12 Haziran 2019 Çarşamba

İstanbul'u Taşradan Yaşamak Daha mı Güzel Acaba?

Uzun zamandır kafamızda olan bir yer var, daha doğrusu bir mekân... yine bir meyhane. Hani İstanbul'da yaşasak şimdiye kadar bin kere gitmiştik denilse de, bulunduğumuz semtten, İstanbul hayatının zorluklarından, zorlu trafiğinden yola çıkınca, acaba gerçekten gitmiş olur muyduk, diye de düşünüyoruz. O karmaşanın içinde, mesafeleri de göz önüne alınca, sanırım şehrin tadını çıkarmak daha zor. Oysa biz taşralılar, bir yer duyuyor, ya da bir şeyler okurken görüyor, sonra hadi bir hafta sonu şuraya gidelim, orada yiyelim, şu şu etkinlikleri görelim, biraz da şuraları gezelim diyor, hiç İstanbul'un karmaşık trafiğine ve hayatına bulaşmadan, yürüme mesafesinde, ihtiyaç olduğunda kalabalık trafiğe girmek zorunda kalmayacağımız ulaşım araçlarını kullanarak, direksiyonla ve etrafla cebelleşmek zorunda kalmadan bütün hedeflerimize kolayca ulaşıyoruz. Bu aslında çok da güzel. 

İstanbul ve onun sundukları, şu alemde yaşayan tüm ölümlüler için kesinlikle muhteşem, hiç tartışmasız. Ama sanki, sesi uzaktan daha bir hoş geliyor!  İstanbul olanaklarından aşağıda olmayan ama mesafeleri ve kalabalık yaşam açısından o kadar yormayan, ülkenin her yerine kolayca ulaşılabilen bir güzel deniz şehrinde yaşamak da, acaba daha mı güzel? 

Sanki bir kez daha, yine güzel, bizi çok mutlu edecek(?) bir konaklama yeri seçiyorum. En sevdiğim kadın onaylıyor. Yeme içme noktalarının rezervasyon işiyse her zaman olduğu gibi onda. Tarih mutabakatı tamam, ve erken alınmış -otobüsten ucuz- uçak biletleri cepte. Her şey yolunda. Üsküdar'a gidiyoruz...




2 Haziran 2017

Salih Ustadan börekler, havaalanında kahve klasiği bu kez yok. Kahvaltıyı gittiğimiz yerde, hatta hedeflediğimiz semtteki bir yerde, gönlümüz nereyi seçerse orada yapma fikrindeyiz. Pırıl pırıl bir sabah... Bir kaç dakika yürümeyle duraktayız. Bir kaç dakika sonra da Bafaş geliyor. Yolcu yoğun bir gün. Şehir, bir ay sonra başlayacak dünyanın 3.büyük spor organizasyonu olan Deaflympics, bir başka deyişle işitme engelliler olimpiyatına hazırlanıyor.* Havaalanı yönünde yoğun yol ve köprü çalışmaları var ve trafik, özellikle sanayi bölgelerine kadar ciddi biçimde yavaş akıyor. Çocukça bir endişem var. Epeyi sıkışık ve  sıkıntılı geçen sanayi coğrafyasını geçince rahatlıyorum. Havaalanı canlı. Kontuar açık. Sırt çantaları bagaja...  Anons, kapı ve uçak. Açık havada zevkli bir uçuşla Sabiha Gökçen... Havabüs ve Kadıköy.  Üsküdar İcadiye Mahallesine gidecek otobüsü bulmalıyız. Bir tarif alıyoruz. Ben Mevlüt'le tanışıyorum. İlk işini çıkarıyor Mevlüt ve  bize binmemiz gereken otobüsü gösteriyor, acele etmeliymişiz ama! Sonra da inmemiz gereken durağı... Büyüksün!

İniyoruz. Bu kez telefon, en sevdiğim kadının telefonu yani, elimizden tutup sokağın başına kadar götürüyor. Evi gördük. Bakkalımızla tanışalım.

"İki kola lütfen."

"İki de su lütfen."

Mahallemizle ilk tanışmamız sıcacık. Hemen kaynaşıyoruz. Evse masal gibi. Fakat Konak ve ben, daha çok benden kaynaklı olarak, biraz mesafeliyiz. Sevdiğimi, boynuna atılmak için kendimi zor tuttuğumu, bir an önce sohbeti koyultmak, daha çok da onu dinlemek istediğimi belli etmiyorum. Ağır takılıyorum. O kadim, olgun, ne günler geçirmiş, beni mutlaka çözdü ama alan açıyor sanki bana. Tatlı kadınla iletişimse çoktan, ooooooo...!


Giriyoruz bahçe kapısından içeri. Özenli, şirin, rengarenk, insanı anında ele geçiren bir ev ve bahçe. Tam karşımızda, bir kaç basamak inilerek ulaşılan -tabii ki yeşillikler arasında- bir kafeterya var. Bir kaç adım daha atıyoruz ki, oradan çıkan bir hanımefendi bize doğru geliyor. Onunla giriyoruz eve. Odayı açarken "Buradaki yaşam kurallarından bahsetmek istiyorum," diyor Gülşah Hanım, "ne yani?" deyiveriyorum içimden. Ama sonra dış kapının, konağın kapısının ve odanın anahtarlarını verdiğinde ve kuralları sıraladığında, bunun tüm hikâyenin içinde sıcacık ve tamamlayıcı bir nüans olduğunu fark ediyorum. Şahane bir aidiyet duygusuna gönüllüce teslim oluyorum.


120 yıllık bir konak burası, ailenin büyükleri merdivenlerden çıkılarak ulaşılan üst katta kalıyorlar fakat bahçe dışında hiç karşılaşmıyoruz kendileri ile. Duvarda Kâtibim şarkısının notaları var ki odanın adı da Kâtibim. Öyle ince bir zevkle ve özenle düzenlenmiş ki, yumak yumak bir sıcaklık  tüm hücrelerimize sirayet ediyor. Banyoda bugüne ait bir kaç şey var, fakat öyle güzel yedirilmiş ki düne,  sanki 120 senedir oradalar. Sabunlar mis kokulu, al eve götür, süs objesi olarak kullan; o derece doğal ve sevimliler. İsteyene peştamal, isteyene havlu. Odaların açıldığı geniş hol ise kasmayan, çok hoş, ve de kasılmayan, sizi sevgiyle eşitleyen güngörmüş bir olgunluğa sahip. Sevinçliyiz. O halde biraz şu güzel karyolaya uzanıp dinlenelim, dinlenirken ahşap tavanların tadını çıkaralım. Üstelik de bahçeden gelen, konağın temizlik, yemek, bahçe bakımı, çamaşır gibi günlük işlerinin ve çalışan seslerinin cıvıltılarla oluşturduğu müzik eşliğinde...





Haydi... Kuzguncuk'da Kahvaltıya(?)


Üsküdar İskelesinden gelen ve gittikçe dikleşen yokuşun sonlarında, ana caddenin iki altındaki Cemil Meriç Sokağında, gürültüden ve karmaşadan uzak sakin bir mahallenin içinde ve bu hale bayılmış iki insan olarak biraz yürüyüp, bakkalımıza varmadan sağ sokağa, Sıvacı Ferhat'a dönüyoruz. Hafif eğimli yokuşu Kuzguncuk'a doğru; evlere, sessizliğe, arada bir önümüze çıkan küçük, sevimli kafelere, ekili bahçelere bayıla bayıla inerken, medeniyetten ve sola dönen yoldan vazgeçip önümüze çıkan dar, eski ve dik merdivenlere yöneliyoruz. En üst basamağa henüz varmamışken bir anda, ucundan gördüğümüz maviliğe, tutuluyoruz. Şimdi onun çekim alanındayız. Merdivenin ilk basamağına vardığımızda önümüze çıkansa tam anlamıyla al gözüm seyreyle... Hızlı adımlarla iniyor, aramızdaki asfaltı geçiyor, Botanik Parkının yeşillikleriyle tüm sınırları kaldırıyor ve derin derin İstanbul çekiyoruz... Dönsün başımız!


Metropolün bir yerinde, onun tüm kalabalığından bağımsız, özgürlüğünü ilan etmiş, kargaşanın içinde yer almamaya direnen bir -ara-bölgeyi yürüyoruz. Yavaş, sakin, insansız, hâlâ köy kalabilmiş bir rüyanın içinden geçiyoruz. Karşı yamaca yerleştirilmiş at ve tay heykellerinden oluşan sürüye, önünde kaçınılmaz olarak kaldığımız maviye, ama daha çok da köyün esnafına, sevimli dükkânına selam ediyoruz. Güneş coşkulu, bizse ondan coşkulu! Gülşahın Abajurları yazan ahşap tabelası, güneşliğinin üzerindeki instagram satış noktası vurgusu ile bizi bizden alıyor dükkan.


Emine Hanım'ın evinin önünde durmamaksa imkânsız. Esnaflık budur! Sonuçta bağ bahçe, yemek, ev temizliği, çoluk çocuk gibi sorumluluklar da var! Üstelik başı dik ablanın, adı da var. Yazmış güzelcecik, sıcacık rakam ve harflerle... yazmış emekçi  tabelasını, asmış ekmek teknesinin kapısına: Köy yumurtası bulunur! Kaç koltukta kaç karpuz değil de nedir bu? Makine düzeni şehrin kıyısında bir güzel abla. Çok sevdik seni... çok.


"Varoşlarından" yaklaştıkça merkeze ve biraz daha kalabalıklaşmaya başlasa da binalar, az önce hissettiğimiz sıcaklıkta bir kayma olmadığını fark ediyoruz. Henüz semtin dokusunu bozacak, kendisine serin duracağımız bir ayrık otuna rastlamadık. Hatta sempatimiz artarak devam ediyor. Bostanla, Hagios Panteleimon Rum Ortodoks Kilisesi arasındaki tamirat çukurlarına bile -gerçek bir mahalle efekti yarattıkları için sempati ile bakıyoruz.  Kilisenin geçirdiği yangından sonra 1800'lü yıllarda inşa edilmiş çan kulesi cazibeli, ayazması ile birlikte yeşillikler arasında pek hoş duruyorlar... ama biz önce bostana girelim. Çünkü sevimli tabelası pek davetkar.


Buranın bir mahalle olduğunu hissettiren pek çok unsura rağmen, eskinin ilişkilerini sürdüren, kitlenin aidiyeti yüksek bir duygu ile mahalleye bağlı olduğunu gösteren mihenk noktası, tüm ele geçirilme çabalarına karşı uğrunda büyük mücadeleler verilmiş Bostan. Ne hoş bir kolektif yaşam kültürüdür bu ve ne de kıymetlidir; bugünün kozmopolit ve ilişkilerin çıkar odaklı olduğu samimiyetsiz dünyasında, kendi andalında kendi ellerinle diktiğin sebzelerini yetiştirmek ve bu ortak alanı bir rotasyonla isteyen herkese adilce pay etmek. Aynı zamanda bir etkinlik alanı olan Bostanın  amfisine bayılıyor ve hemen sahne alıyoruz. Formu bozulmadan kuyuya yerleştirilmiş küpün ağız kısmına koyulmuş su çanağından su içen kedi, sorumluluklarının bilincindeki korkuluklar, yeşil heykeller, çok kara olmayan kargalar ve tüm bu alanı daha renkli kılan güngörmüş evler... İzleyicilerimiz. Ne güzel!


Açlık hiç ses etmiyor. Bu ahenge bayılmış olmalı ki hiç de uyarmıyor. Mekânlar çağırıyor fakat İcadiye Caddesini kesen sokaklar da elimizi bırakmıyor. La Mekân'a neden oturmadık hatırlamıyorum. Kapalı mıydı o saate acaba diye de düşünüyorum. Belki de güvendiğimiz ve sevdiğimiz gurmeden kaynaklı olarak bilinçaltımızdaydı komuta... onu da bilmiyorum. Bir bakıyorum ki Pita'dayız.


Küçük, sevimli bir mekân, Amerikan servisleri hoş; semt çocuklarının ellerinden çıkmış renkli, sevimli resimler. Tezgâhın ardındaki abladan güzel yemekler çıkar diye düşünüyorum. Tek kalmış karnıyarık tahrik edici. Ama biz kahvaltı için buradayız. Bir kişilik söylüyoruz, böyle alıştırıldık!.. İki de çay.


Hanımefendi sahiplerinden biri, öğretmen. Seçtiğimiz kahvaltı geliyor, hoş bir set, poğaçalar lezzetli, ama şımartılmış insanlarız dedim ya, gözümüze az geliyor, içimizde bir eleştirmen türüyor. Taşralı algısı deyip geçebilirsiniz de! Kuş cennetinde, su basar ormanlarının içinde, belediyeye ait ama bölge insanlarının ürettiği ve çalıştığı yer dahil, öyle zengin kahvaltılara alıştırılmışız ki...  tek kişilik kahvaltıyı dahi -iki kişi için- yarım isteyen gözlerimiz bu nedenle  belki de eleştirel. Yörelerinden özenle seçilmiş ürünler, ciddi bir emek, merak, en iyisi olsun arzusu ve işe sevgi katma var, eyvallah. Müşteriler memnunlar ki, iletişimleri sıcak ve bu sıcaklık samimi. Ama bugün ya bizde bir sorun var ya da şımartılmış insanların burun bükmesi ele geçirmiş bizi. Oysaki şu an görünen tabak bir kişi için ideal. Güzel de zaman geçiriyoruz, lakin içimize de bir il başkanı kaçmış gibi... o halde, o anki hissiyatımızla söyleyelim, "Belki her şey güzel ama yine de bir şey var!"




 Bazı kitaplar zıp zıp zıplatır... Üstelik de bu kadar olur!


Caddeyi kıyıya doğru yürürken ve insanlarına, dükkânlarına, yaşamın yavaşlığına ve semtin sıcaklığına bayılırken Nail Kitabevi ile göz göze geliyoruz. Koşup sarılasımız gelmiyor mu? Elbette geliyor. Fakat her zaman olduğu gibi, pastanın kremasını sona saklıyoruz. Uzun uzun, yavaş yavaş, hissede hissede tadını çıkarmak için, sabrediyoruz.


İsmet Baba'nın yanındaki küçük iskelenin üzerindeyiz. Denize bakan pencerelerinden birindeki masada olmanın hayalini kuruyoruz. İçerinin o anki loşluğu, duvarlardaki siyah beyaz fotoğraflar, masalarına sinmiş eski ve derin sohbetler, görmediğimiz ama Tanpınar'ın tasvirlerinden sevdiğimiz eski İstanbul tadında, rakı ve bir kaç meze eşliğinde efil efil bir boğaz keyfini mutlak kılıyor. Lakin akşam için aylar öncesinden ayırttığımız masa da sanki buradan aşağı kalmıyor. Göreceğiz!


Beylerbeyi'ne giden yol boyunca yürüyoruz sonra, kapanmış, çekici, akıl çelen bir lokantanın önünde ki denizle bir bağı yok ama çekiciliği nedeniyle kalıyor, sonra tekrar dönüp İcadiye Caddesine giriyoruz. Taksi durağı, ağaçların altında oturan insanlar, Ekmek Teknesi, takı dükkânları, dikkat çeken Betty Blue, hırdavatçılar, çikolata ve kahve dükkânları, Perihan Abla efekti yaratıyorlar. Bir gerçek var ki, girdiğimiz bütün sokaklarıyla Kuzguncuk, asla ama asla bir yapaylık hissi uyandırmıyor. Girdiğimiz sokaktaki mavi bina akıl çeliyor. Bir konaklama noktası. Muhtemel de bir kafe.  Kaldığımız yerden hiç bir şikâyetimiz yok, ama Kuzguncuk içinde geçecekse bir kaç gün, ben yokuş çıkıp inemem de denirse, sanki olabilir. Hani biraz alkolün değdiği akşamlarda, yakın olsun  kaldığımız yer istenirse, bir de Kuzguncukluyuz diyebilmek için tercih edilebilir.


Şurada otursak bir şeyler içsek, dedirten masalarını selamlıyor, sokağın merdivenlerini çıkıyor, yüreğimizin götürdüğü yönlere dönüyor ve artık bir Kuzguncuk sembolü Refika'nın binasının önüne varıyoruz. Bir lokantası ya da kafeteryası olsa gireceğimiz kesin, tariflerini seviyoruz... olmayınca böyle bir seçenek, dışarıdan bakıp, biraz üzerine konuşup, binaya hayran kalıp geçiyoruz.

Veee... Nail Kitabevi'nin önündeyiz.

İçeri usulca süzülüyoruz.

Sanki çok eskide kalmış bir masalın kapısını aralıyoruz.

Hızlı yok oluşların içinde kendini koruyabilmiş olanlar, ticari faaliyetin çok ötesinde bir kıymetteler. Şu büyük sermaye kitapçılarının olmadığı dönemleri yaşamışlar için anlamları büyük de, acaba o yılları görmemişler için anlamı ne? Fakat, sanki, gençlerin bir kısmında da bir farkındalık var. Sanki ekonomik koşullar biraz daha iyi olsa, ya da bu tür yerler biraz destek görse, en azından fiyatlar noktasında büyüklerle rekabet edebilseler.. yaşayacaklar da.


Kafeteryası sevimli, kat aralarındaki masalarda kitap okuyan ya da ders çalışan, ağırlıkla gençler renkli... Bir ticari işletmeden daha ziyade gönüllü bir buluşma, kitaplara dokunma, bir şeyler içip bir şeyler yerken üç beş satır okuma noktası tadında, sıcacık bir mekân. Çalışanları tatlı ve mekânla da çok uyumlu. Raflarında kitap bakınırken, açık pencereden caddenin kokusunu görmek, bir satın alma eylemi içinde değilmiş de bir tanıdık evin kitaplarına bakılıyormuş gibi.

En sevdiğim kadın buldu! Zıp zıp zıplamasına az kaldı. Üstelik de o kitap burada bulunmalıydı. Aynı iki kitabın biri bana... Tazeliğini yitirmesi imkânsız, anı yaşamak adına kesintisiz bir duygu yaşatacak, her ele alındığında buraya, bu güzel ana götürecek, gözlerime her seferinde şahane bir tebessüm oturtacak, onun, en sevdiğim kadının -güzel- yazısıyla cümleler... bana cümleler... ilk sayfasında:
  
FARZET Kİ 2 HAZİRAN 2017
FARZET Kİ KUZGUNCUK
FARZET Kİ NAİL...


Günün kesinlikle çok güzel olacağını hissettiğimiz bir başka noktası için eve dönmeliyiz şimdi. Hazırlanmalıyız! Bostanın içindeyken, ardında kalıp bizi sahnede izleyen, alkışlayan evlere bir selam çakmadan olmaz. Önlerinde saygıyla kalıyoruz. Sonra köşeyi kıvrılıyoruz ki bir anda bir mekân "Ben?" diyor. Çok beğeniyoruz. Bina güzel, cezbedici. Camlarından içeri bakıyoruz. Bir şeyler yiyip, belki şarap içilesi... adı Zahir. Bir fikrimiz yok ama etkileniyoruz. Artık kısmetse bir başka sefere, diyor, gönlünü alıyor, beğenimizi belli ediyor eve doğru yürüyoruz.

Bu kez geldiğimiz yolu yokuş yukarı çıkıyoruz. Bir taksiye atlasak mı falan demiyor, bir kez daha üzerinden geçilen satırlar tadında, geliş yönündekilerin bir bir önünden geçerek konağa varıyoruz.


Mahallede on kedi varsa
                      Biri sensin

Yüz kedi varsa
        Biri yine sen
Ama bu kez yüzde birsin

Oysa okşadığım-tek bir kedi-
           O kedi.
           Yüzde yüz sensin.**


"İki kahve lütfen."

Şu hayatta en sevdiğim an, yeni alınmış kitapları eve gelene kadar sabırla beklemek. Yanına atıştırmalık ya da sevilen bir içecek almadan, bütün düşüncelerden arınmadan, bütün ayak işlerini halletmeden dokunmamak. Hepsi hallolunca da saf, sorunsuz bir keyifle sayfalarının içinde dolaşmak. Şu an ritüel başlangıcı için her şey, ama her şey hazır. Üstelik sabah konağa girdiğimizde kapalı yerlerinde olan ve anneleri dışında kendilerini göremediğimiz kediler de bu güzel akşamüstüne katılıyorlar.


İyi, ilişkileri kuvvetli bir ailenin ve herkesin toplanma yeri olan bir evin ne demek olduğunu bilen insanlarız, saksıda büyütülen zeytin fidesinden ve bahçedeki -sahiplenilmiş- kedi yavrularına gösterilen sıcaklıktan...  iyi, güzel ve şefkatli hikâyenin tümünü anlamak ve konağın her noktasına sinmiş sevgi bağını hissetmek bizim için, Konak'la bağımızı kuvvetlendiren, olayı bir ticari ilişkiden bağımsız hale getiren kıymetli duygular. O lezettle, bu özenli ve zengin bahçede, bu güzel  yazın akşamüstüne,  kahvelerimizi yudumluyor, Zahrad'ın, asıl adıyla Zareh Yıldızcıyan'ın Aras Yayıncılık tarafından çıkarılmış, Ermenice ve Türkçeleri karşılıklı iki sayfada ayrı ayrı yazılmış şiirlerini okuyor, çizimlerine bakıyor, duygu dünyasının içinde dolaşıyoruz. Sonra odaya geçiyor, biraz dinleniyor, güzel(?) gece için hazırlanıyor, özellikle dış kapıların anahtarlarını kontrol ediyoruz. Güzel mi güzel, çiçek kokulu bir ilkyaz akşamı... Yolumuz uzun. Hayalimiz de!



*Samsun, dolayısı ile Türkiye, 23. organizasyonda, %99,5 başarı notu ile en iyi Deaflympics olarak tarihe geçti.

** Zahrad'ın kitabından Bir Kedinin Hatıra Defterine, adlı şiir.

Yazının devamı İstanbul'da Bir İnciraltı için buradan lütfen.

2 yorum:

  1. İstanbul tam da tarif ettiğin gibi, tartışmasız çok özel bir şehir ama ehil olmayan ellerde öyle bir hale getirildi ki!. her yerinden dökülüyor!. Bu yüzden, bu şehirde yaşamak hiç kolay değil!. Ve belki de onu uzaktan sevmek en güzeli!.

    Ama Buraneros'un harika üslubuyla, uzun zamandır gitmediğim -gitmeleri göze alamadığım- Kuzguncuk sokaklarında dolaşmak, nasıl da iyi geldi sıcaktan ve nemden bunalan bünyeme :)) Bostanlığa, tarihi konağa, mavili eve ve Nail Kitabevi'ne bayıldım. Çok keyifliydi okumak, okurken yol almak...Teşekkür ederim. Yazının devamını da merakla bekliyor olacağım. Esenlikle...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumunu okurken ben de şöyle düşündüm, hatta bir an hayal ettim: Şimdi Sevgili Esin, Kuzguncuk'u yazsaydı, benim ad olarak duyduğum ya da bir yerde önüme çıkmış, bu semtte yaşamış, bayağı çileli bir entelektüel olan kadın yazar ve eğitimci Zabel Yesayan'dan söz eder... bugününü yazdığım bostanın aslında uzun uzun yıllar önce "şimdilerde azınlık sayılanlar"dan bir şahısa ait olduğundan, onun tarafından ekilip biçildiğinden, sonra "bir şekilde" devletimize geçtiğinden, devletin şu yakın yıllarda tekrardan bu "kupon" araziyi birilerine peşkeş çekerek inşaata boğma çabalarına karşı mahallelinin mücadelesinden söz eder, bostanın rivayete göre 600 yıllık serüvenini bize hissetirir ve başka tarihler de vererek bu semt özelinde, diğer semtlerin kıymetini daha çok fark etmemizi sağlar. Sonra, mesela kilise bahçesinde cami olayını bir arada yaşama kültürümüzün güzel bir örneği olarak tarihsel perspektifine de değinerek, katı bir tarih öğretmeni dili ile değil de, her tarihsel bilgiler verişindeki gibi, ve de daha detaylı ve şahane fotoğraflar eşliğinde, şefkatle bize anlatıp ve kimbilir daha ne sırları, detayları bulup -ben gibi oralara hiç bulaşmayanların-dağarcıklarımızı zenginleştir ve de ne güzel olurdu... dedim:))

      Ben de teşekkür ederim. Ve artık, blogların geleceğe izler, akan tarihin bir döneminden tanıklıklar ve ipuçları bırakan kıymetli araçlar olduğuna, gittikçe daha fazla inanıyorum sanki.:))

      Sil

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP