17 Kasım 2020 Salı

Şölen Haftaları

Üçlemeyi baştan almak için buradan

Bir öncesi içinse buradan .


Tanıştırayım:"Masamız!"




Özene ve bunun yürekten oluşuna, göze sokulmamasına, çok sayıda olmalarına rağmen hiç bir şeyin gözümüzde ve gönlümüzde eleştiri odağı olamamasına, mekânla aramızdaki gittikçe kuvvetlenen, kuvvetlendikçe yeni duygu renkleri ile tanışmamıza vesile olan bağa, hayranız. Ve mekânı iki kardeşim dışında herkeslerden koruyoruz! Birazdan, üçüncü ama pide niyetiyle geldiğimiz ilk günden ve sonrasından bahsetmeden önceyse, izninizle zamanı biraz ileri alıyorum: 



Birgünlerden birinde, sabahken ve henüz varmışken mekânın önüne, balıktan dönen İsmail Bey'le karşılaşıyoruz. Gözler, henüz deniz ve kayık kokan tazecik balıklarda... Bir teklif geliyor İsmail Şef'den; yetişkin ninnisi tadında!

"Izgaramız var nasılsa, balık da pişiririz, size özel ama! İster Buğulama ister Izgara!" 



"Hımmm bir akşam üstü  güneş göl tarafındayken ve istirahata çekiliyorken, denizden yükselecek ay vaktinde mesela, balık ve masa? Olur mu acaba?"

"Fakat Ustam mekân, doğa, şu muhteşem saklanmışlığın sesi, denizin esintisi ve dalgaların kırıldıktan sonraki melodisi bir şey ister, çağırır ve vakti zamanı gelince de kaçınılmaz olarak çağırtır!" 



"Hâl yoluna koyarız O'nu da!"



Zıplayan fısıltılar... kısa bir muhakeme... muzurca iki tebessüm.... sevinç ve kısa bir hayal ânı.

"Şu masalarda mı?.. hımmmmm gün batarken... hımmmm!.."



"Yoksa, o masalarda mı?!!"



İlk Pide Günü

 

Minik ve şirin fırında İsmail Bey. Bir pazar sabahı geleneği olarak civar yazlıklardan gelen malzemelerle mahallenin fırını tadında pideler pişiriliyor. Günaydınlaşıyoruz. Dolores asistan pozisyonunda.



"İki kapalı pide lütfen, biri  kıymalı diğeri de peynirli olsun."



Bahçede dolaşıyor, kankamızla oynuyor, fırından gelen kokularla başımız dönüyor, miss kokulu taze çay içiyor, pidelerin vakti zamanından az önce de masamıza oturuyoruz. Hımmmmm tereyağı, bal, patıl ve pidenin vazgeçilmez eşlikçisi, yöre malzemeli ev yapımı turşular!

Mis kokan tereyağını sıcacık patıl lokmalarının üzerine sürüp ağzımız tatlansın, dilin hücreleri ayaklansın diye biraz da bal gezdirerek götürürken alemin kral ve kraliçesi masada yerlerini alıyorlar. Kokuya mı bayılsak yoksa pide yüzeyindeki çatlaklara mı? bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki çeşit çeşit ve sevdiğimiz pek çok sanatçı elinden çıkmış, bazıları gerçek sanat eseri pideler konusunda Ünlü Gurme düzeyinde birikimimiz var. Bu minvalde söylemeliyim ki görüntü, koku, miktar ve sunum olarak ikimizden de alkışı alıyorlar. İçleri konusunda benim ölçüm iki şahane şeften: Babannem ve Annemden. Tatma noktasındaki gelişimim de zevk sahibi Enn Amcamdan.
 

 


Fakat pideler öyle kıpır kıpırlar ki: kendilerinin farkında, dünya güzellikleri garanti bir vakar içindeler. Alıyoruz kıymalılardan birer tane: İlk ısırıklar ve dünyanın tüm renklerine kapanan gözler! Nefeslerin kesildiği, sözlerin tıkandığı, tüm dış seslerin kapandığı bir an. Ve misler gibi, yöre yoğurdundan bir sürahi ayran. Bayılıyoruz; sunuma, içine, hamuruna, pişme düzeyine, her şeyine. Bu bir Bafra Pidesi ki ben bu konuda daha önceleri de yazdığım üzere Turan Usta'yı tek geçerdim. İsmail Usta daha özel ama! Bu bir butik üretim ve Usta mutfakta!  Üstelik minik yatırımlarla, el emeğiyle, mahalle fırını özünde içi evde yapılmış, hamuru Ustanın elinden, özel ve kıymetli bir Pide. O nedenle fena halde alkış! Hakeza yediğimiz en özel peynirden yapılmış peynirlisine de...


Sonraki haftalar farklı pideleri de deniyoruz, mesela pastırmalısını... Bu kez közde pişirilmiş domates ve biberler de konuk oluyor masaya. Pastırma çok özel, 1925'den beri üretip, kendi mekânlarında satan, inşallah yakın bir zamanda yazmayı umduğum, Bafra'daki çok özel ve nadide bir noktadan!

Yine baş döndürücü bir pazar sabahı ve dönsün başınız dedirten bir ustalık.

Bir Sürmeli Köyü Pazarı* dönüşü geleneksel pazar kadromuzla geliyoruz bu kez; Ben, Enn Sevdiğim Kadın, Kız Kardeşim ve Erkek Kardeşim. Onlar için ilk. İkisi de gurme, başarılı, el aldıkları ustalarının başını öne eğdirmeyecek beceride iç hazırlayıcısı ve aynı zamanda uzman pideseverler! Ve ikisinin de -Kız Kardeş bir kaç adım önde olmak üzere- mutfakları beş yıldızlı restoran kıvamında. Çeşit yapıyoruz bu kez masada! Hımmmm... hımmmm... sesleri havada,  çaylar demli, bitti pideler demesem parmakları gitmişti. Fakat ne yazık ki içimizden bir casus çıkıyor, ve kendi kendini ele veriyor: Erkek Kardeşim. Benim de tanıdığım, taze evlenmiş bir arkadaşlarına edince tavsiye, onlar da paylaşınca görüntülerini, bu da yine bir Sürmeli dönüşünde anlık fotoğrafı gösterince bize, sistemin dışına iteleniyor doğal olarak.




Kıymalı yumurtalı açık pideye gelin, gelin ki "Bu nasıl bir yumurta zamanlamasıdır Ustam," deyin. Çıtır ama içi yumuşak kenardan bir parça, yumurtayı usulca patlatmaca, kenardan koparılmış parçaya kıymasından almaca, yumurtaya dokundurmaca ve sonra göğe ermece... Üzerine de misss kokulu çaydan bir yudum.

 

 

 



Derken birgünlerden bir gün İsmail Usta Görele Pidesi öneriyor, özel peynirli üstelik. Kabulümüz! Sunum tabağı muhteşem. Ama daha muhteşem bir durum var ki aslına, geleneksele sadakat! Başka hiç bir yerde yok! Yumurtası son kertede içine kırılmış ve rafadan kalmış. Hamur diğer mekânlar gibi her modele aynı usulden değil, butik üretime yakışır, sanatçı duyarlılığında ve pideye, onun gelenekseline saygıyla ve aslına sadakatle hiç bir yerde rastlanamayacak kadar özel. Tanrım parmaklarımızı korusun!



Sonra birgünlerden bir gün hep gördüğümüz mangalda köfte ızgara ediyor İsmail Usta. Görmüştük ve bir fikir oluşturmuştuk daha önce. Çünkü mekân hafta içinde yörede çalışan işçilerin yemek noktası da aynı zamanda! Menemen yedik de Kuru Fasulye de tatmış mıydık acaba?

Fırında pişmiş tırnak pideler, közlenmiş domates, közlenmiş biberler, yakışır bir soğan salatası ile renkli, miss kokulu hoş bir tabak şeklinde geliyorlar; Usta tarafından yöreden seçilmiş, çekilmiş ya da çektirilmiş kıyma, kıvamında baharatlar ve özenle şekillendirilmiş, yine sanatçı duyarlılığına haiz köfteler öylesine lezzetli ki doğal olarak balık mevzusunu da köpürtüyorlar!




Aslında, şu yazıları yazan kişi, yani şu Buraneros, bu yazıyı bir üçleme olarak planlamıştı: fotoğrafları o kurgu çerçevesinde yerleştirmiş, ilk bölümdeki "Şu masalarda mı?.. hımmmmm gün batarken... hımmmm!..", "Yoksa, o masalarda mı?!!"  cümlelerinin olduğu paragrafı da son bölümle bağlayıp güzel, özel ve hatırlanası bir finalle bitirecekti yazıyı. Bilirim ki kendisi yazarken yaşar... yaşamazsa yazamaz. Ve okurlardan özür dileyerek  karar verdi ki: O son yazı tüm yazılanların etkisinden uzak ve o çok özel ânın saf, gelmiş geçmiş tüm yaşanmışlıklarından azade, gelmiş geçmiş dünyasından tümüyle steril duygularla anlatılmalıydı!



Anlatılacak...

 

Anlatıldı!..



*Sürmeli Köyü

12 Kasım 2020 Perşembe

Dışı mı Yakar İçi mi?

 Öncesi

 

 



Biz bir rüyanın içindeyiz, kesin. Dolores de rüyadaki  Almodovar kadınlarından biri sanki. Sanki olmasa, ilk anda henüz gerçek adını öğrenmemişken çıkar mıydı sanıyorsunuz ağzımdan! Çıktı, evet, ilk anda hem de. Henüz o yanımıza varmamışken ve sevinç çığlıkları içinde gıybet yapıyorken biz... Çıktı ve asıl adının üzerine yapışıp kaldı.

Servisi dış masaya yapıyor Dolores, biz mekâna baygın ve  flüt tınısında bir rüzgâr okşarken yanaklarımızı ve ferahlıyorken kolalarımızla, kıyıdaki masaların ardından sesleniyor Deniz: "Nerelerdeydiniz?"  Dalgaların köpüğü ve flüt tınısında yüzlerimizi sıyırıp geçen rüzgârla mutlu, sevinçten ve güzellikler karşısında şaşkın, gezegene hayran, dışarıdan bakınca küçük ama içine girince Doktor Who'nun Tardis'i gibi şaşırtıcı, hem de çok şaşırtıcı mekânın sokağa açılan bahçe kapısının ardındaki masamızdan yanıtlıyoruz: "Kusura bakmayın ve önyargılı ahmaklığımıza verin, lütfen."  



Fakat şaşırtıcı olan, bu saklı mekândan ikimizin de haberdar olmayışı! Bu çok enteresan: Hadi beni geçtim de Enn Sevdiğim Kadın'ın kulağına çalınmamış olması şaşırtıcı, çünkü Üniversite'den ve en yakın arkadaşlarından bir akademisyen ve yine tanıdığı pek çok kişi bu alanda kuşlar üzerine çalışıyor. Yoksa burayı keşfedenler, gelenleri çoğalırsa burayı bozarlar, popüler kılıp başkalarına benzemesine yol açarlar diye dillerine kilit mi vuruyorlar?!!!!

Hımmmm... şeffaf yeşil,  kalın ve kristalimsi halleri ile kolalarımızın servis edildikleri kadehlere, hadi gelin de bayılmayın. Keşif yapmış ve yaptıkları keşiften de büyük tat almış şu şirin ve gizemli mekânda toplu iğne görse bayılacak, gözleri dört dönen, sevinçli ânı zamandan uzak gizemli bir oyuna çeviren çocuk tadında, ve bayıldığımız kadehlerdeki uzaylı kolalarımızı keyfine çıkara çıkara yudumluyoruz.  Sonra içine geçip bayılınası obejeleri tek tek inceliyor, bu yürekten ve kocaman bir sevgiyle ve kelimenin tam anlamıyla ilmek ilmek işlenmiş derme çatma mekânın her bir hücresine sinmiş şefkatin ve karşılıklı sadakatin tüm hücrelerimize usul usul sirayat eden tadını çıkarıp verilen emeğe ve mekân-insan ilişkisinin kalp atışlarındaki miss kokulu sevgiye ortak oluyoruz.

 


45'lik plaklar, eski radyolar, yere serilmiş halı, çanak çömlekler, çiçekler, eski bir pikap, özenle seçilmiş fincanlar, ev tadında ve elbette çeyizlik tabaklar, ama... evet ama, özellikle sandalyeler ve masalar! Burada, bu mekânda farklı zamanlardan taşınmış pek çok hikâye bir arada. Bunu hissediyoruz. İçeriden miss gibi kahve kokusu geliyor, sonra da ev sunumunda bir özenle orta şekerli kahveler... Bu arada kahvaltı verdiklerini öğreniyor, mini mini bakkala bayılıyor, kendi elleri ile yaptıkları ve tıpkı eski zaman evlerindeki gibi neredeyse topraktan fırınlarına söyleyecek söz bulamıyor, bir sonraki gelişlerde de sırasıyla tüm üretimlerinin tadına bakmaya karar veriyoruz.



Ve onunla tanışıyoruz... Çok üzgünüz ki ikimiz de bir türlü adını hatırlayamıyoruz. Kendisi evin oğlu, çok tatlı, çok sıcak kanlı ve konuşkan bir çocuk: İnsan sarrafı. İnsan sarrafı olmasa anlar mıydı bizi ve gelir miydi sanırsınız masamızın dibine ve sonraları, taaa arabayı uzaktan seçtiğinde, kapının önünde kuyruk sallayarak, sevinçle, bir an önce boynumuza atlamak özlemiyle saniye saniye izler miydi, bizi? Öyleseni bir ilişkiydi işte... Çok üzüldük, günlerden bir gün göremeyince ve sorunca elbette; bir araba kazasıyla cennetinden bir başka cennete göçüp gitmesine...
 

 


Mekânın bir de Beyefendisi var ki kendisiyle ilk gittiğimiz gün, o alışverişten döndükten ve öteberileri yerleştirdikten hemen sonra tanıştık. Kapıdan girdiği anda ve bize doğru yaklaşırken belliydi medeniyet gördüğü... Uzun boylu,  filmlerinin unutulmaz oyuncusu, elbette yaş olarak yetişemediğimiz çağların Tarzan'ı, Johnny Weissmüller!  

 



Tanıştırayım: "İsmail Bey!"



Burayı fikir olarak üreten O. Şaşkınlığımızı ve takdirlerimizi beyan ediyoruz. Seviniyor, hevesle ve gururlu bir heyecanla anlatıyor. Ve anlıyoruz ki Gül-İsmail çifti en az birbirlerini sevdikleri kadar seviyorlar burayı. İlginç ve sevimli iki karakter. Almanya'da tanışmışlar ve evlenmişler, çalışma yıllarında bu derme çatma mekânın hemen arkasında ve aynı bahçe içinde biri İsmail Bey'in annesine ait olmak üzere iki güzel ev yapmışlar önce, sonra bir karar vermişler ve arada bir özellikle kışları gidip gelseler de  burayı mesken tutmuşlar.
Bir yüreğinin götürdüğü yere git ya da bir nevi emeklilik hikâyesi yani. Ve ne güzel ki aşıklar buraya, bu mekân bebeklikten çıkaramadıkları, hiç büyümeyen çocukları gibi. Hissediyoruz.

 

İleriki günlerden birinde ilk kez gördüğümüz bir genç kız ve bir genç erkek servisimizi yapıyorlar; üniversitelerin tatil dönemi ve belli ki öğrenciler. Sormuyoruz çifte elbette ama dedikodu kapsamında düşünüyoruz: "İkisinin önceki evliliklerinde birer çocukları var." İlk günkü tanışma faslından sonra şirin fırından gelen kokuların ortama yayıldığı bir esnada içimizden çıkan ama biz dışında kimsenin duymadığı bir ses "Haftaya kahvaltıda buradasınız," şeklinde ve keskin, kaçarı olmayan netlikte, komutan edasında ve dikte eder bir tonda  ricada bulunuyor. Hadi gelin de uymayın! 

 

 

Geliyoruz elbette! İçerideki, temizlik kokan örtüleri bayılınası ve sonrasında hep onu tercih edeceğimiz masaya oturuyoruz. Dolores kulağından eksik olmayan gülü ve şık elbisesi ile geliyor ki bu hâl ona çok yakışıyor. 



"Hoş geldiniz."



" Hoş bulduk." 

 



"İki kişilik kahvaltı lütfen."

 

 


Önce karşımızdaki çatıyı tutan tahta direklerden birine çakılan çivilere yukarıdan aşağı doğru asılmış kırkbeşliklere göz atıyoruz ve göbeklerinden anlıyorum ki bazıları  otomobil pikabı görmüşler. Burası bir kafe ama bir küçük müze de sanki. Ve o an bir gün yine çok özel yerlerden Nebiyan Dağına giderken bir köy kahvesinin bir odasında şaşırtıcı bir Müzeyle ve onu düzenleyen kişiyle karşılacağımızdan ve bayılacağımızdansa henüz haberimiz yok. 



Donanıyor masa...



Elbette tereyağı, kaymak, bal, reçel, süt bölgenin; hepsi bir kaç adım ötedeki sıra sıra ama seyrek köy evlerinden. Domatesler, biberler ve salatalıklar bahçeden. Yumurtalarsa bahçede dolaşmakta olan tavuklardan. Şahane bir kahvaltı, ardından kahve keyfi ve o...oooo dedirten bir zaman akışı. Sonrasında göle doğru uzayan gün. Bu arada kahvaltıya gelen köy ekmekleri, gözlemeler, İsmail Usta'dan. Ve elbette miss gibi ev tereyağının içine gömüldüğü çıtır pişmiş Tophaneler...  Tulum peyniri, şahane demlenmiş semaver: Dudak kenarlarından sızan iştaha serenad. 

Bu ilk gününde onca güzel pide yapan yer varken diye düşünerek açılışı Pide ile yapmıyoruz ama bir sonrasında deneyeceğimiz kesin. Fakat beklentimiz yüksek değil. Burası an itibari ile bir atıştırmalık, daha çok da kafe, en çok da kahvaltı noktasıydı biz için, taa ki bugünün sonuna kadar!



Biri pide mi dedi?




Devam yazısı Şölen Haftaları


9 Kasım 2020 Pazartesi

Ne Güzel Bir Aşktın Seni Anlatabilir mi Sanıyordun

"En çok kimi özlüyorsunuz?" diye, sorsanız. İkimiz de aynı anda ve derinlerimizden fışkıran bir özlem tonunda ve aynı seslerle deriz ki: "Onu!"

Bambaşka bir aşktı aramızdaki. Bunu bilir, bunu söyleriz!

Dilim döner mi anlatmaya bilemiyorum. Ya da kelimelerim yeter mi yaşadığımız kısa ama derin ve elbette unutulmaz ilişkiden aldığımız keyfi. Onu da bilmiyorum!

Öylesine bir sevgiydi işte!

Öylesine dipsiz, öylesine şefkatli, sıcak, sımsıcak, tutkusuz, ama şefkatli! Fakat sanırım ve işin aslı tüm kelimelerin kifayetsiz kaldığı, anlatılamaz ama yaşanan çok mutlu an izlerinin de unutulmadığı ve unutulamayacağı, tüm görkemine rağmen Aşk ile kategorileştirmenin kıymetini tanımlayamayacağı çok, çok ama çok özel zaman yolculuklarından birinde, bilinmez bir gezegende çok güzel ama her türlü sadeliğine rağmen görkemli bir yaşanmışlıktı!

Sanırım içinde bulunduğumuz durumu ancak böyle anlatabilirim...





Aslında Onunla tanışmamız tümüyle tesadüf: En ısısız, en sahipsiz halinden beri bildiğimiz ve sürekli gittiğimiz bir güzergahtaki -saklı- bir rüyayla üstelik de gün ışığında yıllar yıllar sonra karşılaşmak başka hangi kelime ile izah edilebilirdi ki? Çünkü O, hep oradaymış! Çoğu zaman buradan ötesi manasız dediğimiz, "Şu yola sap," diyen adını bir anlığına görüp değer biçtiğim ve hiçten sayıp küçümseyici bir tavırla hatırlanmayacaklar hanesine süpürdüğüm, sahil boyu kentlerde bolca görüldüğünden ve bu yüzden, sırf adı yüzünden ve "Hem de burada ha!" diyerek burun büktüğüm yerdeymiş.

Ve meğerse O da  bir anı beklermiş!


Günlerden birgün, kadim zamanlardan beri takipçisi olduğumuz, yıllarca devlet eli değmemiş, balıkçıların ve avcıların göz nuru(!), değerinin henüz farkına varılamamış yıllarında cümle alem tarafından talan edilmiş yolu üzerindeki tabelalarından birinde görünce Galeriç Ormanları Yürüyüş Yolu  levhasını, merak ediyoruz. Bundaki en önemli etken Belediye'nin önceki yıllarda Çakırlar Korusuna* el atıp, doğal dokusunu hiç bozmadan oluşturduğu ahşap yolların bir benzeri ile karşılaşma umudu ve dolayısıyla bu kez ormanın içini, suların üzerinden dolaşabilme hevesiydi.

Gerçi ahşap yollar varsayımımızın yanılgısıyla yüzleşip, bilmeyenler için bilinir kılmak maksadıyla koyulmuş tabelanın itelemesiyle girip de  eski yol hali ile karşılaşmak şaşırtsa da; el atılmamış yıllarını bilecek kadar eskisi olan bize  dokunulmamışlığı daha bir hoş gelmişti ve muhteşem sakinliğin içindeki küçük çiftlikle yıllar geçirmiş halinin ana yoldan saklı doğallığı, bir yürüyüş yolu için daha cezbediciydi. Galeriç Ormanlarının bittiği noktanın ötesinde ve belediye eskilerinin sahipsizliği yüzünden işgal edilmiş, yıllar yıllar sonra Kıymetli Başkanlar döneminde el atılmış ve sürdürülen hukuk mücadelesi sonunda yıkım hazırlıkları aşamasındaki ve bizi hep rahatsız eden yazlıklardan oluşan ve biz için yok hükmündeki kondu mahalle nedeniyle bir kez daha, uzamadan geri dönmüştük o gün de.

Sonraki günlerden birinde "Ama orada sizin mutlaka görmeniz gereken bir yer var!" diye düşünen iyilik meleklerimizden birinin bilinç altımıza girerek bizi itelemesi sonucundaysa, saygı duyup vardır bunda bir hayır diyerek-
yıllar yıllar sonra- ilk kez devam ediyoruz.  İşgal yazlıkları eleştirerek devam ederken uzaktan gördüğümüz ama yanaşınca fark ettiğimiz naylon kaplı ve yıkıntı gibi duran derme çatma yerle karşılaşıncaysa zıp zıp zıplamaya başlıyoruz. Karşılaştığımız şey muhteşem ve onunla tanıştıktan sonra yaşayacaklarımızın güzelliğini ve her gittiğimizde aramızdaki aşkın yüceleceğini, henüz bilmiyoruz!



Denizin kıyısına sıralanmış masalar ve sandalyeler dikkatimizi çekiyor; özenli örtüleri ve masal halleriyle... Bilinçaltımızdaki sahnelerle eşleşip hayaller kurduyorlar  göz göze gelmeyle birlikte. 

Kıyıya dönmekte olan küçük bir balıkçı teknesiyse köpük dalgalarla oynaşta. 

 



Bakışları uzakta yüzleri rüzgarda bir kadın ve iki çocuk denizin kenarında.

Onların, yani balıktan dönmekte olan adamla kıyıdaki kadının gözleri konuşmaya başladı çoktan. 


 Şu tekne, kazasızca kıyıya bir varsa!


O ara iki evi geçiyor, gözlerimizi denizden alıyor ve sola çevirdiğimizde kafalarımızı, iki yolun köşe başında ve yola bahçenin içindeki, rüzgarın naylonlarla engellendiği derme çatmalıkla göz göze geliyoruz. Tam o andaysa zıplama katsayımız ve onunla senkronize olan coşkumuz göğe eriyor. Hep eski ve siyah Türk filmlerinde yaşanacak değil ya bu anlar...  




Park edip önüne, biraz da tereddütle süzülüyoruz içeriye. Bir eşik geçtik şu dünyadan ve burası bir başka alem. Aşk alevleniyor.  Önce oturuyoruz masalardan birine; biraz ilerimizdeki masada, belli ki mahalle sakinlerinden aksaçlı bir hanımefendi ve muhtemel ki torunlar, okeye dönmekte... Bizim aklımızsa bahçedeki masalardan birinde. Koyu siyah saçlarının bir kenarında, kısa sapı kulağının arkasında bir pembe gülle  siyah elbiseli bir hanımefendi çıkıyor, minicik mekânın minicik ve iki odanın mini mini köy bakkalı  tadında olanından. Güleryüzle... 

Hoş bulduk

Tanıştırayım: "Dolores!"


"İki kola lütfen." 

 



"Ve iki orta şekerli kahve lütfen." 

 







  Devam yazısı: Dışı mı Yakar İçi mi?


*Çakırlar Korusundan bahis linkteki yazının -Bazen'de "yazarım", arabaşlığından sonra.

6 Kasım 2020 Cuma

Ara Sıcak

 



Bakışları uzakta yüzleri rüzgarda bir kadın ve iki çocuk denizin kenarında. Onların, yani balıktan dönmekte olan adamla kıyıdaki kadının gözleri, konuşmaya başladı çoktan. 

Mesafe ruhlarında sıfır olsa da... Şu tekne, kazasızca kıyıya bir varsa. 

 

 İki evi geçiyor, gözlerimizi denizden alıyor ve sola çevirdiğimizde kafalarımızı, iki yolun köşe başında ve yola bahçenin içindeki, rüzgarın naylonlarla engellendiği derme çatmalıkla göz göze geliyoruz. Tam o andaysa zıplama katsayımız ve onunla senkronize olan coşkumuz göğe eriyor. Hep eski ve siyah Türk filmlerinde yaşanacak değil ya bu anlar... 

 




                                                   Ve iyi ki aklımıza nakş-edilmiş O Aşklar! 



                                                                         Pek Yakında!

30 Ekim 2020 Cuma

Biri Maceralı Biri Şiirsel İki Güzel Okuma

Alain Guyard; hayal dünyası üzerine araştırmalar yapan, üniversitelerde ve liselerde felsefe dersleri veren, bu eğitim programını kodese taşıyan; yazı dili zaman ve mekâna uygun ve de hiç tanımadığım bir yazar ki bu Türkçe'de çıkan ilk romanı.

Edepli bir kaç okumanın ardından  konu suç dünyası ve onun mekânı kodes olunca doğal olarak  kitabın dilindeki -evlere şenlik- argo kullanımı, terbiyeme dokundu! Okuduğum süre boyunca çevirmen Nazlı Ceyhan  Sümter'e -alışana kadar yadırgayıcı gelse de bünyeye- sakınımsız, başarılı ve sansürsüz aktarımından dolayı sürekli övgüler gönderdim.

Çok zevkli bir okumaydı. Karakterler ilginç, anlatım ve çeviri şahane, sürekli ters köşeye yatıran, sürprizler yapan, akıp giden, suç mu desem, polisiye mi desem, macera mı desem, düzen eleştirisi mi desem bilemediğim ama bayılarak okuduğumu ve çok eğlendiğimi bildiğim, bunun filmini yapsalar dediğim, yorucu olmayan eğlenceli bir ara sıcak diye nitelenebilecek ama hiç de hafife alınamayacak, entelektüel düzeyde bir avantür film tadında, güzel bir okumaydı!

İçki, kadın, suç örgütleri, uyuşturucu, seks, felsefe, güzel Fransız şehirleri, barlar, kulüpler, bahisler, karakterlerin geçmiş hikâyeleri, silah, gelenekler, Kant, Sartre, Schopenhauer, Marx, Sokrates ve diğerleri... hepsi Kodes'de! Okur da kitabın içinde... Üstelik bazı karakterleriyle Fransa hükümetinin bazı Afrika ülkelerindeki operasyonları üzerinden siyasal eleştiriler de yapan, bunları içeriğinden küçük bir kitaba pek güzel yerleştiren, dilimin ucuna gelmişken esirgemeyeceğim üzere fırlamanın âlâsı ve hergelenin önde gideni, sevilesi bir yazar Alan Guyard; dolayısıyla başkarakter Lazare Vilain!

Nasıl bir yazma ve tasvir becerisi ise okumuyor, sanki tüm mekânlarda; misal barlarda dumanaltı oluyor, Kodesdeki nemli, pis ve rutubetli kokuları dahi alıyorum.  Oysaki topu topu 264 sayfalık bir kitap. Sanki beni uykumun bir yerinde aldılar bahse konu anlatımların içine, yani mekânlara soktular, bir sürü tanıklıkla birlikte bir sürü insanla tanıştım, tüm dış mekânlarda bulundum, bahis oynadım, içtim, yedim sonra da bir baktım ki yatağımdayım. Küçükken babannemden dinlediğim, kulaklarına asılınca emir bilip hikayedeki karakterleri sabahına yetiştirecek Cin hikâyeleri gibi!

Yani, geniş bir skalada farklı türde kitaplar okumayı ve keşfetmeyi seven ben, Kodes'e bayıldım; çok zevkli bir okumaydı, bir kez daha altını çizersem... eyvallah! Fakat sizin kitap yelpazeniz nereden başlar nereye uzar bilemem ve yanıltıcı da olmak istemem açıkçası, biraz da bu nedenle kitaptan, arka kapağında da olan bir bölümü şöylece bırakıyorum:

"Seni canlandıran nedir, hocam? Seni, Lazara Vilain'i hayatta tutan? Bize neden bulaşıyorsun? Kimsin sen? Bunun bir eğlence olduğunu mu sanıyorsun? Hayatın bir oyun olduğunu falan... Hayır, hayat bir oyun değil... Bir savaş, bir sınıf savaşı ve benim kocam bu uğurda canını verdi(...)

Sana bir şey söyleyeyim mi... Bir züppe gibi daldın bu işe; herhalde sefaletin ön sıralarında oturmak tatlı geldi(...)

Bir burjuvaya dönüşüyorsun, olan bu. Yasadışı bir burjuvasın ama neticede bir burjuvasın."







Ve jale Sancak... Ve Tanrı Kent



"Jale Sancak işte; güzel insanların, mekânların ve duyguların efendisi; gözlemleri kudretli, kalemi masalcı, gözlemci ama eleştirel ve duygulu kadın... Bir de yumuşakça ve sevgiyle de anlatılabildiğini gösteriyor ya kendisi, tüm sert eleştirileri.... Şu yanımdaki kahvesi dabıl şat, şekeri tek, sütü dik duran esmer şekeri aşmış ölçüde, kahvesi 4 dakika dinlendirilmiş, sütü mikrodalgada 40 saniye ısıtılmış ama senkronize edilerek aynı anda kahve ile buluşturulmuş sütlü sabah kahvesi tadında kendisi, kesinlikle! Çok seviyoruz kendisini, elde değil!*"

 



                                                                             ...........


"Kitapları kurcalarken iki kitap yapıştı elime; şimdilik birinden söz edeyim sizlere....

Yıllar önce, her zamanki tavrımla kapağına bakıp içinde dolaşarak, hakkında hiç bir bilgiye sahip olmadan o anki kararımla satın aldığım, ama bu kez kitap adının kararımda fazlasıyla etken olduğu, Jale Sancak 'ın ''Bu Gece Pera'da''sıdır bu.

Kitabı her elime aldığımda, sevdiğim şehrin sevdiğim semtinin sokak aralarında, o sokakların mekânlarında dolaşmış olmanın keyifli soluklanmaları esnasında, kahramanlarının yamacında çay içerken bulurum kendimi...**


 

Daha önceki yazılarımdan alıntıladığım cümlelerimden anlaşıldığı üzere ne kitabı çıksa, bazıları onun derlediği seçkiler de olsa alan, okuyan, Onun duygularına hayran bir okuruyum.

Onun dilinin sıcaklığından, kalbinin güzelliğinden ve hayatın köşe bucağından bulup çıkardığı kahramanlarından ve o hayatları duyarlı dokunuşlarla ve edebi bir gazeteci lezzetiyle hayatıma katıyor olmasından mesudum.

Bu mesud insan aslında 2017'de çıkmış ama kaçırdığı, ancak 2020'de başka bir yayınevinden çıkınca fark ettiği kitabı elbette hemen almış, Cola'nın buz ve limonla aromalanmış, bitince yeni bir bardağı çağıran son yudumu gibi sona bırakmıştı.

Bir başka kitaptan ona geçince başlangıçta o şiirsel dile ve kurmaca olmayan şiirsel hikâyelere adapte olmakta zorlandım. Ne zamanki onun hissiyatları ile aynı düzleme geldim, işte o zaman akıp gitti kitap.

Konu İstanbul, kahramanlarımız semtler ve o semtlerdeki küçük hayatların sarsıcı hikâyeleri.

Okurken; bildiğim, gezdiğim ve sevdiğim semtlerin küçük hikâyelerini onun gözünden okumak kaçınılmaz olarak gaza getirdi beni. "Ah İstanbul'da olsaydım şimdi!" dedim: Çünkü hikâyelerin izinde dolaşmak, bildiğim, gördüğüm semtlere biraz da nüanslı dokunmak istedim. İstanbul'da yaşayanlara özendim, "Onun anlatımı üzerinden şehri fotoğraflamak ne güzel olurdu," dedim.

Tanrı Kent, Kıyıya yüz süren dalgaları dinle, alt başlığı ile Hasköy; Birden üç el silah sesi, alt başlığı ile Nişantaşı; Kasette Müslüm Baba, jiletler aleste, alt başlığı ile Fener; Geyikler ırmaktan su içer duvardaki resimde, alt başlığı ile Gazi Mahallesi; Denizin türküsünü söyleyen eski iskele, alt başlığı ile Ortaköy; Buralarda potinler Gucci marka, alt başlığı ile Etiler gibi onsekiz semtindeki onlarca karakteriyle her biri sekiz on sayfayı geçmeyen öykülerde akıp gidiyorken: Arabesk aşklar, raconlar, eski hâlleri işgal etmeye başlayan yeni hâller, zaman içinde semtlerdeki küçük hayatların büyük hayatlara yenik düşmesi ile başlayan doku değişimleri, Nişantaşı'nın iki yüzü  arasındaki uçurumlar, Ortaköy karakterleri, Sulukule'de başkaya evrilen ve onu var eden dokunun kenara itilmesine ve yok olmasına neden olan rant hikâyeleri, yazlık sinemalarıyla birlikte film anonsları yapan araçların sokaklarından yok olduğu Kuzguncuk ve bunları oya gibi işleyen, kısa hikâyelerde kocaman sepya  fotoğraflar çekerek dünü yaşatırken, bakmadıklarımızı da görmemizi sağlıyor ve aynı zamanda bugünün renkli fotoğraflarını da kazıyor zihnimize, jale Sancak. 



Ve aslında; "Yüksekkaldırımdan yukarıya, genelev sokağına vuranlar, delikanlılar, ergenler, sancısı tutmuş adamlar... Yukarıdan, Galip Dede Cadde'sinden, bir kadının içinde kaybolma arzusuyla şahlanıp genelev sokağına inenler. Hiç gitmediğin, lakin yüreğinle anlamaya çalıştığın uzak, tenha, umursanmamış yalnızlığa mahkûm edilmiş şehirlerden kopup gelenler... Yılışık gülüşlerin bir kıyısında utanç, arsız bakışların arkasında hüzün ve öfke, pervasız sözlerde korku gizli." cümleleri ile sert bir giriş yaptığı ama olağanüstü güzel renklendirdiği Galata ile başlıyor bu okuma... ve sonrasında seline kaptırıp orasından orasına sürüklüyor, İstanbul'un!
.





*Yazarın onu tanımayanlar için iyi bir başlangıç olacak Uyanan Güzel adlı son romanı ile ilgili ve yazının ikinci paragrafından alınmış cümleler.

**"Bu Gece Pera'da"dan  bahisli yazıdaki filmden sonraki paragraftan.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP