13 Şubat 2020 Perşembe

Penfriend'lik Müessesesi

 Bir arife günü yazısı...


Kısa bir yazı planlamıştım. Oldukça kısa! Şöyle başlayacaktım yazıya: Bir gün, eski günlerini düşünürken blogların ve canlıyken dünya; diğer sosyalleşme alanları henüz yokken ve gözdeyken bloglar bir bakayım şimdiki zamanda, dedim; geniş alanda ve daha genç nesillerde durum nasıl? Önce eski blog yazarlarından sevdiğim bir bloga düşülmüş ve genç birine ait olduğunu düşündüğüm yorumdan hareketle o bloğa gittim, hoşuma gitti ve blogroluma ekledim. O blogdan da bir başka bloğa... O da hoşuma gitti, onu da ekledim. Sonra onlar üzerinden tıpkı eski biz dönemi gibi bir çember oluşturduklarını gördüm ve zaman zaman o çemberdeki diğer blogları da okumaya başladım. Çok da sevindim üstelik, bloglar yaşıyordu ve canlıydı! Üstelik bu insanlar geziyor, okuyor, fotoğraf çekiyor ve yaşadıklarını da kendi üslupları ve tazelikleriyle güzel güzel anlatıyorlardı. Ve üstelik başta mimler olmak üzere sürekli kendi çemberlerinde etkinlikler düzenliyorlardı. Buralardan önemli kazanımlar elde etmiş, her zaman bu ülke insanına ve gençliğine güvenmiş, bu ülke ile ilgili umutları hep pozitif olmuş biri olarak mutlandım da. İlgimi çeken, hoşuma giden, sıcak yazılara yorumlar yazdım. Gördüğümde beni en heyecanlardıran eylemlerden biri dünyanın dört bir yanından insanlarla mektuplaşıyor olmalarıydı. Birbirlerine ülkeleri ile ilgili kartlar yolluyor, onları süslüyor püslüyor, emekle güzelleşmiş bir iletişimi zevkle ve hevesle yapıyorlardı. Üstelik ekran üzerinden anlık ulaşabilme olanakları olmasına rağmen o mektupların ve kartların gidiş gelişlerindeki onbeş günlere varan zamanları büyük bir heyecan ve zevkle bekliyor, bu duygularını da pek güzel satırlarına döküyorlardı.





Yıllar yıllar önce 

Liseye yeni başlamışım, İngilizcem çok iyi ama bunu yeterli bulmayan, yıllar yıllar sonra içimizdeki en yetenekli Buraneros'tur diyecek en amcamın eksik kalmış hayallerinin bir projesi olan ben, onun zoruyla özel İngilizce dersi almaya mecbur kılınıyorum. Öğretmenim yıllar içinde bu şehrin bir üniversite, OMÜ'yü kazanmasına sebep olacak, uzun yıllar da Amerika'da kalmış güzel, tanınan bir kadın; Üstün K. Hanım... Fakat ben gönülsüzüm. Çoğu zaman ekiyorum. Bu derslerin de katkısıyla elbette İngilizcem iyice yükseliyor. Amerikalı, İngiliz dahil hangi ülke insanı olursa olsun, çatır çatır konuşabiliyorum. Okuldaki sınıfımda bir kız var, o da iyi. Zamanla İngilizce dersleri kızlar ve erkekler takımları arasındaki maça dönüşüyor. Öğretmen kilit ve zor bir soru sorduğunda sadece iki parmak kalkıyor. Bazen de tek ki o benim. Taraftarlar heyecanla bekliyor ama bunun farkında olan kadın  öğretmenimiz ise pozitif ayrımcılık yapmaya başlıyor. Bu da fayda etmiyor, o kız bilemeyince yine top bana geliyor. Benim içinse her soru topu boş kaleye atmak gibi... Yıllar sonra, sınavda öğretmen tahtaya soruları yazarken kağıdını alıp cevaplarını yazdığım sıra arkadaşım zaman içinde İngilizce öğretmeni olduğunda, "İlk yıllarımda en çok korktuğum, sen gibi bir öğrenci ile karşılaşmaktı" diyeceği kadar iyiyim. Uzun yıllar karşılaşmadığım arkadaşlarımla karşılaştığımda ilk sordukları: "İngilizcen o kadar güçlü kuvvetli mi?" olur, hala.  Fakat bir öğrenci olarak da fizik hariç fen derslerinde, cebirde, kısmen geometride, bir de olaylar ve süreçler değil de tarihler söz konusu olduğunda tarihte yokum.

Bu özel dersler ve özel öğretmenim sayesinde bir uluslararası arkadaşlık servisinden haberdar oluyorum; merkezi Finlandiya'nın Turku şehrinde olan International Youth Service. Bir de form veriyor bana. Kendi sınıfım ve yakın arkadaşlarımla başlıyorum işe ki yanlış hatırlamıyorsam 8 veya 10 kişi buluyor, onları forma kaydediyor, istedikleri ülkeleri, cinsiyetleri ve yaş aralıklarını belirtiyor ve ücretini alıyorum. Sonra o paralarla postaneye gidiyor, international reply coupon denen ve her ülkede paraya çevrilebilen kuponlardan alıp formla birlikte zarfı, sistemin kurulu olduğu Finlandiya'ya yolluyorum. Benim bu işten kazancımsa her formda ücretsiz bir arkadaş edinebilme.

İlk arkadaşım enteresan ki Finlandiya Turku'dan. Sonra İsveç'ten. Sonra jamaika'dan. Gözdem Finlandiyalı Anne ama! Diğerleri ile kısa tutuyorum. Anne ile ise frekansımız örtüşüyor. İkinci mektupta fotoğrafı geliyor. Çok güzel bir Finlandiyalı. Dünyamı ele geçiriyor. Plaklar gönderiyorum ki ilki Modern Folk Üçlüsü'nün bir albümüydü; içindeki şarkılardan birinin adı da Ali Veli. Bu sayede Veli'nin Fincede kardeş anlamına geldiğini öğreniyorum. Bizim müzik yelpazemizden, Esin Engin'in orkestra düzenlemeleri olmak kaydıyla oyun havaları dahil örnekler koyduğum kasetler de hazırlayıp yolluyorum. O da kendi müzikleri ile hazırladıklarını bana... Elbette bugünkü gibi kapıma gelmiyor bunlar, postanenin bir tür gümrük sayılacak ve bayağı uzaktaki birimine gidiyor, orada görevli polisler tarafından açılıp bakılmış halleriyle ve bir sürü sorgu sualden sonra alıyorum onları. Hakeza gönderdiğim her şey de kontrol ediliyor. 

Mina rakastan sinua,* diyor bir gün. Uçuyorum fakat bir yandan da dilin  Orta Asya Türkçesi ile benzerliğini düşünüyorum. Dünyamdaki bir numaralı kız oluyor Anne. Ne hayaller kuruyorum. O günün koşullarında tek iletişim olanağımız gitmesi ve yanıtın gelmesi toplamda neredeyse 30 günü bulan mektuplar. Ama okul dönüşlerimde apartmanın bize ait posta kutusundaki, günlerce yokladığım o renkli zarfı görmenin tadına da paha biçemem. Yüzüm ışıldıyor, yüreğim küt küt atmaya başlıyor, sanki asansör gitmiyor sanıyorum. Kapıdan girişim, defterleri kitapları bırakışımdaki hız anlatılamaz. Tüm ayrık otlarımdan kurtuluyor, kolamı alıyor, yanına da mutlaka tatlı bir şey buluyorum. Yaşamımın en güzel halleri hanesinden bir ritüel bu. Avrupa ile erişilmez bir bağ! Sanki mektubu okumuyor Anne ile yan yana kucak kucağa sohbet ediyorum, neredeyse kokusunu duyuyorum. Hatta bir yaz o İrlandaya dil okuluna gitmeyi düşünüyor, ben İngiltereyi düşünüyordum ancak o yılların şartlarında, döviz çıkarma miktarlarına koyulan sınırlar yüzünden ben gidemiyorum. O bana İrlanda Cork'tan mektuplar atıyor. 

Elbetteki kız arkadaşlarım var ki bu manada hiç sıkıntı çekmeyecek kadar hoş, talep gören bir çocuğum. Ama Anne bir masalın, benim masalımın kahramanı ben için. Sonra sınıfta kalıyorum. Sosyal bilimler, edebiyat, coğrafya,  felsefe, sosyoloji, mantık, ingilizce dersleri üst seviye olan bir çocuk olarak... fen bölümünde benim işim ne diye sorguluyorum? Amcamla benim hayallerim bir biriyle uzlaşmaları mümkün olamayacak kadar birbirine uzak. Sınfta kalma meselemi Anne'le paylaşamıyor, bundan utanıyor ve bir süre sahadan çekiliyorum. Bir süre sonra, toparlayınca kendimi  Anne'in bir arkadaşı ile mektuplaşmaya başlayan bir arkadaşımla atlası önümüze alıp Finlandiya'ya varacak bir Avrupa turunu, gün gün, santim santim planlıyoruz ama ülke koşulları yüzünden kağıt üzerinde kalıyor bu da. Babamın hep tahmin ettiğim erken ölümü gerçekleşiyor bir zaman sonra ve ben de zaten öngördüğüm ve hep hazır olduğum hayatı yaşamaya başlıyorum. Ama hayatımın en özel, en tatlı, en heyecan verici olaylarından biri olarak hem hafızamda hem de kalbimdeki yerini hep koruyor bu unutulmaz penfriend'lik serüveni ve müessesesi.

Elbette yıllar içinde zaman zaman düşünüyor, net üzerinden bulup ulaşabileceğimi biliyorum. Ama o yaşların ve orada kalmışlığın, o yıllardaki hayallerin, imkansızlıkların  o özel tadının ve çok hoş bu rüyanın da yiteceğini biliyorum o zaman. İngilizcem de yeni hayatımda pas tutan demire dönüyor zaman içinde.

Bir gün  annem yıllarca biriktirdiğim Hey, Gırgır, Fırt ve Alacarte gibi dergilerimi evde fazlalık yapıyorlar diye çuvallara doldurup atıyor ki onlarla birlikte tüm mektuplarım da gidiyor. O an çok üzülüyorum buna... ama çok. Özellikle St. Valentine's Day nedeniyle gönderdiği, çok hoş ve çok romantik renklerle süslenmiş, üzerinde bir kız ile bir oğlanın, kızın çıkardığı şapkasının arkasına yüzlerini saklamış oldukları çizim kart'a ve içine yazılmış sözcüklerin yok oluşuna üzülüyorum. O günlerde bilmediğimiz, bize uzak ama şimdi yaşamımızın bir parçası olan günden ve bu kültürden de onun sayesinde haberdar oluyorum. Fakat nasıl oluyorsa fotoğrafı kalıyor. Allahtan yaşadığı güzel anların izleri hafızasından ve kalbinden asla silinmeyen, her birini dün gibi hisseden, hatırladığında yaşayan ve kıymetlerini bilen biriyim.

Dün gibi!



*Seni seviyorum.


9 Şubat 2020 Pazar

Hayaller Gerçekleşmelerin Önizlemesidir

 Öncesi

Gün cumartesi, enn sevdiğim kadın bir nikaha katılacak ve sonra da gelecek. Kafamda bira var, bunu konuştuk mu bilmiyorum; bilmiyorsam büyük ihtimalle konuşmamışızdır diye düşünüyorum. Bir an gidip biraları alsam diyorum ama sağ ayak orta parmağım şişmiş durumda ve can arkadaşım doktorumla az önce telefonla konuşuyorum; durumu dinledi, gerekli önerileri yaptı, ilaç adı verdi ve bir kaç gün zorlamamamı söyledi! Aslında çok sevdiğimiz bir mekana gideriz de vardı fikrimde lakin durum yapma, sakin ol, diyor. Geliyor enn sevdiğim kadın; sırt çantasında iki ellilik bira var, daha önce görmediğim ve bilmediğim ama etiketinde mavi yazılar olan, şişenin opak siyah renginden dolayı içi görülemeyen iki bira. Hımmmm bir de profiterollü pasta!

Önce ona sarılmalıyım ve de bir kez daha bayılmalıyım. Kahve!!! Tek şeker, şeker seviyesinin üzeri kadar köpürtülmüş süt, filtre kahve ki her kademede French Press'in kenarını pışpışlayarak köpük oluşturup, o köpüğü en üst katmana kadar taşıma becerisi ve uygun kıvam süresi dolunca da hepsinin kupalarda buluşması. Pastayı dilerim abartmam. Bira şişeleri çok hoş; Efes'in yeni birası Blue Winter; kraft değilse de o kategoriden değerlendiriyorum. Gün geceye doğru yol alıyor, taverna saati yaklaşıyor; uzun zamandır, ilk 6.kattayken uyduda tesadüfen bulduğum ve o gün bugün ev akşamlarının cumartesi yemeklerinde müdavimi olduğumuz Kıbrıs Rum Kesimi televizyonunun şahaneler şahanesi programı eşliğinde yeni bir akşam. Fakat şöyle bir sorun oldu bir kaç ay önce; sevdiğimiz sunucu ki tatlı bir kızdı, programdan ayrıldı, o tatlı kızın olmadığı haliyle de sanki eski tadı bir türlü geri dönemedi. Şimdilerde yine açıyoruz ama eski tadı alamazsak da Yunan Televizyonu ERT''deki pek ışıltılı ve çok şenlikli tavernaya geçiyoruz. Orada da çok eğleniyoruz ama; hem Türkçe şarkılar da söyleniyor, ya da Türkçelerini de bildiğimiz Rumca şarkılar... 

Atıştırmalık konusunda ise klasik kovada karar kılıyoruz. Ama önce gidip bira takviyesi yapmalıyım. Ayak parmağım izin veriyor ki buz ve diğer önerileri yerine getirmiştim çoktan. Dört şişe 50'lik Budweiser ile  dönüyorum. Veriyoruz siparişimizi, bir süre sonra geliyor klasik kovamız; COOL Chicken'dan. Bize yakın, bölgenin en güzel müzik çalınan, en ünlü şarkıcısına ve grubuna sahip -arkadaş- mekanlarından biri... Bir yandan atıştırıyor, her zamanki gibi çok eğleniyor, biraları seviyor, şahane sohbet ediyor ama iki şişe ellilik Blue Winter ile kalıyoruz. Biraz hastayız sanki!




 

Pazar Öğlene Doğru

Erken uyanıyorum ki son günlerin enn enn ennnnnnnnnnnnnnnn güzel uykusu. Ona sarılarak uyumak!.. Masal tadında bir gece ben için; kendimi çok çokk iyi hissediyorum. Bütün mırmırlıklar terk etmiş bünyeyi... Bütünüyle fabrika ayarlarına dönmüş, eğlenceli ben olmuşum. Uyuyuşuna bayıldığım Güzeli izliyorum bir süre. Uyandırmak da istemiyorum ki çok yoğun çalıştı bu hafta. Fakat görünen teninin kremsi gerginliğine de bir öpücük kondurmadan duramıyorum. Ben bu çok tatlı, güzel yürekli ve hımmmm kadını çookkkk seviyorum.

Şimdi balkondayız. Sabah kahveleri hazır. Hımmmm bir dilim de pasta. Öğlen Metro'ya gideceğiz, bir başka niyetse Barınak'ta balık! Varmadan gün öğlene çıkıyoruz yola, istikamet çevre yolundan Metro, hoş sohbet gidiyoruz, bir kaç ay önce açılan sushi lokantasının dedikodusunu yapıyor, ilk büyük çoklu kavşağı geçiyor, Ordu-Trabzon yönüne dönüyor, rotayı oturtunca da basıyor gaza Schumacher'im.

Çok zevkli bir yolculuk, güneş yoksa da günün rengi sevimli. Laflaya laflaya giderken çevre yolundan ayrılmamız gereken çıkışı son dakikada kaçırıyor ve ilk uğrak noktamız Metro'ya dönemiyoruz. Şimdi binalara tepeden bakıyoruz, göğe yükseldik. İnişe başladıktan bir süre sonra da ilk çıkışta yan yola sapıp, karar revizyonu neticesinde önce yemek yiyelim o halde niyetimiz doğrultusunda Barınak'a bir geçiş bulma gayreti ile yola ama bu kez şehir merkezi yönüne doğru devam ediyoruz. Fakat tren yolu Tekkeköy'e kadar uzatıldığı için barınağa dönebileceğimiz geçiş yollarının kapatılmış olduğunu düşünemiyorum o an ki kapatılmış. O tarafa geçebileceğimiz ilk kavşağa kadar gidiyor, geçen gün girsem mi diye düşündüğüm dükkanı görünce cağ kebabı mı yesek fikri bir şekilde ortaya çıkıyor ama karar yetkisi bu haftanın çok çalışanına bırakılıyor.

Arabayı demiryolunun kenarındaki otoparka park ediyoruz. Raylarda ve çevresinde hummalı bir çalışma var. Yeni ve hızlı trenimize ahhh bir kavuşsak! Çoookkk planlarım var!

Kebapçıya doğru yürürken, eski tamirhane, aynı zamanda lokomotiflerin yön değiştirdiği demiryollarına ait ve benim her zaman bayıldığım, eski başkanlar döneminde Cerrahi Aletler Müzesi yapılmasına karar verilen ve o doğrultuda düzenlenen binanın açıldığını düşünüyorum. İçeride ışıklar gördüm, eminim! Bu arada ufak bir bilgi düşersem şuraya: Şehir cerrahi aletler üretimi, kalite ve marka konusunda dünyanın sayılılarından ve en ünlülerindendir, demeliyim...
 

Hele bir karınımızı doyuralım! İlk kez lokantaya giden, kahvaltı yapmadığı için fazlaca acıkmış, meraklı bir çocuk gibiyim. Ohhh ışıklar da yeşil! Hobbidi hobbidi geçiyoruz karşıya. Saat tam anlamı ile ve gün pazar olduğu için kahvaltı vakti ki lokantada sabah temizliği son anlarında... Arka kapısından giriyoruz içeriye. Muhtemel, hatta kesin ki açılışı biz yapıyoruz. Oturuyoruz bulvara bakan cam dibi masalardan birine; tatlıca bir genç kız geliyor ve başlatıyorum diyor, kebap servisini. Onaylıyoruz.

Biraz süzme yoğurt, bir acılı ezme, kararında ve hoş bir salata, bir tabak dilimlenmiş soğan ve daha ince olabilirdi dediğimiz dilimlenmiş lavaşlar yerlerini alıyorlar masada. Ufak ufak test ederken masadakileri, ne içeceğimize karar veriyoruz.

"Biri şekersiz iki  kola lütfen." 

Geliyor ilk şişler; görüntü muhteşem ki burna gelen koku da pek âlâ. Aslında Doğu ve Güneydoğu'da sabahın köründe ciğer ve benzer etlerle yapıldığını düşününce kahvaltıların, günün bu saatinde mekanda olmak fazlası ile hoşuma gidiyor. Şımarıyorum ve meraklı çocuk rolüme bürünüyorum. Önce biraz ezme koyuyorum lavaşıma, sonra üzerine biraz et çekiyor ve test ediyorum. Sonra yoğurtla aynı işlem, sonra salata ile derken ikinci şişler geliyor ve bundan sonrakileri biz istemeden getirmeyin lütfen, diyoruz. Artık soğanla devam ediyorum. Kesinlikle çok lezzetli fakat ikinci şişin gelme süresi biz ölçüsüyle erken olduğu için hem yağ kaybı oluyor hem de kısmen soğuyor et. Enn sevdiğim kadın iki şişte doydu fakat ben iki arada bir deredeyim.


"Bir şiş daha lütfen."

İşte bu! Sulu sulu, sıcaklığı tazelik kokan, kışkırtıcı görünümü ile baş döndüren bir final şişi. Ufak ufak çekiyorum lavaşların içine, başka hiç bir şey yok; et ve lavaş. Muh-te-şem! O halde, adetten madem, gelsin final çayları. Üstelik ödemeye geçtiğimizde önümüze gelen rakam gayet makul. İlk açıldığında gelmiştik Palandöken Cağ Kebap'a bir kez ve bu iki. Bizim konumumuza göre ise şehrin taaa ötesi.

"Teşekkür ederiz, ellerinize sağlık."

Ona  göstermek istediğim fakat bir süre önce el değiştiren, hep niyetlenip ama bir türlü uğramadığım bir kafe var; tam anlamı ile Britinya havasında olan, İrlanda yeşili renkli ahşapları ve caddeye bakan ahşap tarabalı minik bahçesi ile çok ama çok sevimli bir mekan. Varıyoruz önüne ki neredeyse tanıyamayacağım; devralan o yeşili hiç de sevemeyeceğim bir sarıya çevirmiş, ad değişmiş ve ben için anlamını yitirmiş mekan. Oysa ki kahve içeriz hayali kurmuştuk. Enn sevdiğim kadın bir an niyet gösterse de engel oluyorum. Metro'ya gideceğiz ki önceki yazıda  bahsettiğim kahveci dükkanı ile tanıştırmak onu niyetim.


Arabaya doğru yürürken müze olması düşünülen yapıda gözlerim. Ana kapının önünden geçerken iyice bakıyorum içeri; evet, bazı ışıklar yanıyor. Ön tarafına geçince dışarıdaki iki koltuk ve arabalar dikkatimi çekiyor. Yürüyoruz o tarafa doğru, o ara görünen bir salonunda bir sürü insanı koltuklara oturmuş vaziyette ve bir noktaya bakarken görüyoruz. Bir toplantı hali yani!

Kapıyı buluyor ve içeri giriyoruz; bir kafeterya havası var, henüz tam yerleşmemiş olsa da. Bir tatlı kadın "Hoş geldiniz," diyor, çikolata ikram ediyor. "Açıldı mı müze," diye soruyoruz ki henüz açılmamış. İçerideki kalabalıksa bir müzayedenin katılımcılarıymış. Hanımefendi bizim katılımcı olduğumuzu düşünüyor sanırım!.. Girebilirmişiz. Numara istermiş miyiz bir de... "İstemiyoruz, sadece izleyeceğiz." Enn sevdiğim kadının ortam ve karakterler çok hoşuna gidiyor ve müzayedelerden haberdar olmak istiyor. Artık gruba dahil. Mekansa neredeyse yüz yıllık.*


Şimdi istikamet Metro. Yolda iki faytona rastlıyoruz ki muhtemelen nihai park noktalarına gidiyorlar. Enn sevdiğim kadın çok şahane, Paşabahçe'nin  dörtlü ayaklı bira bardağı setinden alıyor; sonra da en aradığını bulamasa da ki Jameson Viski fıçılarında dinlendirilmiş, sınırlı sayıda üretilmiş kraft bira asıl aradığı.. başka kraftlar alıyor. Bir de ardıç tohumu arıyor ama ne yazık ki bulamıyoruz onu da... Çıkınca Metro'dan, bir önceki yazıda bahsettiğim coğrafyada ilerliyoruz, burayı yürümek için gelmediğimizden saklı yerlerini şimdilik gezdiremiyorum ki baharda ya da güneşli bir günde olmalı!.. Üst geçidi çıkıp sağa, ona göstermek istediğim kahve dükkanına yöneliyoruz ve onun azıcık uzağında bulduğumuz park yerine giriyoruz.

Yaklaşık bir yıldır fark ettiğim ve bildiğim ama girmediğim dükkana, Vera'ya ilk kez gireceğiz. Çift olduklarını düşündüğüm bir genç kadın ve bir genç adam. Bir de kız çocuğu var; ya raflardan aldığı bir kitabı okuyor ya da ders çalışıyor. Tam anlamı ile bir aile işletmesi ve ev şirinliğinde küçük bir mekan.

Kahve çeşitlerine bakıyoruz ve Kenya AA'da karar kılıyoruz. İnternet üzerinden kahve satışları da varmış; hatta Trendyol, Hepsiburada gibi sitelerde de dükkanları. Vera adı doğal olarak Vera'yı, Nazım'ın Vera'sını çağırıyor bana! Soruyorum. Mersin'deki ortaklarının kızıymış ve ad da tahmin ettiğim yerden geliyormuş. Hoş ve kocaman fincanlar ve de demliğinde kahvemiz geliyor. Küçük kaselerde de çikolata, kavrulmuş fıstık ve kayısı. Seviyorum ilk kez içtiğim Kenya AA'nın tadını. Kıvamlı kahveleri seven ben için ince gelse de yumuşak, baharatlı ve nüanslı hali çekiyor ilgimi.


Güzel vakit geçiriyoruz. Kitaplıktaki kitaplarından masaya taşıdıklarımıza göz atıyor, sahipleri ile sohbet ediyor, bu bölgede fazlaca inşaat yapan, blogdaki bir yazıda da bahsettiğim, epeydir rastlaşmadığım bir arkadaşımdan söz ediyorum.** Sonrasında, geçen gün bu dükkanın önünden geçerken düşünüp de vazgeçtiğimi yapıyor ve çektiriyorum kahveyi. Bir de hoş geldiniz paketi uzatıyorlar elime; taze çekilmiş Türk Kahvesi. Teşekkür ediyor ve ayrılıyoruz mekandan. Sıklıkla gelebileceğimiz bir noktada değil ne yazık ki; üstelik kendi coğrafyamız -yeni açılacaklar hariç- kahveci kaynıyor, içlerinde favori mekanlarım da var!

Çıkıyoruz park ettiğimiz yerden, biraz ilerliyor ve duruyoruz: Ağaç altı köşe masalardan birinde, İngiliz tuğlalı bu şirin mekanın duvar dibinde, yolu seyrederek çay içerken görüyorum kendimizi ki tam o an bayılarak okuduğum Ben û Sen'den izler ve onun müdavimleri geliyor aklıma... diye bahsettiğim Kahvehane'nin karşısındayız. Kapı önünde müdavimleri var. Yanılmadım! Bayılıyor Kıymetlim...

Biraz daha ilerleyince Şu kadim balıkçının şık restoranında, arka camın önündekilerinden, mahalle ve demir yolu manzarasına mazhar bir masada, uzun ufuklara, görkemli dağlara bakar gözlerle taze balık yemek nasıl olur? Hımmmm güzel olabilir... diye bahsettiğim yerin önünde de duruyoruz; bu kez ikinci katı manzara açısından daha da cazip buluyorum.

Bu yazıyı yaşanan günden bir hafta sonra bugün yayımlanmak niyeti ile yine bir cumartesi günü, dün yazarken, yılın ilk karı yağıyor. Deniz dalgalı, kar yağışı mutedil! Güneşse usulca ve muzırca göz kırpıyor...

Pencerenin önüne geçmeli kar yağışının tadını çıkarmalıyım...


*Mekanın 2011 yılında kararı alınmış ama restorasyona başlanmımış hali şu yazıdaki sondan 2. fotoğraftır.

** Bir arkadaşımdan bahisli yazı 

***Karga ailesi bahisli yazı

31 Ocak 2020 Cuma

Benim içim sıkılamaz mı?

Pazartesi


"Bin türlü kararsızlıkla dolu bir sabaha ulaştım hamdolsun, ki geçen hafta sonundan beri bir kayıp hafta ben için diyebilirim; bir keyifsizlik, bir buçuk hastalık, bir isteksizlik sorma gitsin.

Dün bile, öyle böyle işte!.. Bu sabah da bir şehre ineyim, bir inmeyeyim hali, bir tembele bağlayıp sığıntı sığıntı yaşama isteksizliği ki sorma.:)

Çektim kılıcımı sonunda, dedim bana bi daha geçen hafta sonundan başlayıp bugüne değin süren günler bahşetme Rabbim, bozuşuruz.:)

Bir satır yazma isteği yok yahu, coşkulu bir yaşanmışlık yok, sanat faaliyeti yok... Kuşandım kılıcımı ve çıkıyorum cenge; önce sırf iş olsun diye Atasam'a gideceğim aktarmalı, çıktımı alacağım, oralarda ya da adı batasıca AVM'de bişiler atıştırırım; belki de oradan eczaneye bağlar, Oğuz'a uğrar, oradan Çiftlik, Hakan, Meydan falan yapar, yeni AVM için Türk-iş'te iner, sonra da bu cenaha doğru yürürüm. İş paydos! Yüreğim ne derse o! Yeter laaaannn gelmeyin üstüme, naramı da atarım!:)

Kolay, afiyetli, neşeli bir hafta olsun, kumbaralarımız neşe ile dolsun, taşsın inşallah...:)

Öyle işte!

Yolcu, ellerinizden öper az sonra yola çıktı."

Diye yazdım, göndere bastım ve koyuldum yola.

Bir kahvaltı kararsızlığı yaşasam da istasyona doğru yürürken netleşti kafam, bir grip başlangıcında gibiyim geçen cumartesiden beri, ayarlarım bir türlü yerli yerine oturmuyor. Bir tavuk suyu çorba ile başlayalım o halde. Mahallemizin kadim esnaf lokantasına uğruyorum, çorbama bol limon, az karabiber, çok az da pul biber atıyor ve güne şifalı bir başlangıç yapıyorum. Trendeyim, yanımda güzel de bir kitap var, elim gidip gidip geri geliyor. Cumhuriyet Meydanı'nda iniyorum. İlk adım iskelesine doğru yürüyor, çok uzun zaman sonra manevra yapan bir trenle karşılaşıyor, onun geçişini bekliyor, buna da seviniyorum. Fuarlı yıllara bir özlem selamı çakıyorum ki tam da üst geçidin olduğu noktadayım; ahşap merdivenli köprünün üzerine çıkıp, altımızdan geçecek trenin tadını çıkardığımız çocuk zamanda... Rus Pazarı'nda tur atıyorum, cıvıltısızlığı memleketin hali ile ilgili ip uçları veriyor. Çıkıyorum pazardan aydınlık ve güneşli güne yeniden, bu kez minibüse biniyor, Atasam istikametine doğru gidiyor, ırmak boyundaki ağaçlara seviniyor, coşkuyla bir oraya bir buraya savrulan serçelerin bu afacan haline bayılıyor, sekreterden kontrol sonuçlarımın çıktısını alıyorum. Durumun normal olduğunu biliyorum, telefonla almıştım bir hafta önce zaten. İş olsun diye geldim!

Sonra bayıldığım coğrafya boyunca yürüyor, kendimi başka bir şehirde gibi sanıyor, enn sevdiğim kadına buraları gezdirmeyi bir kez daha düşünüyorum. Irmak boyundaki banklarda ve ağaçların altında kitap okuyup bir şeyler atıştırmayı seveceğini, Derebahçe'nin köy ve mahalle izleri bırakan evlerine, sebze ekili bahçelerine, sokaklarına, internet üzerinden ürün satan saklı yedek parça dükkanına ve doğal halle çelişseler de modern kafelerine bayılacağını biliyorum. Küçük koruyu şimdilik saklı tutuyorum. O ara bir teyze ki manav teyze, kamyonetin üzerindeki muz kolisini yere indirmemi rica ediyor; kucaklıyorum koliyi, o ara teyzenin manavını görüyorum, oraya kadar götürebileceğimi söylüyorum ve götürüyorum. Allah razı olsun, diyor, teşekkür ediyor. Hayırlı işlerin olsun, diyorum teyzeye.

Yürüdüğüm yol üzerinde O'na ayrıca ve özellikle göstermek istediğim bir kahvehane var ki bir an fotoğrafını çekip, mekanın altını çizmeyi düşünüyorum ama bundan hemen vazgeçiyorum. Fakat durup, bu özel mekana doğru bakarak bir ön izleme yapmaktan da kendimi alıkoyamıyorum. Ağaç altı köşe masalardan birinde, İngiliz tuğlalı bu şirin mekanın duvar dibinde, yolu seyrederek çay içerken görüyorum kendimizi ki tam o an bayılarak okuduğum Ben û Sen'den izler ve onun müdavimleri geliyor aklıma... Alın işte bir GYM Center ve de sauna daha! Şu kadim balıkçının şık restoranında, arka camın önündekilerinden, mahalle ve demir yolu manzarasına mazhar bir masada, uzun ufuklara, görkemli dağlara bakar gözlerle taze balık yemek nasıl olur? Hımmmm güzel olabilir, alkolsüz olsa da mekan.. Bir kaç dakika önce önünden geçtiğim ve her daim bayıldığım sürpriz bir noktadaki küçük kahveci dükkanına, O'na kahve almak için uğrasam mı diye düşünüyor, bundan vazgeçiyorum. Kırmızı ışık yeşil olduğunda bir elindeki bastondan destek alarak çok ufak adımlarla karşıya geçmeye çalışan amcaya yardım edebileceğimi söylüyor, o onaylayınca boştaki koluna girip kırmızıya evrilmeden ışık, onu karşıya geçiriyorum. Ne de güzel gülümsüyor! 56'lara doğru sapmayı düşünüyorum varınca kavşağa, buradaki canlılığa bir nebze seviniyorum. O tarafa yürümekten vaz geçiyor, eski Tekel binalarından adliyeye evrilen yeşillikli alanı bir kez daha beğeniyor, bölgeye kattığı canlılığı onaylıyor, yayalara öncelik tanıyan taksi şoförüne elimle selam verip teşekkür ediyor, ev şirinliğindeki küçük kafenin su börekleri ve de karalahana çorbası bir kez daha aklımı alıyor ama ben gülümseyerek eczaneye giriyorum. "Çocuklar gribim desem değilim, yandım bittim desem o da değilim ama yine de bir şey var, bir enerji yoksunluğu içindeyim. Bana bir şey önerir misiniz?"

"Herkes aynı."

Güzel cevap. Aile doktorumuz Oğuz'a danışmaktan vazgeçiyorum. Eski ve kadim pastane Efes'te salep içme fikrim var. Vedat'a uğruyorum, sigorta acentası, elimizde büyüyenlerden, eylem maceralarımı dinlemeye bayılan miniklerden ki şu ana yolda saman eylemi gecesinin tanıklarından biri kendisi. Henüz işe gelmemiş, çocukluk, ilk gençlik arkadaşlarımın, bizi ağzı açık dinleyen en küçük kardeşi; sarışına yakın kumral, renkli gözlü ve üç çocuk babası bir genç adam şimdi. Benimle özellikle tanıştırdığı bir voleybolcu kızla çıkardı ve onunla da erken bir yaşta evlendi. Mesutlar.

Önceki ve takdir ettiğim başkan döneminde hoş bir açık hava AVM'si şeklinde düzenlenen, bu durumu da zaman içinde işsizliğin nedeni sayan bir avuç esnaf ve 400 kişi toplamlı bir anket sonucunda yeni belediye başkanı sayesinde tekrar trafiğe açılmasına karar verilen ve biz kuşağı için çok ama çok özel bir anlamı olan İstiklal Caddesi'nde (Çiftlik) yürüyorum. Efes Pastanesi'nin önüne vardığımda bir iki yıl önceki halinin aksi soluk, ışıksız ve silik şu anki durumu üzse de beni yine de içeri giriyorum. Yanılmıyorum; maalesef ki Efes'te salep yok, hayat da! Üzücü bir durum, canı gitmiş gibi sessiz bir pastane. Memleketin durumu benden beter yani! Mado'nun önünden geçerken geleneksel salep afişi dikkatimi çekiyor, ama inancım sıfır. Önce dış masalardan birine oturuyorum, ısıtıcıya bir tık uzağa... sonra içeri geçmeye karar veriyorum.

"Bir salep lütfen."

Bir küçük kap dövülmüş ceviz ve yine aynı ebatta bir miktar kuru üzüm, bir küçük zencefilli kurabiye ve bolca doldurulmuş mini tarçın kabı ile hoş bir sunum. Ama şeklen geleneksel, yoksa mikrodalgadan geçip de geliyor. Olsun, ben gelenekselin tadını çıkarıyorum; bir kaç kaşık öğütülmüş cevizi içine atıyor, biraz üzüm ilave ediyor ve usul usul karıştırıyorum, sonra da üzerine bolca tarçın serpiyorum. Sonrası eğlenceli bir oyun; kah kaşığı daldırıp üzüm, ceviz, tarçın ve salep birlikteliğinin tadını çıkarıyor, bazen de doğrudan fincanı alıp yudumluyorum. Mekan hoşuma gidiyor ve bana da gelişimim konusunda iyi geliyor.

Varıyorum Hakan'a. Epey kalıyorum orada. Hakan fotokopi işi ve toner dolumu yapıyor, elimin değdiği çocuklarından sanayinin. Aynı hatayı sürekli yapıyor, dertsiz başına kesin bir ortak buluyor, sonra kesinlikle sorunlarla ayrılıyor ama yine de bir şekilde yükseltebiliyor kendini. Her zamanki gibi demiştin abileri dinliyorum. Çıkıyorum oradan ve bu kez caddeyi geri doğru yürüyorum, Et Lokantası'na uğrayacağım, kesin. Deva İşkembecisi aklımı çelmeye çalışsa da Et Lokantası'ndayım. İki kişilik masalardan birine oturuyorum. Bir kadın grubunun yemeği var sanırım, lokanta canlı. Şehrin kadim yıllardan bu yana en iyi öğlen menüsü çıkaran üç üst segment lokantasından son kalanı. Ötekiler Cumhuriyetle yaşıt Cumhuriyet Lokantası ve Oskar ki artık yoklar. Bir sürü yemek içinde kararsızken dolmalar gözüme çarpıyor. Patates püresi de hemen yanındaki Rostoyu işaret ediyor ama?!.. 

"Karışık lahana sarma, yanına da bir miktar yoğurt lütfen!"

Tadını çıkara çıkara yiyorum dolmaları; bir eski zaman filminin lokanta sahnesindeki adama özenmiş genç çocuk gibi ki lokanta zaten hoş bir şıklığa sahip, beyaz tabakların üzerine hoş bir dizaynla yerleştirilmiş kolalı peçeteleri olan nadir yerlerden biri. Eski usul soylu bir Lokanta yani. Cumhuriyet'i örnek alarak bu mekanı yaratan ama asla Cumhuriyet yapamayan Ulutan Abi'yi de saygıyla anıyorum. Tadım gittikçe yükseliyor. Usul usul fabrika ayarlarıma dönüyor gibiyim.

Minibüsten tam da Armada 1 Özel Kız Öğrenci Yurdu'nun önünde iniyorum. İçeri süzülüyor ve güzel müdiresi, çok da sevdiğim komşum Saadet Hanımın karşısına çöküyorum. Kulak çınlamamın ve doğrudan ayaklarımın beni içeri taşımasının sebebi de anlaşılıyor. Çalışanlarından tatlı bir genç kız hafta sonu Sinop'a gidecekmiş ve benim yazımdan notlar çıkarmış kendine. Çaylar geliyor, konu konuyu açıyor ve gün akşama varıyor. Şimdi daha da iyiyim. Eve geçiyor, hiç alakadar olmadığım işimin son haline bakıyorum.


Dün Pazar

Aslında arızanın başladığı cumartesinin haftasındaki pazar günü başlamıştım kendimi iyileştirme programıma. Şu geçtiğimiz pazar yani. Önce yeni keşif noktalarımdan birine pazar pidesi keyfi için gitmiştim.

"Bir açık kıymalı ve yumurtalı pide lütfen."



Mekanın kış bahçesindeyim, bu ikinci gelişim ve ilk geldiğimde hem pidesini hem mekanı, hem de çalışanlarını sevmiştim. Türkçeyi tatlı dille konuşan güleryüzlü, sempatik ve bunda da samimi genç kız istersem üst kata çıkabileceğimi söylüyor; bu bölümü sevdiğimi ve burada kalmak istediğimi belirtiyorum. Sanırım garson problemi var ve bu nedenle de müşterileri bir arada tutmak istiyorlar. Sakıncası varsa yerimi değiştirebileceğimi söylüyorum ki bir genç çiftin özellikle kadın olanı istemesine rağmen üst kata çıkardılar ki olaya müdahil oldum. Ben, dedim, buradayım işte! Erkek garson fırsat vermedi, onlar da diretmediler. Sonuçta benimle ilgilenen genç kız, bir sakıncası olmadığını ve kalabileceğimi söylüyor. Onun incitilmesini istemiyorum.

Önce keşkeğimi ve salatamı getiriyor, turşuyu istemiyor ve geri yolluyorum. Tüm bu süreç içinde de kitabıma göz atıyor, bir yandan da enfes keşkeğimin tadını çıkarıyorum. Pidem çıtır çıtır ve ince bir hamur, son derece iyi kavrulmuş, soğanı kıvamında lezzetli bir kıyma ve tam da olması gereken kıvamda bırakılmış yumurta ile gelen şahane bir pide. Bir fincan çayla birlikte onun da tadını usul usul çıkarıyorum. Ana caddenin ardında tam köşebaşındaki, ağaçlar içinde apartman olmayı bekleyen son evlerden biri manzaram. Köydü burası yahu, hem de ne güzel bir köy! Naz bir kaç yıl önce, ben inşaatları bitirmek üzereyken tam, sormuştu, kaplumbağaları... alıp eve getirdiğimiz kaplumbağaları; nereden almıştık dayı, diye. Burnumuzun ucundan, demiştim.


Bir çay daha içip, ödememi yapıp, ustaya teşekkür ediyorum. Geçen geldiğimde bir kadın elinden çıktığını düşünüp de kim yaptı diye sorunca keşkeği; pide ustasının elinden olduğunu öğrenmiş ve çok başarılı bulduğumun altını çizmiştim, dolayısı ile teşekkür doğrudan ustaya bu kez. Tatlı ve Türki Cumhuriyetlerden olduğunu düşündüğüm garsonum diğer arkadaşları ile yemekte, uğrayıp bizzat ve bir kez daha teşekkür edip ona, çıkıyorum caddeye. Bir Forrest Gump efekti var bende, o ataletten kurtulmak için elimden geleni ardıma koymuyorum ve uzun bir tura çıkıyorum, Cağaloğlu'nda. Bir kaç yüz metre sonra, geçen yıl çocuklarla gittiğimiz, çok sevdiğim, dış masalarında oturduğumuz ve geçen günlerden birinde oraya gitsem dediğim kebapçı dükkanının kapandığını görünce üzülüyorum. Oysa ne kadar çok kapanan yer görüyorum! Sonra ara caddelerden dönüyorum, fitness salonlarının çokluğuna bir kulp takıyorum; yeni sosyalleşme alanları! Hiç değilse sanal değil! Sonra bölgedeki değişim hızını düşünüyorum; dünyanın gelişmiş tüm ülkelerinde yüz yılda oluşmayacak yapılaşma ve hızlı değişimin on yıllarla ifade buluşuna şaşırmıyor ama insana uzun yaşıyormuş hissi verdiğini düşünüyorum. On yıl öncesini biliyorum ama sanki gerçekten yüzyıl önceymiş gibi uzak hissediyorum. Usul adımlarla ara sokaklardan eve doğru yürüyorum. Sahilde bir tur atıyor, eve ve kendi banklarıma varmadan ama mıntıkamdaki bir banka oturuyorum. Güneş güzel, martılar pür neşe. Açıyorum kitabımı.


Tam başlıyorum okumaya ki bir kadın sesi, "Buraneros." Kafamı kaldırıyorum ki burnumun dibinde bir genç kız ve bir köpek. Gülümsüyor. Bir de adımı seslenen kadın. "Figen!"  Boşananlar kulübünden, çocuklarımın annesinin arkadaşı, büyük oğullarımız aynı sınıftaydı ayrıca, hatta bebeklik arkadaşıydılar. Bir kaç gün önce daire bakıyorlardı ve sevdiğim, kendi işlerimizi de verdiğim emlakçıya yönlendirmiştim onları. Köpeği tutan genç kız gelini, ufak tefek tatlı bir kız. Yeni aldığı deniz manzaralı bize de yakın daireyi konuşuyoruz, iyi yaptığını söylüyorum; mutfağın duvarını da yıktırmış. Salona açık ve deniz gören mutfak! Ucuza aldığının altını da ayrıca çiziyorum. Biraz daha sohbetten sonra vedalaşıyoruz. Kitabı, duraklama döneminde olduğum için gıdım gıdım okuyorum, normalde bitmiş olması gerekirdi ama bu yavaşlık da hoşuma gidiyor çünkü kendimi uzun süredir Cezayir'de yaşıyormuş gibi hissediyorum. Genç bir kadın yazar Kaouther Adımı, Fransa'da yaşıyor. Kitabın baş kahramanı bir kitabevi, Vraies Richesse. Üstelik zamanlar arası yolculuklar tadından yenmiyor. Üstelik bildiğimiz tanıdığımız pek çok yazar var öykünün içinde... Bir de günlük var; arada bir önümüze çıkan ve güzel izler bırakan. Fakat bu zaman yolculukları çok güzel ve de çok zevkli; bir bakıyoruz yıl 2017, bir bakıyoruz yıl 1938. Satır satır yaşadığımı rahatlıkla söyleyebilirim kitabı. Öyle uzun bişi de değil, 186 sayfa ki şu yazıyı yazarken hala bitirmemiş durumdayım. Son yüzyıldır O'nu, kitabı ve Cezayir'i yaşıyorum sanıyorum. Eğri zamanıma doğru denk gelmiş bir kitap diyebilirim. Beni mutlu ediyor. Bir fikir veriyor, bir hayal kurduruyor. Gözüme kestirdiğim bir yer de var!


Birazdan toparlanıyorum, eve doğru yönelirken güneş aklımı çeliyor, martılar ve sahil, güneş, babamın ağaçları, açıktaki gemiler ve iskele kışkırtıyor ve yürümeye karar veriyorum. Yeni ve kocaman kahve mekanı açılmış, bir tane açılmak üzere ve devasa bir tane için de cooming soon levhası asılmış ama biraz daha dekorasyon işi var. Ellerinde kahve bardakları ile şu güzel mahallenin, havanın, denizin, sohbetin tadını çıkaran insanlar... Ne güzel! Dönüyorum ve bir süre sonra yürüyüşe çıkmış erkek kardeşimle karşılaşıyorum; yeni açılan AVM'ye gidiyor. Pazartesi günü gitmeyi düşüneceğim ama sonra bundan vazgeçeceğim AVM'ye, City Mall. Bir an tereddüt yaşasam da yol gözümde büyüyor. Biraz daha banklar, biraz daha kitap...

Şimdi evdeyim, salona açık mutfağımdan denize bakıyorum. Elimde bol limonlu sıcacık ve de şekersiz bir kant. Altındaki tabağa boşaltılıp soğutularak içirildiğim kant yıllarımın uzağında bir yaştayım. Gülümsüyorum.

Bir de Seni özlüyorum.



*Devam yazısı: Hayaller Gerçekleşmelerin Önizlemesidir!


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP