12 Haziran 2019 Çarşamba

İstanbul'u Taşradan Yaşamak Daha mı Güzel Acaba?

Uzun zamandır kafamızda olan bir yer var, daha doğrusu bir mekân... yine bir meyhane. Hani İstanbul'da yaşasak şimdiye kadar bin kere gitmiştik denilse de, bulunduğumuz semtten, İstanbul hayatının zorluklarından, zorlu trafiğinden yola çıkınca, acaba gerçekten gitmiş olur muyduk, diye de düşünüyoruz. O karmaşanın içinde, mesafeleri de göz önüne alınca, sanırım şehrin tadını çıkarmak daha zor. Oysa biz taşralılar, bir yer duyuyor, ya da bir şeyler okurken görüyor, sonra hadi bir hafta sonu şuraya gidelim, orada yiyelim, şu şu etkinlikleri görelim, biraz da şuraları gezelim diyor, hiç İstanbul'un karmaşık trafiğine ve hayatına bulaşmadan, yürüme mesafesinde, ihtiyaç olduğunda kalabalık trafiğe girmek zorunda kalmayacağımız ulaşım araçlarını kullanarak, direksiyonla ve etrafla cebelleşmek zorunda kalmadan bütün hedeflerimize kolayca ulaşıyoruz. Bu aslında çok da güzel. 

İstanbul ve onun sundukları, şu alemde yaşayan tüm ölümlüler için kesinlikle muhteşem, hiç tartışmasız. Ama sanki, sesi uzaktan daha bir hoş geliyor!  İstanbul olanaklarından aşağıda olmayan ama mesafeleri ve kalabalık yaşam açısından o kadar yormayan, ülkenin her yerine kolayca ulaşılabilen bir güzel deniz şehrinde yaşamak da, acaba daha mı güzel? 

Sanki bir kez daha, yine güzel, bizi çok mutlu edecek(?) bir konaklama yeri seçiyorum. En sevdiğim kadın onaylıyor. Yeme içme noktalarının rezervasyon işiyse her zaman olduğu gibi onda. Tarih mutabakatı tamam, ve erken alınmış -otobüsten ucuz- uçak biletleri cepte. Her şey yolunda. Üsküdar'a gidiyoruz...




2 Haziran 2017

Salih Ustadan börekler, havaalanında kahve klasiği bu kez yok. Kahvaltıyı gittiğimiz yerde, hatta hedeflediğimiz semtteki bir yerde, gönlümüz nereyi seçerse orada yapma fikrindeyiz. Pırıl pırıl bir sabah... Bir kaç dakika yürümeyle duraktayız. Bir kaç dakika sonra da Bafaş geliyor. Yolcu yoğun bir gün. Şehir, bir ay sonra başlayacak dünyanın 3.büyük spor organizasyonu olan Deaflympics, bir başka deyişle işitme engelliler olimpiyatına hazırlanıyor.* Havaalanı yönünde yoğun yol ve köprü çalışmaları var ve trafik, özellikle sanayi bölgelerine kadar ciddi biçimde yavaş akıyor. Çocukça bir endişem var. Epeyi sıkışık ve  sıkıntılı geçen sanayi coğrafyasını geçince rahatlıyorum. Havaalanı canlı. Kontuar açık. Sırt çantaları bagaja...  Anons, kapı ve uçak. Açık havada zevkli bir uçuşla Sabiha Gökçen... Havabüs ve Kadıköy.  Üsküdar İcadiye Mahallesine gidecek otobüsü bulmalıyız. Bir tarif alıyoruz. Ben Mevlüt'le tanışıyorum. İlk işini çıkarıyor Mevlüt ve  bize binmemiz gereken otobüsü gösteriyor, acele etmeliymişiz ama! Sonra da inmemiz gereken durağı... Büyüksün!

İniyoruz. Bu kez telefon, en sevdiğim kadının telefonu yani, elimizden tutup sokağın başına kadar götürüyor. Evi gördük. Bakkalımızla tanışalım.

"İki kola lütfen."

"İki de su lütfen."

Mahallemizle ilk tanışmamız sıcacık. Hemen kaynaşıyoruz. Evse masal gibi. Fakat Konak ve ben, daha çok benden kaynaklı olarak, biraz mesafeliyiz. Sevdiğimi, boynuna atılmak için kendimi zor tuttuğumu, bir an önce sohbeti koyultmak, daha çok da onu dinlemek istediğimi belli etmiyorum. Ağır takılıyorum. O kadim, olgun, ne günler geçirmiş, beni mutlaka çözdü ama alan açıyor sanki bana. Tatlı kadınla iletişimse çoktan, ooooooo...!


Giriyoruz bahçe kapısından içeri. Özenli, şirin, rengarenk, insanı anında ele geçiren bir ev ve bahçe. Tam karşımızda, bir kaç basamak inilerek ulaşılan -tabii ki yeşillikler arasında- bir kafeterya var. Bir kaç adım daha atıyoruz ki, oradan çıkan bir hanımefendi bize doğru geliyor. Onunla giriyoruz eve. Odayı açarken "Buradaki yaşam kurallarından bahsetmek istiyorum," diyor Gülşah Hanım, "ne yani?" deyiveriyorum içimden. Ama sonra dış kapının, konağın kapısının ve odanın anahtarlarını verdiğinde ve kuralları sıraladığında, bunun tüm hikâyenin içinde sıcacık ve tamamlayıcı bir nüans olduğunu fark ediyorum. Şahane bir aidiyet duygusuna gönüllüce teslim oluyorum.


120 yıllık bir konak burası, ailenin büyükleri merdivenlerden çıkılarak ulaşılan üst katta kalıyorlar fakat bahçe dışında hiç karşılaşmıyoruz kendileri ile. Duvarda Kâtibim şarkısının notaları var ki odanın adı da Kâtibim. Öyle ince bir zevkle ve özenle düzenlenmiş ki, yumak yumak bir sıcaklık  tüm hücrelerimize sirayet ediyor. Banyoda bugüne ait bir kaç şey var, fakat öyle güzel yedirilmiş ki düne,  sanki 120 senedir oradalar. Sabunlar mis kokulu, al eve götür, süs objesi olarak kullan; o derece doğal ve sevimliler. İsteyene peştamal, isteyene havlu. Odaların açıldığı geniş hol ise kasmayan, çok hoş, ve de kasılmayan, sizi sevgiyle eşitleyen güngörmüş bir olgunluğa sahip. Sevinçliyiz. O halde biraz şu güzel karyolaya uzanıp dinlenelim, dinlenirken ahşap tavanların tadını çıkaralım. Üstelik de bahçeden gelen, konağın temizlik, yemek, bahçe bakımı, çamaşır gibi günlük işlerinin ve çalışan seslerinin cıvıltılarla oluşturduğu müzik eşliğinde...





Haydi... Kuzguncuk'da Kahvaltıya(?)


Üsküdar İskelesinden gelen ve gittikçe dikleşen yokuşun sonlarında, ana caddenin iki altındaki Cemil Meriç Sokağında, gürültüden ve karmaşadan uzak sakin bir mahallenin içinde ve bu hale bayılmış iki insan olarak biraz yürüyüp, bakkalımıza varmadan sağ sokağa, Sıvacı Ferhat'a dönüyoruz. Hafif eğimli yokuşu Kuzguncuk'a doğru; evlere, sessizliğe, arada bir önümüze çıkan küçük, sevimli kafelere, ekili bahçelere bayıla bayıla inerken, medeniyetten ve sola dönen yoldan vazgeçip önümüze çıkan dar, eski ve dik merdivenlere yöneliyoruz. En üst basamağa henüz varmamışken bir anda, ucundan gördüğümüz maviliğe, tutuluyoruz. Şimdi onun çekim alanındayız. Merdivenin ilk basamağına vardığımızda önümüze çıkansa tam anlamıyla al gözüm seyreyle... Hızlı adımlarla iniyor, aramızdaki asfaltı geçiyor, Botanik Parkının yeşillikleriyle tüm sınırları kaldırıyor ve derin derin İstanbul çekiyoruz... Dönsün başımız!


Metropolün bir yerinde, onun tüm kalabalığından bağımsız, özgürlüğünü ilan etmiş, kargaşanın içinde yer almamaya direnen bir -ara-bölgeyi yürüyoruz. Yavaş, sakin, insansız, hâlâ köy kalabilmiş bir rüyanın içinden geçiyoruz. Karşı yamaca yerleştirilmiş at ve tay heykellerinden oluşan sürüye, önünde kaçınılmaz olarak kaldığımız maviye, ama daha çok da köyün esnafına, sevimli dükkânına selam ediyoruz. Güneş coşkulu, bizse ondan coşkulu! Gülşahın Abajurları yazan ahşap tabelası, güneşliğinin üzerindeki instagram satış noktası vurgusu ile bizi bizden alıyor dükkan.


Emine Hanım'ın evinin önünde durmamaksa imkânsız. Esnaflık budur! Sonuçta bağ bahçe, yemek, ev temizliği, çoluk çocuk gibi sorumluluklar da var! Üstelik başı dik ablanın, adı da var. Yazmış güzelcecik, sıcacık rakam ve harflerle... yazmış emekçi  tabelasını, asmış ekmek teknesinin kapısına: Köy yumurtası bulunur! Kaç koltukta kaç karpuz değil de nedir bu? Makine düzeni şehrin kıyısında bir güzel abla. Çok sevdik seni... çok.


"Varoşlarından" yaklaştıkça merkeze ve biraz daha kalabalıklaşmaya başlasa da binalar, az önce hissettiğimiz sıcaklıkta bir kayma olmadığını fark ediyoruz. Henüz semtin dokusunu bozacak, kendisine serin duracağımız bir ayrık otuna rastlamadık. Hatta sempatimiz artarak devam ediyor. Bostanla, Hagios Panteleimon Rum Ortodoks Kilisesi arasındaki tamirat çukurlarına bile -gerçek bir mahalle efekti yarattıkları için sempati ile bakıyoruz.  Kilisenin geçirdiği yangından sonra 1800'lü yıllarda inşa edilmiş çan kulesi cazibeli, ayazması ile birlikte yeşillikler arasında pek hoş duruyorlar... ama biz önce bostana girelim. Çünkü sevimli tabelası pek davetkar.


Buranın bir mahalle olduğunu hissettiren pek çok unsura rağmen, eskinin ilişkilerini sürdüren, kitlenin aidiyeti yüksek bir duygu ile mahalleye bağlı olduğunu gösteren mihenk noktası, tüm ele geçirilme çabalarına karşı uğrunda büyük mücadeleler verilmiş Bostan. Ne hoş bir kolektif yaşam kültürüdür bu ve ne de kıymetlidir; bugünün kozmopolit ve ilişkilerin çıkar odaklı olduğu samimiyetsiz dünyasında, kendi andalında kendi ellerinle diktiğin sebzelerini yetiştirmek ve bu ortak alanı bir rotasyonla isteyen herkese adilce pay etmek. Aynı zamanda bir etkinlik alanı olan Bostanın  amfisine bayılıyor ve hemen sahne alıyoruz. Formu bozulmadan kuyuya yerleştirilmiş küpün ağız kısmına koyulmuş su çanağından su içen kedi, sorumluluklarının bilincindeki korkuluklar, yeşil heykeller, çok kara olmayan kargalar ve tüm bu alanı daha renkli kılan güngörmüş evler... İzleyicilerimiz. Ne güzel!


Açlık hiç ses etmiyor. Bu ahenge bayılmış olmalı ki hiç de uyarmıyor. Mekânlar çağırıyor fakat İcadiye Caddesini kesen sokaklar da elimizi bırakmıyor. La Mekân'a neden oturmadık hatırlamıyorum. Kapalı mıydı o saate acaba diye de düşünüyorum. Belki de güvendiğimiz ve sevdiğimiz gurmeden kaynaklı olarak bilinçaltımızdaydı komuta... onu da bilmiyorum. Bir bakıyorum ki Pita'dayız.


Küçük, sevimli bir mekân, Amerikan servisleri hoş; semt çocuklarının ellerinden çıkmış renkli, sevimli resimler. Tezgâhın ardındaki abladan güzel yemekler çıkar diye düşünüyorum. Tek kalmış karnıyarık tahrik edici. Ama biz kahvaltı için buradayız. Bir kişilik söylüyoruz, böyle alıştırıldık!.. İki de çay.


Hanımefendi sahiplerinden biri, öğretmen. Seçtiğimiz kahvaltı geliyor, hoş bir set, poğaçalar lezzetli, ama şımartılmış insanlarız dedim ya, gözümüze az geliyor, içimizde bir eleştirmen türüyor. Taşralı algısı deyip geçebilirsiniz de! Kuş cennetinde, su basar ormanlarının içinde, belediyeye ait ama bölge insanlarının ürettiği ve çalıştığı yer dahil, öyle zengin kahvaltılara alıştırılmışız ki...  tek kişilik kahvaltıyı dahi -iki kişi için- yarım isteyen gözlerimiz bu nedenle  belki de eleştirel. Yörelerinden özenle seçilmiş ürünler, ciddi bir emek, merak, en iyisi olsun arzusu ve işe sevgi katma var, eyvallah. Müşteriler memnunlar ki, iletişimleri sıcak ve bu sıcaklık samimi. Ama bugün ya bizde bir sorun var ya da şımartılmış insanların burun bükmesi ele geçirmiş bizi. Oysaki şu an görünen tabak bir kişi için ideal. Güzel de zaman geçiriyoruz, lakin içimize de bir il başkanı kaçmış gibi... o halde, o anki hissiyatımızla söyleyelim, "Belki her şey güzel ama yine de bir şey var!"




 Bazı kitaplar zıp zıp zıplatır... Üstelik de bu kadar olur!


Caddeyi kıyıya doğru yürürken ve insanlarına, dükkânlarına, yaşamın yavaşlığına ve semtin sıcaklığına bayılırken Nail Kitabevi ile göz göze geliyoruz. Koşup sarılasımız gelmiyor mu? Elbette geliyor. Fakat her zaman olduğu gibi, pastanın kremasını sona saklıyoruz. Uzun uzun, yavaş yavaş, hissede hissede tadını çıkarmak için, sabrediyoruz.


İsmet Baba'nın yanındaki küçük iskelenin üzerindeyiz. Denize bakan pencerelerinden birindeki masada olmanın hayalini kuruyoruz. İçerinin o anki loşluğu, duvarlardaki siyah beyaz fotoğraflar, masalarına sinmiş eski ve derin sohbetler, görmediğimiz ama Tanpınar'ın tasvirlerinden sevdiğimiz eski İstanbul tadında, rakı ve bir kaç meze eşliğinde efil efil bir boğaz keyfini mutlak kılıyor. Lakin akşam için aylar öncesinden ayırttığımız masa da sanki buradan aşağı kalmıyor. Göreceğiz!


Beylerbeyi'ne giden yol boyunca yürüyoruz sonra, kapanmış, çekici, akıl çelen bir lokantanın önünde ki denizle bir bağı yok ama çekiciliği nedeniyle kalıyor, sonra tekrar dönüp İcadiye Caddesine giriyoruz. Taksi durağı, ağaçların altında oturan insanlar, Ekmek Teknesi, takı dükkânları, dikkat çeken Betty Blue, hırdavatçılar, çikolata ve kahve dükkânları, Perihan Abla efekti yaratıyorlar. Bir gerçek var ki, girdiğimiz bütün sokaklarıyla Kuzguncuk, asla ama asla bir yapaylık hissi uyandırmıyor. Girdiğimiz sokaktaki mavi bina akıl çeliyor. Bir konaklama noktası. Muhtemel de bir kafe.  Kaldığımız yerden hiç bir şikâyetimiz yok, ama Kuzguncuk içinde geçecekse bir kaç gün, ben yokuş çıkıp inemem de denirse, sanki olabilir. Hani biraz alkolün değdiği akşamlarda, yakın olsun  kaldığımız yer istenirse, bir de Kuzguncukluyuz diyebilmek için tercih edilebilir.


Şurada otursak bir şeyler içsek, dedirten masalarını selamlıyor, sokağın merdivenlerini çıkıyor, yüreğimizin götürdüğü yönlere dönüyor ve artık bir Kuzguncuk sembolü Refika'nın binasının önüne varıyoruz. Bir lokantası ya da kafeteryası olsa gireceğimiz kesin, tariflerini seviyoruz... olmayınca böyle bir seçenek, dışarıdan bakıp, biraz üzerine konuşup, binaya hayran kalıp geçiyoruz.

Veee... Nail Kitabevi'nin önündeyiz.

İçeri usulca süzülüyoruz.

Sanki çok eskide kalmış bir masalın kapısını aralıyoruz.

Hızlı yok oluşların içinde kendini koruyabilmiş olanlar, ticari faaliyetin çok ötesinde bir kıymetteler. Şu büyük sermaye kitapçılarının olmadığı dönemleri yaşamışlar için anlamları büyük de, acaba o yılları görmemişler için anlamı ne? Fakat, sanki, gençlerin bir kısmında da bir farkındalık var. Sanki ekonomik koşullar biraz daha iyi olsa, ya da bu tür yerler biraz destek görse, en azından fiyatlar noktasında büyüklerle rekabet edebilseler.. yaşayacaklar da.


Kafeteryası sevimli, kat aralarındaki masalarda kitap okuyan ya da ders çalışan, ağırlıkla gençler renkli... Bir ticari işletmeden daha ziyade gönüllü bir buluşma, kitaplara dokunma, bir şeyler içip bir şeyler yerken üç beş satır okuma noktası tadında, sıcacık bir mekân. Çalışanları tatlı ve mekânla da çok uyumlu. Raflarında kitap bakınırken, açık pencereden caddenin kokusunu görmek, bir satın alma eylemi içinde değilmiş de bir tanıdık evin kitaplarına bakılıyormuş gibi.

En sevdiğim kadın buldu! Zıp zıp zıplamasına az kaldı. Üstelik de o kitap burada bulunmalıydı. Aynı iki kitabın biri bana... Tazeliğini yitirmesi imkânsız, anı yaşamak adına kesintisiz bir duygu yaşatacak, her ele alındığında buraya, bu güzel ana götürecek, gözlerime her seferinde şahane bir tebessüm oturtacak, onun, en sevdiğim kadının -güzel- yazısıyla cümleler... bana cümleler... ilk sayfasında:
  
FARZET Kİ 2 HAZİRAN 2017
FARZET Kİ KUZGUNCUK
FARZET Kİ NAİL...


Günün kesinlikle çok güzel olacağını hissettiğimiz bir başka noktası için eve dönmeliyiz şimdi. Hazırlanmalıyız! Bostanın içindeyken, ardında kalıp bizi sahnede izleyen, alkışlayan evlere bir selam çakmadan olmaz. Önlerinde saygıyla kalıyoruz. Sonra köşeyi kıvrılıyoruz ki bir anda bir mekân "Ben?" diyor. Çok beğeniyoruz. Bina güzel, cezbedici. Camlarından içeri bakıyoruz. Bir şeyler yiyip, belki şarap içilesi... adı Zahir. Bir fikrimiz yok ama etkileniyoruz. Artık kısmetse bir başka sefere, diyor, gönlünü alıyor, beğenimizi belli ediyor eve doğru yürüyoruz.

Bu kez geldiğimiz yolu yokuş yukarı çıkıyoruz. Bir taksiye atlasak mı falan demiyor, bir kez daha üzerinden geçilen satırlar tadında, geliş yönündekilerin bir bir önünden geçerek konağa varıyoruz.


Mahallede on kedi varsa
                      Biri sensin

Yüz kedi varsa
        Biri yine sen
Ama bu kez yüzde birsin

Oysa okşadığım-tek bir kedi-
           O kedi.
           Yüzde yüz sensin.**


"İki kahve lütfen."

Şu hayatta en sevdiğim an, yeni alınmış kitapları eve gelene kadar sabırla beklemek. Yanına atıştırmalık ya da sevilen bir içecek almadan, bütün düşüncelerden arınmadan, bütün ayak işlerini halletmeden dokunmamak. Hepsi hallolunca da saf, sorunsuz bir keyifle sayfalarının içinde dolaşmak. Şu an ritüel başlangıcı için her şey, ama her şey hazır. Üstelik sabah konağa girdiğimizde kapalı yerlerinde olan ve anneleri dışında kendilerini göremediğimiz kediler de bu güzel akşamüstüne katılıyorlar.


İyi, ilişkileri kuvvetli bir ailenin ve herkesin toplanma yeri olan bir evin ne demek olduğunu bilen insanlarız, saksıda büyütülen zeytin fidesinden ve bahçedeki -sahiplenilmiş- kedi yavrularına gösterilen sıcaklıktan...  iyi, güzel ve şefkatli hikâyenin tümünü anlamak ve konağın her noktasına sinmiş sevgi bağını hissetmek bizim için, Konak'la bağımızı kuvvetlendiren, olayı bir ticari ilişkiden bağımsız hale getiren kıymetli duygular. O lezettle, bu özenli ve zengin bahçede, bu güzel  yazın akşamüstüne,  kahvelerimizi yudumluyor, Zahrad'ın, asıl adıyla Zareh Yıldızcıyan'ın Aras Yayıncılık tarafından çıkarılmış, Ermenice ve Türkçeleri karşılıklı iki sayfada ayrı ayrı yazılmış şiirlerini okuyor, çizimlerine bakıyor, duygu dünyasının içinde dolaşıyoruz. Sonra odaya geçiyor, biraz dinleniyor, güzel(?) gece için hazırlanıyor, özellikle dış kapıların anahtarlarını kontrol ediyoruz. Güzel mi güzel, çiçek kokulu bir ilkyaz akşamı... Yolumuz uzun. Hayalimiz de!



*Samsun, dolayısı ile Türkiye, 23. organizasyonda, %99,5 başarı notu ile en iyi Deaflympics olarak tarihe geçti.

** Zahrad'ın kitabından Bir Kedinin Hatıra Defterine, adlı şiir.

Yazının devamı İstanbul'da Bir İnciraltı için buradan lütfen.

3 Haziran 2019 Pazartesi

Demir Küpte Günü Batırmak

Öncesi

2.Gün 

18 Aralık 2016

Güzel gecenin günü yeni doğmuş bebek tadında, sıcacık ve pırıl pırıl. Çok kara olmayan karga güneşin tadını çıkarırken sanki de uzaklardan gelecek birini bekliyor. Ondan aşağı kalır bir yanımız yok. Dipdiri, suyu verilmiş çelik tadında, kış güneşli sabahı içimize çekiyoruz. Balkondan bakınca görebildiğimiz, bir kaç saat içinde varacağımız, pek de güzel anlar yaşayacağımız coğrafyada her şey yolunda. Sabah rutinlerinin ardından hazırlanıyor, çantalarımızı odada bırakıp, yine güzellikler geçerek kahvaltıya iniyoruz. 


Akşamın tüm izleri silinmiş mekân, pırıl pırıl; odalarından birine hazırlanmış kocaman açık büfe, hem ürün çeşitliliği hem de estetik açıdan kusursuz. Dışarıdaki aydınlığa oranla içerinin loş hali, henüz uyanamamış "hane halkından" dolayı salondaki sakinlik, kahvaltıyı kapatmışız hissi veriyor. Sükunet muhteşem. Abdülezelpaşa Caddesi'nden akan hayat şimdilik ıssız; tatil sabahı mahmurluğunda... Deniz pırıl pırıl.


Balat'ta, Haliç'e bakan bir masada, güneş bütün şefkatiyle yaşamı ısıtırken, lezzetli böreklerin tadını çıkarıyoruz. Özenle seçilmiş kahvaltılıklar ve aynı özenle düzenlenmiş bir alanda şahane bir pazar keyfi. Güzel gecenin, güzel olacağı hissedilen gününe bundan daha güzel bir başlangıç olamazdı. İkinci çayımı alıyorum. En sevdiğim kadın kahvesinin keyfinde. Dün geceki masamız gözümüzün nuru. Az ötemizde ve aydınlık penceresinin önünde... Seviyoruz onu. Yumurta tokuşturmayı yine ben kazanıyorum. Ardımızdaki eski Roma surunun hemen dibinde, yani mekânın içinde, kadim bir su akıyor; yılların ötesinden bir kaynak suyu. Kıymetli. Beyaz örtülü, çiçeği eksik bırakılmamış masalar bir başkadır... Beynim kısa süreli bir zaman yolculuğuna çıkıp, bir an canlandırmasının içine yerleştiriyor bizi. Sonradan doldurulmuş yolu ve gezinti alanını sıfırlayıp, denizi bulunduğumuz masanın dibine taşıyor. Öyle kalmalıydı diyor iç sesim.


Bitirince kahvaltımızı, tekrar odaya çıkıyor, çantalarımızı omuzluyor, son kez sevimli ve kadim oturma odalarına göz atıp vedalaşıyor, teşekkür ederek ayrılıyoruz; güzel anlar yaşadığımız, çok da memnun kaldığımız, hikâye tamamlayıcısı Troya Hotel Balat'tan. Sabahın güneşli soğuğu yanaklarımızda, gözlerimiz mutlu, tadını çıkararak sabahın, planladığımız noktalara doğru yürüyoruz.


Bir tereddüt yaşasak da, daha Unkapanı Köprüsüne gelmeden, Haliç'in sağını değil solunu seçiyoruz.  Kadir Has'ta öğrenci olmayı düşlüyoruz. Tur hazırlığında olan vapurlara imreniyoruz. Oltaları denizde, bakışları hayat gailesinde, günlük nafakasının peşinde ve sigarasını dudağında unutmuş balıkçılara bakarken, nedense Sait Faik düşüyor düşüme. Şişhanenin dibinden, bizim istikametimize göre Haliç'in solundan Karaköy'e doğru, pek de neşeli cümleler kurarak yürüyoruz.


Orada ne işleri var diyecek pek çok insanın aksine benim için tadı hâlâ aynı, gün pazar olduğu için kapalı küçük büyük rulman dükkânları, hırdavatçılar, yedek parça dükkânları, aralara sıkışmış küçüklü büyüklü esnaf lokantaları, minik çay ocakları, çağa biraz daha uyan -taklitçi- kafe özentisi, önlerine bir kaç masa atılmış, suya yakın, zamanın ruhuna uymuş teneke büfeler... ve elbette tüm bu yolun geçmişini, eski ve canlı zamanlarını çok bilmiş tarihi şahsiyet edası ile, bugününe mezbelelik diyecek insanların aksine, sevgiyle anlatan ben.

Bir süre sonra, doğruca Galata Köprüsüne gidecekken, sağa kıvrılıp aynı noktaya daha geniş bir açı çizerek varma kararını veriyoruz. Epey de eğleniyoruz. Bir yanda da sahildeki değişikliklere, inşaatlara üzülüyoruz. Karaköy'ün kedileriyse kaçmaz. Hani bilmeyen biri görse, kendilerine kaidesinin üzerindeki ne güzel kediler heykeli muamelesi yapması kesin. Ne de canlılar, ne kadar gerçeğe yakın yapmışlar denileceği mutlak. Pek emin olunmadığında, acabalı sorular sıraya dizildiğinde, birazcık tereddüt edince de dokunup kontrol edilmesi muhtemel  kediler... Seviyoruz kendilerini.


Keçiler de kaçmaz. Asla kaçmaz! Gençlerbirlikli-söylenişi bile güzel*, en Alkara yol arkadaşım ve cümle Gençlerbirlikliler için, kutsal. Bir de laf aramızda, sayı olarak diğer takım taraftarları kadar çok olmasalar da, entelektüel kapasiteleri, deplasman kaçırmamaları, yardımseverlikleri, akademik kariyerleri, takımı sahiplenişleri, örgütlenme ve hoca yollatma becerileri açısından koca koca takım taraftarlarına etki anlamında nal toplatırlar. Bulaşmayın!



Ve varıyoruz İstanbul Modern'e...

Milyon kere gelsem bıkmam... bıkmayız. Dünyanın tüm islerinden, çirkinliklerinden, can sıkıntılarından, siyasetin kirleten yorgunluklarından, gamdan kederden, acıdan isyanlardan kurtulmanın en güzel noktası. Rehabilitasyon merkezlerinin âlâsı. Canımın içi. Hoş bulduk. Sırt çantaları dolaba.

Meğerse yalı salonu orkestrası sabah konseri için bizi bekliyormuş. Öylece kalıyoruz. Enfes bir yerleştirme. Bir kenara çekildik ve izliyoruz. Müthiş bir gerçeklik duygusu. Şahane tebessümler içindeyiz. Olağanüstü bir sessizlik ama duyuyoruz. Zevkle, hayranlıkla, şaşkın bir rüyanın tadında-uzun süre- dinliyoruz. Göğe eriyoruz yahu... göğe.


Sonrasında... girdiğim odalardan birinde oynamakta olan kısa filme bakınca, kala kalıyorum, oturuyorum kanepelerden birine. Yıl 70'ler. Toplum polisleri devri. Umutlu ama zor yıllar. Amcamın kitapları yakılırken, mahallemizde İşçi Partisi'ne 3 oy çıkarken, hiç aklıma gelmezdi ki bir gün de annemin korkularından, mutfak çekmeceleri çıkarılıp onların altına saklanmış kendi kitaplarımı yakacağım. İzliyorum. İçim kararmıyor. En sevdiğim kadın güzel güzel fotoğraflar çekiyor. Karanlıktan, aydınlık pencerenin önüne çıkıyorum. Orada kalıyorum. İstanbul Modern'den, denize ve akıp giden hayata bakıyorum. Filmi ona anlatıyorum. O... Enn sevdiğim kadın.


Ferah, sade, insanı yormayan salonlarını dolaşırken, her bir resme, objeye göz atıyor, bazılarının önünde kalıyoruz elbette. Bunlardan biri Burhan Uygur'un ahşap ve tuval üzerine karışık teknikle yaptığı Kapı adlı çalışması. Frene bastıran renklerin göz alıcılığı mı yoksa figürler mi, yoksa hepsinin birlikte anlattıklarını çözme çabalarım mı bilmiyorum. Düşünmüyorum da... Sonra bakıyorum!.. Sırrımı çözmeye çalışıyorum. Kalıyorum. Yazının tam da şurasında, İstanbul Modern üzerine bir gün harcasam ve başrolünde onun olduğu bir günü yazıya dökebilsem diyorum. Eserlerden de bahsetsem, tek tek. Saf, zaten pek anlamadığım teknik kısımlarına girmeden, kenarlarına yazılmış yazılardan okuduklarımdan ve anladıklarımdan notlar alarak, sadece bana anlattıklarını, hissettiklerimi kendi kelimelerimden yazıya döksem istiyorum.  Aynı yerinde bekler mi beni acaba?


Ben yukarıdaki düşüncelerimin samimiyetiyle, ilgimi çekenlerin önünde kala kala, kendimce anlamlar çıkararak gördüklerime, yürürken; yine ilgimi çeken, gerçekten beğendiğim ve etkilendiğim bir grup, ışıklı enstalasyonun önünde kalıyorum. Aslında kalıyoruz da benim kalmam başka türlü. Cesaretim kırılıyor. Okuyorum. Mimar Bilgehan Şenel'in beğendiğim çalışmasının açıklama bölümündekileri.


"Enstalasyon şehri çevreleyen deniz üzerinde gün ışığının yansımalarından ilham almaktadır. İstanbul'un karmaşık yapısı, hala bitmemiş bir şehir oluşu, mimari bozulmaları, farklı sosyo kültürel yapısı, yıllar içinde aldığı göç, farklı sosyo ekonomik kesimleri içinde barındırması, kapsamlı bir şehir planının olmaması, sonuçta planlanmamış doğaçlama gelişen, tarihi dokusunu, yeşil dokusunu koruyamamış beton ve demirden bir kent oluşturur. Tasarımda kullanılan ham demir konstrüksiyon inşaat sahasına dönüşen bugünkü İstanbul'u temsil etmektedir."


Şimdi bu bilgiler ışığında aynı çalışmaya bakıyorum. Bu kez sanki görmeye başlıyorum; az önce ışıklı bir obje olarak hangi odama koysam acaba, diye düşündüğüm şey, yani Demir Küp, anlam kazanıyor... gün batımı, anlam kazanıyor. Şu yazma fikrim zenginleşiyor. Önce ben ne anladım, sonra açıklamaları okuduktan sonra ne anladım şeklinde bir yazı hayal etmeye başlıyorum bu kez.

Balkonda manzara hep güzel. Tarihi yarımadanın en güzel görüldüğü noktalardan birindeyiz. Güneşin karşıdan vurması teknik açıdan sorunlu fotoğraflara sebep olsa da başka türlü güzeller. Balkonda oturabiliriz. Güneş ısıtıyor.

"İki frambuazlı cheesecake lütfen."

"Frambuazlı cheesecake maalesef."

"Limonlu, frambuaz saslu cheesecake lütfen!"

"İki de limonata lütfen."



Bir yandan frambuazlı cheesecake'lerimizin tadını çıkarıp, lezzetli limonataları yudumlarken, bir yandan da devletimizin müteahhitler eliyle önümüze serdiği, canlı enstalasyonu izliyoruz. Pek topoğrafik bir yerleştirme. Bitince acaba, alışır mı gözlerimiz?


Güneş, açıktan geçen şehir hatları vapuru, miss gibi limonata ve bu kez yenilen frambuazlı cheesecake, nelere alışmadın ki deyip teselli ediyorlar beni... sahi nelere alışmadık! Biraz daha oturuyoruz balkonda. Sonrasında küçük adımlarla dolaşa dolaşa, baka baka, bazı eserlerin önünde kala kala, şimdiki zamanın İstanbul Modern'ini içimize ve anılarımıza kazıya kazıya kitapların olduğu alandaki -sanatsal-çalışmaya varıyoruz. Seviyorum alanı. Matrixvari bir filmin içindeymiş gibi hissediyor, bundan da çocukça bir tat alıyorum. Her ne kadar kız arkadaşına-çirkince- ayar veren bir adam ayarımı bozsa da, ve tepki verme damarlarım hareketlense de, bunun da filme dahil iki karakter olduğunu düşünüyorum.


Sırt çantalarımızı alıp çıkıyoruz. İnşaatların arasından geçmek, binaların sessiz hali, bir sürü yasak tabelası, baretli insanlar, beton mikserler, gelen giden dev kamyonlar ve bunca gürültünün arasından kafasını çıkaran garip sessizlik;  Matrix oyunumu sürdürmeme katkı veriyorlar. Varınca yeşil alanlara ve caddenin canlılığına, dünyaya dönüyorum. Aslında ve nedense İstanbul Modern'den çıktıktan sonra yürüdüğüm yollara bayılıyorum. Garip? Ve her seferinde, geçtiğim yollar sanki İstanbul'a ait değilmiş de ben bir rüyanın içinden geçiyormuşum gibi hissediyorum.


Şu binaya fazlası ile şefkatliyim, aramızda yıllardır süren -sessiz- bir iletişim var. Bana bir hikâye anlatıyor ama ne? Görmüş geçirmiş yalnızlığının çok şey söyleyecekmiş de susuyormuş gibi olduğunu hissediyorum. Bir gün orada olmazsa ve ben onunla sohbet edip onu dinlememiş olursam o güne kadar diye de, çok korkuyorum. Karaköy'ün alışveriş merkezi tadındaki alt geçidine neredeyse varıyoruz. Buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız, saatten cüzdana, tişörtten kupalara, magnetlerden kolyelere, küçük küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkana giriyoruz. Sevdiği arkadaşlarını asla boş geçemeyen bir tanıdığım var.

Hemen Galata Köprüsü'nün çıkışındaki, üç beş yolun yol bulmaya çalıştığı, tünele gitmek için geçeceğimiz, bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı seviyorum; hani bir de treni kollamamız gereken noktadaki! İşte tam oradayken ve tüneli hedeflemişken, Yüksekkaldırım yönünde, elinde Türk bayrakları olan kalabalığı fark ediyoruz. Irak Türkmenlerinden kaynaklı bir Rusya protestosu. İzinsiz bir gösteri ama olsun. Bizim çocuklar!


Keyifle çıkıyoruz Taksim'e. İstiklal'de çok polis var. Sırt çantalarımız uğraştırır diye giremiyoruz Saint Antuan'a. Rus Konsolosluğunun önünde yine eylemciler. Yalnız iki noktadaki eylemcilerin görsel durumlarında bir sorun var! Sanki bir film platosundalar ve tam anlamı ile yönetmen yerleştirmesi ile hareket için işaret bekleyen figüran gibiler. Bizi Çiçek Pasajı paklar! Öğrenci yaşlardayken ama maalesef ben öğrenci değilken, iş için geldiğimde İstanbul'a, Liseden -can-arkadaşlarımla buluşur, eğer başka bir planımız yoksa mutlak buraya gelirdik. Severdi de sanki Cavit Abi bizi. Entelektüel Cavit'in mekânındayız yani. Huzur'da. 

"Bir midye tava lütfen."

"Bir sigara böreği lütfen."

"Bir patates kızartması lütfen"

"İki de bira lütfen." 


Tam da herkesi kendi hardalını yapma merakının sardığı sene, geliyor hardal, peşinden de doğal olarak uyarı. Fena yakar çünkü! Gerçi hardallık bir işimiz yok ama oğulu da kırasımız yok. Tecrübeliyiz de. Birazcık alıyoruz. Gözümüzden yaşı başarıyla getiriyoruz ve takdirlerimizi beyan ediyoruz. Ne yazık ki acımız bununla kalamıyor. Daha  Abi maharetlerini ve hardallarının nasıl özel olduğunun altını çize çize anlatacak.

Sonrası her zaman olduğu gibi iyilik güzellik. Sonuçta günün en güzel saatleri. Sigara börekleri hayal ettiğimiz gibi olmasa da, iki bukalemun olarak, onları da çok güzeller yahu kategorisine terfi ettiriyoruz. O zaman bayılıyor, bir süre sonra bir daha istiyor, buz gibi biralarla çiçek gibi yapıyoruz günün bu güzel saatlerini. Ne becerikliyiz ama!

Dönüş saati yaklaşıyor. Çiçek Pasajından ayrılmak her zaman zor. İstiklal'de yürümekse her zaman güzel. Sanki içime doğuyor. Eylemcilerden aldığım his bana mizansen tadı veriyor. Ruslarla sorun yaşıyoruz ve aldığımız tutum, verdiğimiz tepkiler, sözlerimiz hiç de akıllıca ve öngörülü değil. Mahalle kavgasında laf dalaşı yapıyoruz. Putin'i geçiyorum. Ama Lavrov, yani dışişleri bakanı Sergey Lavrov, zeki adam; serinkanlı, poker suratlı; uzun vadeli, stratejik ve sinsice planlar yapmayı biliyor. Bi tek onun aklından tırsıyorum.

Konuşa konuşa, İstiklal'in simge yapılarına baka baka Gezi Parkı'na varıyoruz. Sırtımızı ona verip banklardan birine oturuyor, Rusları, eylemcileri ve sıcak gündemi bir kenara bırakıp, önümüzden akıp giden kalabalığı seyre dalıyoruz. Rus büyük elçisinin bir suikasta kurban gideceğiniyse o an için düşünemiyoruz!

Sonrasında Havabüs ve Atatürk Havalimanındayız.

Elimizde kahve kokuları, dilimizde hoş sohbet, Demir Küpte günü batırıyoruz.


*Mahir Ünsal Eriş'in Sarı Yaz ve Kara Yarısı adlı son kitaplarındaki biyografisinden.

24 Mayıs 2019 Cuma

Barba Vasilis... Bir Âlâ Meyhane

 Öncesi

Yatağa uzanmış, odaya dolan enfes manzarayı izliyor, mezeler üzerine yorumlar yapıyor, tercihlerimizi netleştirmeye çalışıyoruz. Çok güzel anlar yaşayacağımızdan emin, heyecanlı ve meraklıyız. Çalan telefondan gelen patlama ve şehitler haberi içimizi buruyor. Koyu bir sis çöküyor ruhumuza. Canlı müzik yok. Bu güzel ülkeyle bağımızı katmerleyen bir şey var ama; birilerinin ısrarla ötekileştirmeye çalıştığı -tırnak içinde- azınlıklarımızın kendilerini bu ülkeye ne kadar ait hissettiklerinin, aynı acılara birlikte üzüldüğümüzün, aynı duyarlılıkları gösterdiğimizin, bir olduğumuzun; insanı yükselten, umut tazeleten bir işareti de aynı zamanda gelen telefon. Bizim yasımız bu! Bu ülkenin insanlarının... Bizim!



Gece

16 odalı eski Rum konağının bize ayrılmış odasından çıkıyor, sanki evin yemek salonuna iniyormuşçasına merdivenleri adımlıyor, meyhaneye giriyoruz. Bir iki masada; akşam tadında, adap bilen, kimisi sohbetin ön sözünde, kimisi sayfaların derininde çiftler var. Kalabalık olacakları mutlak masalarsa henüz sükut içindeler. Sabah aynı yolu takip ederek önce resepsiyona uğrayıp sonra da odamıza çıkarken geçtiğimiz bu bölümün hissettirdiği boşluk duygusu, sessizlik ve sakinlikten sonra aynı mekânın şu anki parıltılı, canlı hali içimizdeki sisi usulca kaldırıyor. Durağan bir oyunda, parıltılı ve kalabalık bir an için yeniden düzenlenmiş sahnede, yaşam devam ediyor. Tam da olması gerektiği tonda, mekânla çok da uyumlu, sessiz bir müzik çalınıyor. Şöyle bir göz attıktan sonra bu sevimli mekâna, hem ana salona hem de içerdeki odaya bakan ama aynı zamanda da bizi baş başa bırakan masada karar kılıyoruz. Şimdi, çok da davetkâr, ışıl ışıl meze dolabına... İlk izlenim çalışanların burayı sahiplenmiş bir duyarlılıkla hareket ettikleri doğrultusunda; dürtmeyen, sıcak bir ilgi... Dozu yerinde, samimi, sıcacık bir iletişim. Başlangıçlara karar vermeye çalışıyoruz. Kafamızdakiler ne kadar net olsa da meze dolabının başındayken iş zor. Dolabın ardındaki, ben diyeyim mezeci, en az garsonlar kadar sıcak ve sevimli. Bilgi akışı şahane. Kararlarımız netleşiyor.

"Bir Tirokafteri lütfen."

"Bir Skordalya lütfen."

"Bir Yunan usulü patlıcan salatası lütfen."

"Bir de 35'lik Plomari lütfen."

Şivesi tatlı, doğu insanının saygılı ve de esprili sıcaklığındaki garsonumuz Plomari yerine 35'lik Barbayanni vermeyi teklif ediyor. Bu büyük bir kıyak. 70'lik şişeyi bölecek. Oysa biz menüde Plomari olduğu için direk onu istemiştik. Bu durum tam anlamıyla canımıza minnet. Bir mutluluk anı daha.


İnsanların izlerini rahatlıkla bırakabildikleri, duvarlara dilediklerini diledikleri ölçekte yazabildikleri bir yer Barba Vasilis. Dünün meyhane havasını bugün yaşatmayı başaran, güven duyulan, insanın içindeki çok bilmiş ukalaya hiç de fırsat vermeyen bir samimiyeti, sıcaklığı ve şefkati var. Düşünüyorum da insan evindeyken ve diyelim ki kendi yalnızlığı içindeyken kurduğu masada bu kadar mutlu, huzurlu ve keyifli olabilir mi?

Önce bir hoş şişede çok hoş bir zeytinyağı gelip masadaki yerini alıyor. Ege'nin karşı kıyısından... Sonra da kızarmış ekmekler... Bir tadalım bakalım! Önce kokusu... İnsanı bir uçan halının üzerinde, bir anlığına da olsa sınır aşırıp oradaki zeytin bahçelerine götüren, oradan da sıkımhanelere sokan, bütün duyularında kendine şahane bir yer bulan, ortak şarkıların duygulu tadında, pırıl pırıl bir koku bu. Karşımda bir zeytin aşığı var. Kendi hislerimi teyit ettirmem lazım. Gözlerine bakıyorum. Oysa o kendinden geçeli çok olmuş. An itibari ile başka diyarlarda... Kızarmış ekmeklere yumulmasak mı?


Dönüşünü bekliyorum. Mutluluğunun, çocuk sevinçlerinin gülümsemesindeki notalarını duymak istiyorum.  Konu zeytine dair bir şeyse... bedeni ve ruhu Ege olandan başka bir referans olabilir mi?

Donanıyor masa. Hımmmmmmm âlâ mezeler, porsiyonlar hem göz doldurucu hem de gönül. Üzerlerine biraz daha zeytinyağı... Uzolar da hazır. Belli ki Her Şey Çok Güzel Olacak.


"O halde sağlıya, sıhhate, afiyete!"

Tirokafteri'ye Girit ezmesi denilebilir mi? bilmiyorum, ama tadına bayılıyorum. Biri feta olmak üzere üç peynirle ve içine acı katılarak yapılan lezzetli bir meze. Zeytinyağı ile hafifçe ıslatılmış lokmalık kızarmış ekmek üzerine sürünce ve buz gibi uzo yudumu damakta hücrelerine ayrılıp dile bıraktığı tadı da toparladıktan sonra genizde bıraktığı izler henüz sonlanmadan ağıza atılınca bıraktığı tat, şahane. Öte yandan insanı yoldan çıkarmaya da hazır; sür bir dilimin üzerine çatır çatır ye isteği  uyandırdığı kesin. Ama biz sakin olalım! Demlenelim!

Bulunduğumuz alan usul usul doluyor. İki dipte iki kalabalık masa oluşuyor. Muhtemel ki hafta sonunu değerlendiren çalışma arkadaşları... Sesler genç, sesler keyifli. Gece dışarıdaki sakinliğin aksi bir seslilik içinde devam ediyor.

Skordalya bence bir tür tarator, sarımsağa boğulmamış ama ben buradayım diyor, cevizi hissedilir derecede, zeytinyağı zaten âlâ, tadı tuzu yerinde. Geceye yakışıyor. Buz gibi bir yudum uzo, onun yolculuğunu sakince hissetme, ardından küçük lokmalık üzerine bolca skordalya. Âlâ.

Aslında bulunduğumuz alan bir veranda, muhtemel ki yazın efil efil, şu an bir kış bahçesi olarak tanımlamak mümkün. Pozisyonu itibari ile binadan uzamış bir hali var. Oturduğumuz masanın hemen yanındaki pencereden içeri baktığımızda gördüğümüz odalar, biz bize olalım diyen dost meclisleri için çok elverişli. Cadde tarafındaki masada bir çift var. Abi ikinci şişe rakının dibine doğru yol alıyor. Anlıyorum ki bu otelde kalıyorlar. Bir hikâye yazıyorum. Ama bunu asla dile getirmiyorum.

Yunan usulü patlıcan salatası bize benzemiyor. Aslında benziyor. Çocukluktan bildiğim ama adını hatırlamadığım, çok da sevmediğim ama sonra çok aradığım zeytinyağlı bir yemek. Masadaki ona göre daha sakin, saldığı bir su yok. Kesinlikle bir meze. Güzel de bir meze. İçelim o halde!


Masada, dışarıdaki, şu üst fotoğraftaki manzaralı geceye çıkması gereken biri var. Bir de tesadüfle açıklanamayacak çok hoş bir durum. En sevdiğim kadının en yakın, en sevdiği arkadaşının, bir proje için Van'da bulunduğu sırada ona gönderdiği bir kartonun içinden bir paket. Biraz sonra dışarıda, bu ülkeye dair renklerden üçü, gecenin sessiz bir anını paylaşacaklar. Keyifle... İzliyorum.



Bir ara sıcak vakti gelmedi mi?

Bence geldi. Kaç saat geçti, bilmiyorum. Yandaki odanın masaları ne zaman doldu onu da bilmiyorum. Ama yaşadığım anın ve karşımdaki kadının kıymetini biliyorum. Bir de, eğer gerçek bir Rum meyhanesindeysen ve mezeler gerçekten de o mutfağın izlerini taşıyorsa, rakıyı ne kadar seversen sev, uzo içeceksin!

Bence de Barba Vasilis aynı zamanda bir taverna. Bakmayın bugün canlı müzik olmadığı için o hissi yaratmadığına. Orkestranın -muhtemel yerindeki halini- göz önüne getirince, ve şu gecenin genç masalarındaki coşkulu sesleri duyunca, eğer canlı müzik olsaydı, ne alem olacağını buranın, hissedebiliyorum.

"Bir Saganaki lütfen."


Kokusu uzaktan da hoş geliyor, yakından da. Sunumu enfes. Ekmekler heyecanlı. Biz de... Üzeri susamlı, fetalı saganaki! Muh-te-şem. Önce tüm tatların iz bıraktığı yağına banıyoruz ekmek parçalarını. Küçük  kadehlerdeki tazelenmiş uzolarımıza göz kırpıyoruz. Sonra usul usul tadına varıyoruz. Sıcacık yağ, onunla harman olmuş incecik susamlı doku, erimiş ve esirgenmemiş peynir rüya gibi. Önünden içilen bir yudum buzzz gibi uzoya ne övgüler dizmeli? Susuyoruz bazen... ve damaklarımızın coşkusunu dinliyoruz. Arada bıcır bıcır konuşuyor, yöntemi değiştiriyor, saganakiden usulca alıyor, o henüz damak ve genizdeki izlerini silmeden bu kez uzoyu ardına ekliyor ve göğe eriyoruz. Bakalım dibini kim sıyıracak?

Sonuçta vardığımız nokta o an İstanbul'da olmadığı için tanışamadığımız Barba Vasilis, iyi ki var!

Belki mezeler konusunda verdiğimiz kararlardan dönebilirdik buraya geldiğimizde. Ama asla dönmeyeceğimiz ve kesin kararımız olan bir final lezzetimiz de var. Nasıl bir marinasyon sonucunda ızgara edildiği ile ilgili bilgiler edindiğimizde daha da heyecanlanmıştık. Şu an, ona bu kadar yakınken, meraklı, kıpır kıpır bir heyecan bizi hiç rahat bırakmıyor. O halde!

"Bir ahtapot bacağı ızgara lütfen."


Sade ve hoş bir tabakta geliyor. İnsana fazla söz bırakmayacak kadar güzel pişmiş. Pek çok yerde rast gelindiği üzere dondurucudan çıkıp ızgaraya değmiş endüstriyel ahtapotlara nanik yapar bir zarafet ve yumuşaklıkta... Yumuşak dediğimde kendini salmış, yorgun ve solgun bir şey gelmesin akla. Diri, dişe gelir, ama onları da yormayan bir olmuşluk hali söz konusu olan. Öyle de yalın, öyle de güzel lezzetlendirilmiş ki... Bu lezzetli coşkunluk içindeyken ve mutluluk doz aşımındayken çok manidar yazı gözden kaçmıyor elbette. Pek heyecan verici, kışkırtıcı ve de cazibeli. Akıl çeliyor. O halde gidiyoruz. Tabii ki şehrimize döndükten sonra! Silip süpürüyoruz ahtapotu. Geliyor tatlı zamanı. Bir fikrimiz var ve netiz.


"Bir helva lütfen."

Biraz sonra masaya meyve geliyor. Bu ne diye sorduğumda durum anlaşılıyor. Komi yanlış anlamış, geri yolluyorum. Biraz sonra asıl garsonumuz, yani daha sonra gittiğimiz ama daha önce yazdığım bir mekânla ilgili yazıda kurduğum; "Ne tesadüf ki bir kez daha garsonumuzun adı Mustafa. Bir başka güzellik şu ki bu Mustafa da çok iyi." cümlesinin kurulmasına sebep olan Mustafa, aynı meyve tabağıyla dönüyor. Durumu izah ediyorum. O yine de masada bırakıyor. Sonra da açıklamasını yapıyor: "Rum meyhanesinde masaya gelen geri gitmez."

"Ahtapot isteyip de yanlış anlaşılmış mı deseydik acaba?!"

Birazdan farsalamız da masadaki yerini alıyor. Kapanış öncesi, güzel, hafif ve tatlı bir final için iyi bir lezzet.

Kahvelerimiz gelirken hesabı istiyorum.


Oteldeki bir notta, oran da verilerek, meyhanede otel müşterisine indirim yapıldığı ile ilgili bir bilgi okumuştum. Bunu söylüyorum. Ufak bir serzeniş seziyorum, kesinlikle bize yönelik değil, bunun otelle ihtilaflı bir durum olduğunu hissediyorum. İndirimi yapmamasını talep ediyorum, ama o meyvenin yazılmadığı, indirimin yapıldığı hesap pusulası ile geliyor.

Bu mutlu ve keyifli gece için herkese teşekkür ediyor, burayı ve karakterlerini kıymetli anılar listemize üst sıralardan sokuyoruz. Hesap pusulasının içine bu mekândaki topyekun, iyi niyetli, sıcak ve samimi hizmetin hediyesini içtenlikle bırakıyor, yaşam izleri sinmiş odaların önlerinden sessiz adımlarla geçiyor, kendi odamızın balkonundan, gecenin sunduklarının keyfini çıkarıyoruz.

Ne hoş ki bir kez daha dolunaylı bir gecedeyiz.

Bu tesadüfle izah edilebilir mi?




Demir Küpte Günü Batırmak için buradan lütfen

13 Mayıs 2019 Pazartesi

İstanbul'un Bir Kadim Semtinde İki Gün Bir Gece

Bir gün, öylesine otellere bakıyorum; İstanbul'daki otellere. İstanbul'u semt odaklı gezmek gibi bir fikir oluşuyor bende. Nasıl olur acaba diye merak edip düşünmeye ve hayal etmeye başlıyorum. O ara bir yeme içme mekânına rast geliyorum; yine hedefsizce, oraya buraya bakarken. İlk görüşte vuruluyorum. Heyecanlanıyorum. Anımdan ve mekânımdan uçup oraya konuyorum. Şahane. Sonra tüm bunları derleyip toparlayıp yol arkadaşım ile paylaşıyorum. O da bayılıyor.
 

Kesinlikle o meyhanede bir akşam içmeliyiz! Kesinlikle...
 

Bu kesinlik üzerine bir çok oteli eleyip ruhumu daha derinden okşamayı başaranla ilgileniyorum. İlgilendikçe daha fazla ısınıyorum. Hayal ediyorum... Hayal?.. Bu çok hoşuma gidiyor. Hem de çok... Ve rezervasyonu yapıyorum; cumartesi gecesi için. Cumartesi... Bir cumartesi akşamı?! En sevdiğimiz meyhane renklerine haiz, heyecan veren bir mekânda O'nunla bir Cumartesi.



1.Gün

  
17 Aralık 2016



Gün henüz ışımamışken, gecenin sabaha yakın tarafında uyanıyorum. Yol sabahları erkeninin tenimde yarattığı serinin, yaş itibari ile biraz durulsa da çocukça,  henüz yatağın sıcağı üzerimden sıyrılmamışken her bir hücremde oluşturduğu ayaklanmaya bayılıyorum.  Sırt Çantam zaten hazır. Sabah rutinlerini de halledince düşüyorum yola. Sabiha Gökçen'i daha çok sevsek de bu kez Atatürk Havaalanına ineceğiz. Semtimiz için bu daha elverişli. Gün ışımadan başlayan, sonra günün ışımasına  tanıklık ettiğimiz, karlı dağlar geçtiğimiz, kahvemizi içip tostumuzu yediğimiz güzel bir uçuşla Yeşilköy... Havaş, sanki bizi bekliyor.

Her ne kadar Zeytinburnu sahilinde yükselen gökdelenler üzse de İstanbul henüz uyanmaya hazırlanırken onun derinliklerine girmek keyifli. Kumkapı'nın sabahı bir başka alem. Aksaray'ın anıları çok. Plakçılar Çarşısı ne güzel günlerdi ama, dedirtiyor. Çocukluğumdan beri sektörün en sevdiklerimden biri olan, Aziz İsvan LTD.ŞTİ.'ini barındıran Şişhane'de iniyoruz. O köşeye ve anılara bir göz kırpıp karşıya geçiyor ve bir taksiye atlıyoruz. Unkapanı Köprüsü'nün inişinden sağa kıvrılıyor, Cibali Sigara Fabrikası'ndan evrilerek restore edilen Kadir Has Üniversitesi'nin mimarisi güzel binasının önünden geçiyoruz. Güneş, henüz sisleri aralıyor. Haliç gittikçe mavileşiyor. Restorasyondaki Bulgar Ortodoks Kilisesi'nin kubbesindeki parıltı yeni günü müjdeliyor.

"Burada bırakır mısınız lütfen."

Kaloriferin sıcağından inince soğuk bir kez daha yanaklarımızı okşuyor, güneş sırtımızı sıvazlıyor, mutluluk çiçeklerimiz açıldıkça açılıyor. Oradalar! Bir yol genişliği kadar uzağımızda... Kalplerimiz alkış kıyamet. Kanımız fokurduyor. Sanki bir kez daha başarıyoruz.


"Yaşasın!"

Bir süre seyrediyor, karşıya geçiyor, kahvaltıya hazırlanan bölümden kıvrılıyor, resepsiyona varıyoruz. Hoş bir Hanımefendi. Uçağımız gün ışırken ineceği için teklif ettiğimiz erken girişin kabul görmesi bağımızı katmerleyen, olumlu sinyaller gönderen ince bir tavırdı zaten. Dar, nispeten dik, ahşap ve sevimli merdivenlerden çıkıp vardığımız alan heyecan verici. Kocaman bir Rum evinde olduğumuz kesin. Merdiven sürecince bayılmaya başladığımız, güzel oturma salonları geçtiğimiz otelin, yani Troya Hotel Balat'ın bize ayrılmış odasına girince tam anlamı ile göğe eriyoruz. Tül perdelerin arkasından gördüğümüz manzaraysa muhteşem ötesi. Sakiniz! Hımm... yatak pek rahat. Az dinlenip, birer kahve içip semti talan etme fikrindeyiz.


Kocaman ve sevimli balkon, ne fikirler getirmiyor ki akla. Manzaraysa kimsenin itiraz edemeyeceği kadar muhteşem. Ben planlanan konseptle ilgili otel seçmeyi biliyor muyum yoksa? Hava soğukmuş kimin umurunda. Elimizde kahve kokusu, denizin kıyısında balık tutan bir kaç kişi, karşı kıyıda canlanmaya başlayan hayat, önümüzden geçen yolda kıpırdanan gün, yüzümüze vurmakla kalmayıp tüm yarımadayı usulca parlatırken ısıtmaya da başlayan şahane bir güneş... Panoramik bir mutluluk ânı.


En üst katta, Haliç'e bakan bir odada, Galata Kulesini ve tarihi yarımadayı görebilen ve ruhu olan bir binada olmak, oturma odalarını dolaşmak, yaşanmışlıkların izlerini tüm hücrelerimize kadar hissetmek olağanüstü bir başlangıç. Odanın klima ile ısıtılıyor olmasının ilk anda hissettirdiği soğuk umurumuzda bile değil. Öylesine bir sıcaklıkla tanıştık ve kaynaştık ki... Üstelik akşamın, masanın, ona eşlik edecek müziğin, lezzetli mezelerin merakı ve hevesi kıpır kıpır. En çok da semtin bizimle paylaşacaklarının...


Komodinin üzerindeki semte dair öneriler bulunan kitapçığa bir göz atıp yanımıza alıyoruz. Bir süre yürüyüp otelimizin arka sokağına geçiyoruz ki bir bölümü araç trafiğine kapatılmış, sıkı güvenlik tedbirleri ile korunan Fener Rum Patrikhanesi'nin önündeyiz. Onu geçince otelimiz ve komşu binaların asıl girişlerinin olduğu yerde kalıyoruz. Asıl cepheleri burası. Önlerinden, daha doğrusu eskiye göre arkalarından geçen yoldan önce, denizin kıyılarına vurduğu hali düşünüyorum.


Dört sütunlu girişi ile Yunan tapınaklarını anımsatan Özel Maraşlı Rum İlkokulu'nun binası sanki başladığı işi yarım bırakan, sonra da öylesine tamamlanan bir müteahhit eseri gibi duruyor. Hikâyesiyse enteresan... Biraz ilerledikten sonra önünde kaldığımız deponun bulunduğu bina, depo açısından sevimli gelse de Nurbanu Sultan tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmış bir hamam olduğunu bilmek, elbette üzüyor insanı. Perispri aklımızda olan bir kafe, aynı zamanda da bir antikacı, hoş mekân, biraz göz atıp, güzel restore edilmiş evlerin daha çok da el değmemişlerinin önlerinde kala kala Fener'den Balat'a doğru devam ediyoruz. Uzaktan bakışıp da kaynaştığımız, bir Türkiye klasiği olarak ölüme terk edilmiş ahşap ev, önüne gelince frene bastırıyor  elbette. Halini hatırını sorup sohbet ediyoruz kendisiyle. Üzerine projeler geliştiriyoruz.

Martı sesleri açlık gibi.


Patrikhane'nin arka sokağında ve karşısındaki eski ve yüksek binalardan birinin terası üzerinde iniş sırası bekleyen bir kalabalıkla tur atıyorlar. İnişe geçen beslenip tekrar havalanıyor. Rivayetlerimiz alaca karanlık kuşağı gibi. Kendilerini sevsek de durum Kuşlar filmi ürküntüsünde. Muhtemel ki o evde oturan ya da oturanlar tarafından besleniyorlar, diye düşünüyoruz. Hepsinin de maşallahı var!  Esprilerimiz muhtelif!


Güzelliklere ulaşmak sabır ve emek ister kelimelerini kulaklarımıza fısıldayan Sancaktar'ı tırmanmaya başlıyoruz. Sanki bir masalın içinde göğe yükseliyoruz. Yoksa masalların mı demeliyim? Henüz sabah olmasına rağmen fotoğraf gruplarının sayısında gözle görülür bir artış var. Bu bir belirti olabilir! Özellikle bir tanesi var ki bugünü anlamamıza da katkı veriyorlar. Hafta sonu aktivitesindeki bir kadın grubu, kültürel ve sanatsal bir etkinlik... ve "başlarındaki" erkek sevecenlik yüklenmiş bir öğretmen edasında. Bir fotoğraf kulübünün üyeleri mi acaba?


Fener Rum Erkek Lisesi elbette iz bırakıcı. Fantastik bir duruşu var. Şahsiyetli. Karşısında sabırla, saygıyla, kıskançlıkla ve hayranlıkla bekliyoruz. Bahse konu kadın grubu, kapalı şemsiyeyi eline baston gibi tutturdukları bir küçük delikanlının fotoğraflarını çekiyorlar. Pek İngiliz bir poz. Durumu izlemek keyifli, oğlanın yeter artık bakışları bizden yardım ister gibi. Biraz da havalara mı giriyor ne? Tatlı bir çocuk. Belli ki buralardan.

Korkulukların üzerindeki sevimli kediyi model yapan bir tanıdığım var. Kedi hayatından memnun. Kendisinden poz talep edilmiyor ama o da güzel pozlar veriyor. Bense bu okulda öğrenci olmak meselesini düşünüyorum.

Yokuşu biraz daha yürüyüp tekrar geri dönüyoruz. Çıkarken dikkatimiz çeken merdivenlere yöneliyoruz. Bir çay, ya da kahve içmemiz mutlak İncir Ağacı Kahvesi, ne yazık ki o saatte kapalı.


Merdivenlerden çıkarak ulaştığımız güzel evlerden sonra gözümüzü alan noktadaysa masalsı bir hikâyenin, belki de bir efsanenin ürünü, Fatih'in emriyle camiye evrilmeyip kilise olarak kalan Moğolların Meryemi Kilisesi...  Moğolların Meryemi adıyla kastedilense Bizans İmparatorunun kızı Maria Despina. Fakat bu arada önünden geçtiğimiz duvarın ardındaki evin, yaşamı ve kariyeri pek enteresan bir prense, Romen Prensi Dimitri Kantemir'e ait olduğunun farkında mıyız, farkında mıydık şu an bilmiyorum. Eğer yüksek duvarlar engel olmadıysa kaçırdığımızı da pek sanmıyorum. Güzel evler, saklı bahçeler, güzel sokaklar geçerek ve de Lisesinin etrafından dolaşarak vardığımız son nokta ise süper.


Mesnevihane'ye kapalı olduğu için girmeyince, bir başka girişi olacağını düşünerek bir üst sokağa geçiyoruz ama nafile. Demirlerin arasından gördüğümüz manzara pek yeterli gelmese de Rum Erkek Lisesi'nin kulesi muhteşem. Mesnevihanenin 1845'de açılmış camisi ise insanı kucaklayan, çağıran, alçak gönüllü zarif bir sıcaklık içinde. Aşılamayacak yüksek demirleri aşıp da bahçeye girebilsek, terasın uç noktasının bize sunacağı Haliç ve okul manzarasının doyumsuz olacağını hissediyoruz. Aslında yandaki gizli işlerle uğraştığını hissettiğimiz, anladığımız, resmi, soğuk ve ürkütücü binadan çekiniyoruz.!


Camiye ve kuleye bir süre daha bakıp ufak ufak alçalmaya başlıyoruz. Bir rotamız yok. Sezilerimizin yönlendirmesi ile hareket ediyoruz. Yine güzel evler geçerek, bahçelerin demir kapılarından kadim ağaçların ve çiçeklerin fotoğraflarını çekerek, hikâyelerine kulak kesilerek, onlarsız Balat olmaz noktasına varıyoruz. Fotoğrafçılar için kesinlikle çok güzel objeler! Biz ruhlarını okşuyor, bize anlattıklarını dinliyoruz. Sonra önlerine değil de hemen sağımızdaki sokağın içindeki eve yöneliyoruz; L yaparak Kiremit Caddesine bağlanan sokağın L'sinin köşesindeki, yukarıdan inen yağmur borusunda minik bir kuş yuvası asılı olan eve. Orada oturuyor olmayı istiyoruz. Boş olan birinci katında. Girişindeki merdivenin çiçek saksılı ferforjelerine bayılıyoruz. Varsın güneş almasın.


Açlık usul usul kapımızı çalmaya başlıyor... yüreğimizin götürdüğü sokaklara gire çıka Vodina Caddesine doğru yürüyoruz. Aslında sokaklardan birinde set hazırlığı içindeki bir film ekibine rastlıyoruz. Bunun bir reklam filmi olacağı ihtimali üzerinde yoğunlaşıyoruz. İleriki zamanlardan birinde severek de izlediğim bir televizyon dizisinin başrolünde görünce Balat'ı, bir "Acaba?" takılıyor aklımın bir köşesine. Külhan Sokağı'ndan ilerlerken önümüze çıkan tuğla cepheli evse içimizdeki İrlandalıları heyecanlandırıyor elbette. Önünde kalmamak mümkün değil. Kalıyoruz. Kardeşlerine başka ülkelerin başka sokaklarında rastlayacağımız gibi ona yazıyoruz...


Vodina'nın bir üstündeki ona paralel caddeye doğru inerken ve de tam ona ulaşmak üzereyken, yokuşa ilk bulaştığımızda dikkatimizi çeken kapıların önünde fren yapıyoruz. Bir Balat klasiğinin şenlikli, renkli, pırıltılı kalabalığını izliyoruz.  Poz poz fotoğraf telaşındaki insanların hayatın karanlıklarından uzaklaşmış çocuk neşesindeki yüzlerini ve heyecanlarını seyretmek iyi geliyor. Farklı ve canlı renklerdeki, yan yana dizilmiş, bir model edasında popüler pozlar veren  kapılar da neşeli. Lakin biz, kendi doğallıklarıyla bütünleştikleri evlere renk katan, özel gözlerin takdirine mazhar, şefkatle ve saygıyla okşanan yalnızların hastasıyız. Bir de maviliklerinin...


Caddeye gelirken pek çok sokakta, köşebaşılarında adlarına çok yerde rastladığımız, önerilen pek çok popüler kafe ile karşılaşıyoruz. Hepsi özenli bir emeğin ürünü, çekici ve semtle bütünleşmişler. İçlerinde aklımızı fazlası ile çelenler de var. Lakin bir türlü o aşkın aniden ele geçirip de titreten, doğal ateşi oluşamıyor aramızda. Bir sıcaklık, tatlı bir samimiyet, kıpırtılı bir heyecan titretmiyor bedenlerimizi. Fakat canlısını görmeden aşık olduğumuz, ısındığımız bir yer de var fikr-i sabitimizde? Çünkü O, komodinin üzerindeki mini rehberde pek çok tarihi nokta içinde bugüne dair tek olunca, vardır bir hikmeti diye düşünmüş, bir sıcaklık hissetmiştik ki gelirken kendisi ile ilgili hiçbir bilgimiz de yoktu.


Çıfıt Çarşısı, orası burası, Vodina Caddesi, Gülümseten Dükkan, ilgi çeken Vintage mekânlar, Coffee Department falan derken, asıl hedefimize, Surp Hreşdagabet Ermeni Klisesi'ne doğru yöneliyoruz. Öğle sakinliğindeki aydınlık sokaklarda sessiz adımlarla yürürken görkemli bir harabe bina bizi çağırıyor. Sıcak bir dostluk oluşacağı kesin. Ona takılmışken gözlerimiz, mahalle sakinliğindeki, eskinin tamirhanelerini andıran kagir bina dikkatimizi çekiyor. Bir sıcaklık daha... Burası olmalı. Kapının önündeyiz. Kapı kapalı, ama sanki bir yaz günü gibi güneşli bir an. Ne yapalım  tereddüdü içindeyken arkamızdan gelen bir genç adam kapıyı açıyor. Onunla birlikte giriyoruz. O, hemen girişteki avluda papaz olduğunu düşündüğümüz kişi ile bir konu üzerine konuşuyor. Biz özgürüz. Sanki, güneşli bir öğle sakinliğinde- nasıl ve nereden geldiyse- sanki Meksika'da bir yerdeymişiz hissiyatıyla, kutsiyetli bir loşluk içindeki mumların izinde, fısıltı ayarında seslerimiz ve sessiz adımlarla dolaşıyoruz mekânı. Fısıldaşırken, düşünüyoruz da...

Dört dinin bir arada yaşandığı bir coğrafyada yaşamanın, yaşamayı başarabilmenin kıymetli bir şey olduğunu görüyor insan Balat'ta. Seccadesini serip bu kutsal mekânlardan her hangi birinde namazını kılan insanlar olduğunu bilmek, duymak da kıymetli. Sıcak, kucaklayıcı öğle sakinliği insanı özgürleştiriyor da sanki. Epey zaman geçirdikten sonra teşekkür edip ayrılıyoruz oradan.


Leblebiciler sokağından caddeye doğru yürüyoruz. Kuru meyve kokuları ile harman olmuş baharatların rahiyası okşuyor yüzlerimizi... Dükkânların bir kısmının kepenklerinin inmiş olmasını Cumartesiye yoruyoruz! Uzaktan taze turşu kokuları geliyor. Kuyumcu vitrinleri ışıl ışıl. Sokak ruh açıcı olduğu kadar iştahı da artırıyor. Bu güzel, saygılı, barışçıl ve esnaf sokaktan Vodina'ya çıkınca, sanki Balat'a ait bir heykelmişçesine yolun sağında duran, boyalarının yok olduğu yerlerde paslar türemiş ama asaletinden de hiç bir şey yitirmemiş Mercedes'e hal hatır sorup, önünde bir süre kalıp, bu canlı caddenin an itibariyle en önem arz eden, büyük bir aşkın, şahane ve iz bırakıcı bir öğle yemeğinin, sıcacık bir an olarak anılarımızın şefkatli kucağında yerini mutlak alacağını sezdiğimiz mekânın, çekim alanına girdiğimizi hissediyoruz.




Vodina Caddesinde Sıcacık Bir Öğle Yemeği

Bir tek masanın sığacağı kadar dar cephesi olan, yeşillikler arasına saklanmış lokantayı gördüğümüz anda tümüyle çevreden soyutlanıp, onunla kucaklaşıyoruz. İçimiz alkış kıyamet. Fena halde ele geçiriyor bizi. Usulca giriyoruz içeri, tezgâhtaki yemekler mis kokulu. Üstelik de şaşırtıcı. Sanki bir ailenin evine konuk gitmişçesine, güleryüzlü bir karşılama. Sağlam bir menü.

Etraf iş yerlerinin tadilat işlerinde ya da daha büyük inşaatlarda çalışan emekçi kardeşler ve de esnaftan bir kaç müşteri ile dolu bir kaç masalı bu şirin lokantanın yeni boşalmakta olan masalarından birini gözümüze kestiriyoruz. Öncesinde, tezgâhın ardındaki abiden, bir aile lokantası tadı veren bu sıcak mekânın gözümüzü alan yemekleri ile ilgili güler yüzlü bilgiler alıyoruz. Damaklarımız pek heyecanlı, buruna gelen kokular ve gözlerimize değen lezzetin ruhumuzda yarattığı şenliğe ise paha biçilemez.

"Bir Fırın Köfte lütfen."

"Bir Saray Kebap lütfen."

"Bir Bulgur Pilavı ve iki ayran lütfen."



Sevimli bir lokantada, güleryüzlü bir hizmetle donanıyor masa. Dış camda asılı kağıtta yazılı 'Özel acılı sosumuzu tattınız mı?'cümlesindekilerden oluşan tabak da konuşlanıyor masanın baş köşesine. Tartışmasız bir bayram sofrasındayız. Porsiyonlar altını çizeceğimiz üzere kallavi. Lezzet muhteşem. Her şey tazecik. Keyfimiz arş-ı âlâ'da. Ne mutlu bir öğlen! Biz dışında, bu semte ait olmayan kimse yok üstelik. En sevdiğimiz anlardan biri; bu şirin ve lezzetli lokantayı oralı gibi yaşamak. Sanki her gün yemeği burada yiyormuşuz gibi bir sıcaklık. Sanki bir kaç dakika önce tanışmamışızcasına bir aidiyet hissi. Damaklarımızda olağanüstü bir tat. Saray Kebabın üzerindeki beşamel sos, onun, altındaki sebzeler ve son derece lezzetli etle uyumu, ev sıcaklığından da öte. Fırın Köfte sanki bayram sofrasına babaanne elinden gelmişçesine bir lezzette. Ahhh o suyuna banılan ekmekteki lezzet! Ya bütün biberlerin domatesle birlikte pişirilmesi ile elde edilmiş acı sosa, ufacık ama ufacık dokundurulmuş ekmeğin damağa bıraktığı kalıcı iz?! 


Bu mutlu anlara ödediğimiz para ise şaşırtıcı. Günün koşullarından bakınca, "Bir şeyi eksik mi yazdılar acaba?" diye düşünmeden de edemiyoruz. Masamıza hizmet eden küçükten başlayarak herkese tek tek teşekkür ederek, fena halde doymuş vaziyette, mutluluk doz aşımındayken yeniden çıkıyoruz caddeye. Bir süre yürüdükten sonra Vodina Caddesinin alt sokaklarını dolaşmaya başlıyoruz. Yine antikacılar, eskiciler ve sanat üreten dükkânlarla bütünleşmiş bir mahalleyi güle oynaya arşınlarken vitrinindeki seramiklerle çağıran bir dükkâna -kaçınılmaz olarak- giriyoruz. Balart Sanat Evi. Bir seramik sanatçısı olan, aynı zamanda ders de veren tatlı hanımefendi ile tatlı tatlı sohbet ediyor, el emeği ürünlerinden alıyor, yine hoşluklar içinde yürürken pek de neşeyle, oynaşarak yürüyen çocuklarla karşılaşıyoruz. Üstelik de bu karşılaşmanın yaşamımızda derin dostluklar bırakacağından habersizce.




Kapitalizm Kahrolsun!

En sevdiğim kadın haberdar, benimse bir tık bile bilgim yok. Onun için bu seyahatin odak noktalarından biri, bense avare. O ise iki bina arasına sıkışmış, cıvıl cıvıl renkleri ile bir anda önümüze çıkıyor. Kalbinden el çırpma sesleri gelen, sevinçten zıp zıp zıplayan biri var.

Girişi tahmin etmeye çalışıyoruz. Arka sokağa dolandığımız andaysa sokağın bütününe bayılıyoruz.  Cıvıl cıvıl çocuk kaynıyor. Masanın üzerindeki, çocuklar için pek cazibeli, gofret, çikolata, kraker ve türevi yiyecekler, ikinci el giysiler, ayakkabılar, okul çantaları alabilirsiniz vurgusuyla tüm çocuklara ücretsiz. Ha keza su da. Kapıdan içeri göz attığımızda, yukarı çıkan daracık ve iki yanı kitap dolu ahşap merdiven çağırıyor. Gelin de girmeyin!  Çocuklarla birlikte tırmanıyoruz. Bu ev onların. Bizi mutlak misafir edecekler. Küçücük binanın daracık merdivenlerini heyecan yüklü bir masalın derinliklerine dalarcasına adımlıyoruz. Çocuklarla birlikte.. Hoş bulduk! Mutfak, kafeterya, aş evi, salon, çalışma odası... ne derseniz deyin. Sıcacık, şefkatli bir oda. Ocağın üstündeki çorba missler gibi. Pişmesine biraz daha var.


Oturuyoruz masanın etrafına,  buranın asıl sahibi çocuklarla... İlla bir şey ikram edecekler. Ada çayları geliyor. Sinem çorbanın başında, bir yandan karıştırıyor, bir yandan sohbete katılıyor. Şaşkınlık, sıcaklık, emek, yaratıcılık, destek, hayaller üzerine güzel güzel cümleler kuruyoruz. Öylesine coşkuluyuz ki ve öylesine hayran... İçimdeki iyilik melekleri heyecandan kıpır kıpır. Bu şefkatli emek için bir şeyler yapmalıyım! Çocuklarla paylaştığımız sohbete paha biçilemez. Sinem ve Murat onların da mutlak her olayın içinde olup, burayı sahiplenmelerini istiyorlar. Söz hakkının büyüğü çocuklarda. Elbette bu coşkunluk içinde sonrasında yerine getirmediğim büyük laflar da ediyorum. Bir bloğum olduğundan, orada yazacağımdan, hatta özelikle İstanbul'da yaşayan blog yazarlarını buraya yönlendirip onların da yazmasına aracılık edeceğimden söz ediyorum. Tüm bu coşkulu vaatlerim inşaat demirleri, gaz betonlar, kalıplar, lentolar arasında sürekli erteleniyor. Zaman kavramımım yok olduğu bu süreçte, bugün, yarın derken... en kısır yazma dönemimde yok olup gidiyorlar. Sözümü yerine getirmiyorum. Yüreğim bana küsüyor...  Kahrolsun kapitalizm!


İyi yürekli iş adamlarından ufak destekler alsalar da, ki mesela buzdolabını onlardan biri almış, bunca çocuk için burayı döndürmek zor. Ama başarmışlar. Artık medyada, en azından ilgi duyanların fark edebilecekleri düzeyde yer de buluyorlar. Öyle de güzel hayalleri var ki...

O ana kadar sessizce, masanın bir kenarında resim yapmakta olan Rade, gülümseyerek geliyor ve en sevdiğim kadının kucağına oturuyor. O resim bizim için; Rade'nin hediyesi. Bizim yapamadığımızı gözlerimiz yapıyor. Nemleniyorlar... Bentleri, tutmaya çalışıyor tomurcuk olmuş sevinçlerimizi. İçimiz yıkıyor bütün bentleri, sele kapılıyor oysa.


Masalın içinden çıkmak zor.  Öte yandan engel olmamak da gerek. Geri geri gitmek isteyen adımlarla çıkarken binadan; hemen girişin yanındaki, kapısında ambar yazılı olan, bir kaç un ve bakliyat çuvalı ile dolu minicik oda, dikkatimizi çekiyor. Bir masal evde bir masal ambar. Ama oradan sorumlu genç adam çok tatlı, bir hayal kahramanı gibi. Bir şeyler yapma arzumuz had safhada.


En sevimli esnaf noktasına çıkıyoruz. Mahalleli olmanın en hissedildiği yere. Sevimli bir market ki zamanın gereği, aslında tam bir bakkal. Mahallenin bakkalı. Sanki bahçeden yeni toplanmışçasına güzel kokan meyve ve sebzelerin arasından geçip, giriyoruz içeri. Yine tatlı bir genç adam. Muhtemeldir ki bakkal amcanın oğlu. Bu duruma alışkın olduğu belli. Onun da yardımı ile yapıyoruz gerekli olanlar doğrultusunda alışverişimizi. Teslim ediyoruz aldıklarımızı Ambarcıya. Alıyoruz alkışları. Ne hoş bir teşekkür!

Karşı kaldırıma geçip sonrasında, filmi başa saran izleyici gibi dışarıdan seyrediyoruz Hobbit House'da olan biteni.

Bazı vedalar zordur. Lâkin bu kolay oluyor. Sanki gerçek olmayan bir dünyaya girmiş, orada, bu taraftaki kirli dünyaya ait olmayan mutluluk anları yaşamış, sonra oradan çıkıp olağan hayatımızın olağan karmaşasına karışmış, rutinimize dönmeyi başarmış gibiyiz. E bu da güzel bir şey sonuçta! Güne adaptasyon da tamam olduğuna göre, kaldığımız yerden devam edebiliriz. Sanki bizi şımartacak bir kahve içmeliyiz!



Masallar hep bizi mi bulur... Yoksa biz mi masalları?

Aklımıza nakş edilmiş yerlere göz ata ata giderken ve etkilenmezken... yine aklımıza nakş edilmiş yerlerden biriyle fena etkileşiyoruz.

Usulca giriyoruz. Genç bir çift var masalardan birinde. İletişime bakılırsa, seviyorlar burayı. Biz zaten bayılmıştık dar caddenin ta uzağından gördüğümüzde. Bir masaldan çıkıp, bir süre günü yaşayıp, yine bir masala girdik sanki! Hadi hayırlısı.

Dışarıdan bakınca pek davetkârdı, eyvallah! Ama dışı seni içi beni yakar, diye bir sözümüz de var,  değil mi ama? Biz nedense, yüreğinin götürdüğü yerde gözü kara olanlardanız. Belki de hislerimize fazlası ile güveniyoruz. Göreceğiz?


İçindeki yemek yiyen genç çift dışındaki iki karakterle yarattığı ambiyans etkiliyor. Yine bir zaman sıçraması. Yine tertemiz bir dünyaya sığınmışlık duygusu.

Bingo!

Sıcak ve tatlı bir şey içme arzumuz katmerleniyor. Noel ve yılbaşı yaklaşıyor. Gün boyu süren hareketliliğimiz çok hissettirmese de mevsim kış. Kapıdan girdiğimiz andan itibaren hissettiğimiz şey de, sanki bugün kar yağıyor.

O halde?

"İki kapuçino lütfen."


İçerisi çok güzel, sevimli, özenli, tamam! Ama fincanlar başka. Tam anlamıyla masal tamamlayıcılar. Hımmmmm kahve de güzel.  Bu kez senaryosunu kendi yazacağımız bir anın içindeyiz. Her şey yolunda. Bir kaç yudumun ardından yorgunluk uçuyor, dolaşmaya başlıyoruz dükkânı; arka bölüm başka bir lezzet, satın almaya çağıran çok da güzel objeler var ve dükkânla entegre hiç de yadırgatıcı gelmeyen bir mini mutfak. Objelerin seçkin bir göz tarafından alındıkları belli. Genç bir adam sahibi; o bir kaç şey almak üzere yurt dışında; yanlış hatırlamıyorsam Rusya'da olduğu için annesi hanımefendi, göz kulak oluyor dükkâna. Hoş, ip uçları bırakan, merak ettiren bir kadın! Bir ürkekliği var. Seziyorum. Kadim bir ürkeklik. Güvercin tedirginliğinde!

Dönüyoruz masamıza; bitirince kahvelerimizi, düşeceğiz yola. Bir de adam var mekânda. Hemen bizim arkamızda. O da film karelik, ilginç bir karakter. Ara ara hanımefendi ile sohbet ediyorlar, alçak bir tonda. Güvercin tedirginliğinde! Abla kardeş ya da kardeş abi'ler.

Bitiyor kahvelerimiz. Çok iz bırakıcı anlar yaşadık. Hesabı ödeyip çıkacağız.

O ara dış kapı, küçük çanların sesiyle açılıyor. Bir genç kadın ve arkadaşları. Öylesine uğramış. İzi kalmış likörün altını çiziyor, gülen yüzüyle. Vişne likörünün. 

Antenlerimiz zaten hayata -hep- açık. İkimizde de bir merak. Zaten mekândan hiç ayrılmaya niyetimiz yok. Maison Balat'tan yani... Gülümseyerek soruyoruz. Varmış.



"İki vişne likörü lütfen."

Hoş kadehlerle geliyorlar. Sıradan olmadığı renginden, kıvamından, inceden hissedilen karanfil kokusundan belli. Bedenimizdeki tüm duyargalar hareketli. İlk yudumda durum anlaşılıyor. Hanımefendinin ürünleri. Sonrasında bir sohbet başlıyor. Çocukken çok kere gittiğim, izi derin, tadı damağımda aile memleketinin komşusu bir şehirden hanımefendi. Ortak yemeklerimizden yola çıkıp koyultuyoruz sohbeti. Hissettiğim tedirginliğin nedeni kimliği. Ortak kelimeleri, yemekleri, mahalle adlarını fark ettiğim yıllarımdan söz ediyorum. Sonrasında altını kalın kalın çiziyorum, başı dik ve açıkça tanımlaması noktasında kendisini. Biliyorum ki benimki bir isyan. Öte yakadan bakınca iş ne kadar da zor... muş'u bir kez daha anlıyorum. Üzülüyorum.

"İki tane daha lütfen."


Damağımızda hoş lezzet, lezzetli bir sohbet, usul adımlarla ve aslında neden bir türlü birlikte yaşamayı beceremiyoruz, neden birileri hâlâ, bütünüyle kendilerini -bu ülkenin insanı görmelerine rağmen- tedirginlik içindeler üzüntüsüyle, ama inadına bir mutlulukla, usul usul adımlarla yürüyoruz otelimize doğru... Resepsiyonda Semiha Hanımla sohbet ediyoruz; o, otelin henüz evken ki sahiplerinden, yan binalardan, patrikhanede görevli papazlardan birinin otelde kaldığından bahsediyor. Bizse az önce tanık olduğumuz güvercin tedirginliğinden yola çıkarak geçmiş İstanbul'dan, geçmiş Türkiye'den, şehirlerimizdeki çocukluklarımızdan söz ediyoruz. Tazecik çaylar eşliğinde.

Sonra bu huzurlu binanın kıymetli, yaşam izleri sinmiş merdivenlerini çıkıyor, bir süre dinleniyor, balkona çıkıp, günü geceye evirmeye hazırlanan saatlerin kokusunu içimize çekiyor, bu kadim şehrin, kadim semtinden, uzak olmayan ufuklara bakıyoruz.  Biraz sonra telefon çalacak, bir şehrimizdeki terör saldırısında şehitlerimiz olduğu için canlı müziğin olmayacağı haberi bildirilecek, yine de rezervasyonumuzun geçerli olup olmadığı sorulacak!

Hâlâ nefes alıyoruz....



Barba Vasilis... Bir Âlâ Meyhane için buradan lütfen

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP