


Gemiye davetliyiz. Hem beni tanıyan aşçı! Hazırlıkta olduğu için çıkamamış ve o nedenle arkadaşlarını göndermiş. Gidiyoruz gemiye, kıç güvertede masa kurulmuş. Çocukla kucaklaşıyoruz. Samimi olduğum biri değil, bir iki konuşmuşluğumuz var ama arkadaş değiliz. Tatlı çocuk ama. Bir de üst çavuş var orada, çocuklarla kanka. Rütbeler sıfırlanmış, muhabbet gırıla. Gemi komutanı üsteğmen, anlayışlı. "Hoş geldiniz," diyor, sonra çekiliyor. Yemekler yeniyor. Karpuz kesiliyor. Şahane sohbete, fıkır fıkır esprilere, komik anılara çaylar eşlik ediyor. Sonra poz poz, grup grup hatıra fotoğrafları çekiliyor. Fotoğraf çekilme anlarında görev değişiklikleri ile bizden hep bir kişi eksiliyor.

Yolumuz uzun bizim, akşam üstü İzmir'e veda. Önce Uğur'u bırakacağız, kopilotum haritayı açacak ve yeni hikâyeler için yola revan olacağız.



Hayatımın enn kıymetli, Che Guevera'nın Motosiklet Günlükleri'ne benzettiğim, unutulmazım bu seyahati yazmaya soyundum ama sanırım düzenli ve sıralı yazamayacağım, kervan yolda dizilecek bir bakıma.



Sevgili Şule'ye özel teşekkür; O Bergama demese, ben söz vermesem, sadece finali yazılıp yayınlanmış bu uzun hikâye, asla yazılmayacaktı.


3.Bölüm Eylül'de Gel için buradan lütfen.


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP