27 Mart 2013 Çarşamba

Blog, yazanlarından daha kabul görür bir şahsiyettir; yazarlarının yoluna fırsatlar döşer!

"Bu yazıyı eli kalem tutan, meslek ve iş konusunda umutsuz olan gençler için yazdım. Biraz sonra vereceğim örnekleri, blogu oluşturduğumda ben bile hayal edemedim."


Ben bir blog yazarıyım. Şu alemde tanıyan çok azdır; şeklimi şemalimi bilen, benle oturup iki kelam etmiş insan sayısı ikidir. Ama La Paragas öyle mi?

 70 milyon insan içinde herhangi biri olan bizi, gittiğimiz bazı alanlarda itibar sahibi yapan, özel muamele görmemize sebep olan La Paragas'tır. Biz onun tanınırlığı sayesinde adam yerine koyuluruz.

Elbette ben de iyi bir çevresi olan, e nispeten sevilen, saygı gören bir adamım. Mesleğim dolayısıyla bu ülkenin pek çok şehrinde itibarlı sayılabilecek, benim için değerli pek çok tanıdığım da vardır. Ama La Paragas hiç tanımadığımız, hiçbir geçmişimiz olmayan insanlarla bizi tanıştıran, sayesinde itibar görmemize sebep olan bir varlıktır.

Buna pek çok örnek verebilirim aslında: Mesela Erasmus sonrası tekrar Polonya'ya giden Mussano'ya,  yazıların sahibinin o olduğunu bilmeden, "La Paragas diye bir blogda bir yazı okudum ve bu şehri seçtim" diyen pek çok öğrenci vardır. 

Şu gün, özellikle Erasmus için Polonya'ya giden öğrencilerin neredeyse %80-90'ı La Paragas'ı bilir ama bizi bilmezler.  Hakeza üniversitelerin Erasmus koordinatörleri de...  Tıpkı, özellikle sanat yazılarının okurları, mail atanları ve  önemli mecralarda yazılarımızı paylaşan çok önemli insanlar  gibi.

Ama bunlardan herhangi birine "Biz La Paragas'da yazıyoruz." dediğimiz anda karşılaştığımız tablo çok keyifli ve çok hoştur. Normal koşullarda randevuyla bile ulaşamayacağımız insanlarla bir anda sıcak ve eşit dostluklar kurmamızı sağlar.

Bu yazıyı eli kalem tutan, meslek ve iş konusunda umutsuz olan gençler için yazdım. Biraz sonra vereceğim örnekleri, blogu oluşturduğumda ben bile hayal edemedim.

O zaman da blog yazmanın önemli ve geleceği parlak bir iş olduğunu gördüm ve kabul ettim. Ama bir meslek noktasına taşınabileceğini kesinlikle aklımın ucundan bile geçiremedim Ara Sıcak başlıklı yazılarda blogda yazılan yazılar sayesinde tanışılan insanlardan sıklıkla söz ettik. Yazıların bu ülkenin önemli insanlarının ve kurumlarının sayfalarında yayımlanması her zaman gurur vericiydi. Ama bir süredir yaşadıklarımız ve aldığımız mailler, bu mecranın özellikle genç insanlar için bir kariyer alanı olduğunun da işaretleriydi sanki.

 Aslında bu yazı biraz da "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit" işlevselliğindedir. Bizim blogun kalemleri tartışmasız iyi iki genç yazarı var: Captaiin ve Mussano. Herhalde bir kızım olsa Captaiin kadar sevemezdim, onu fark ettiğimde yaşı henüz 15'ti. O gün de güzel yazıyordu... ama ondaki gelişimi gördüğümde, bazen, neden daha çok yazmıyor, diye hayıflanmadan edemiyorum.

 Mussano için ise buraya bir kelam dahi yazmayacağım. Çünkü dilimde tüy bitti.

O yüzden size söylüyorum gençler!

Özellikle genç insanlar neden blog yazmalılar noktasına gelirsek : Bu ayın ilk haftasında T.C Başbakanlık yazılı bir mail aldık, önce acaba virüs falan mı diye düşündüm, sonra gov.tr uzantılı maile güvendim ve açtım, altında kurum yetkilisinin adı ve soyadı yazılı mailde şu cümleler yazılıydı:

"İyi günler,

Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü (BYEGM) olarak dijital ortamda kaliteli içerik üreten içerik yaratıcılarının sesini geniş kitlelere duyurmak amacıyla bir platform kuruyoruz. Sitenizde yer alan kaliteli içeriğiniz sebebiyle bu platformda sizinle de iş birliği yapmak istiyoruz. Konuya ilişkin bilgi paylaşımında bulunmak üzere size ulaşabileceğimiz elektronik posta adresiniz ve iletişim bilgilerinizi bizimle paylaşırsanız memnun oluruz.

 Görüşmek üzere."

Tabii ki buna sevindim. Ama sapına kadar inandığım, tarafı olduğum birileri dahi iktidarda olsa, ya da başbakan kardeşim olsa,  yine de böyle bir iş birliğini kabul etmezdim. Çünkü ben dilediğimi yazmak isterim, inandığımın ve kendi doğrumun dışında bana yön verebilecek, benim mecramı kullanmanın hesabını yapan,  özellikle propagandaya yönelik hiçbir iş birliğinin içinde olamazdık.

Bundan bir kaç gün sonra bu kez Yıldız Sarayı Vakfından bir mail aldık. O da şu şekildeydi:

"Eğitimlerimize destek veren değerli akademisyen ve sanatçılarının katılacağı ve “Saray Akademi Yıldız” eğitim seminerlerinin tanıtılacağı, sonrasında ise Gezi Yazarı ve Tarihçi Saffet Emre Tonguç eşliğinde Yıldız Sarayı’nda yapılacak küçük bir gezi ile devam edecek bu basın buluşmasında siz değerli Basın Mensuplarını aramızda görmekten onur duyacağız..

Yer: Yıldız Sarayı Tiyatrosu Tarih: 27.03.2013 Çarşamba Saat: 14:30 – 15:30"

 Bu asla kaçırılmayacak bir fırsattı elbette ama bir proje ile ilgili yoğunluk nedeniyle ben gidemeyecektim. Gidecek birini de bulamadım!

Mail gönderilenlerin listesine baktığımda, yan yana gelebilmenin, aynı ortamı solumanın çok zor olduğu, Türk Medyasının önemli temsilcilerinin olacağı bir ortamda bulunmak, medyanın göbeğine paraşütle inmek ve orada bir kaç kişiyle tanışmak müthiş fırsattı, genç bir insan açısından; özellikle de seminer ve konferans verecek akademisyen ve sanatçı listesine bakıldığında...

Ama ben katılamayacağımızı belirten bir mail atmak zorunda kaldım.

Bu olay henüz soğumamışken bir mail daha aldık. Başlığı, özellikle blogların artık ne seviyede bir değere ulaştığının göstergesiydi.

 "Değerli Basın Mensubu,

29 Mart 2013 cuma günü vizyona girecek Sinister - Lanet filmimizin basın gösterimi pazartesi sabah yapılacaktır. Basın gösterimi ile ilgili detayları aşağıdadır. Basın kiti tarafınıza basın gösteriminde dağıtılacaktır.

TARİH : 25/03/2013

YER : Kanyon Cinemaximum Sinemaları

İKRAM : 10.00

GÖSTERİM : 10.30"

 Buna cevap veremeden bugün yine değerli basın mensubu diye başlayan bir mail daha geldi. Yani demem odur ki: Gençler, eliniz kalem tutuyorsa geleceği parlak, sizi başka mecralara taşıyabilecek, ekonomik hiçbir katkı istemeyen, oturduğunuz yerden ve üstelik eğlenerek yapabileceğiniz bir meslek önünüzde duruyor: Blog yazmak.

Ama iş olsun diye değil elbette..

Çünkü bu davetleri La Paragas sayesinde almamıza sebep olan izleyici sayımızın çokluğu değil. "Blogu'nu Yukarılara Taşımak İsteyenlere,Bir Deneyim Üzerinden İki Çift Laf..." başlıklı yazıda bahsettiğimiz nedenler.


5 Şubat 2013 Salı

Anna Karenina Üzerine Kısa... Kısa...

Kitabı okumamış ve hiçbir Anna Karenina filmini izlememiş biri olarak "yeni nesil" filmi aklıma yazmıştım.

Filmi beklerken oluşturduğum algı ise kendini şu cümlelerle ifade etmişti: Fragman epey fikir verdi bana ve yazımın ana temasını belirledi. Okumadığım ama algımda oluşturduğu bir hikayesi ve gücü olan roman ile filmin dozunun tutmadığının sanırım altını çizeceğim. Belki filmi romandan bağımsız bir gözle  biraz da öveceğim, ki kitabı okumamış biri olarak bunu kolaylıkla yapabilirim. Övebileceğim hatta çok hoşuma gidecek özellikleri de var gibi geldi filmin. İki yönlü bir yazı olacak sanki.
"Kitaplar, insanların hayal gücü ya da imgelem dünyasının zenginliği ile örülür. Doğal olarak görsellik hayal gücünü hapseder. Bir kitabın öznel hayal gücüne dayalı olarak farklı algılara açıldığı düşünüldüğünde yönetmenin hayal gücüne hapsolmuş bir film her zaman risklidir."

Benim birinci riskim okumadığım bir roman olmasına rağmen yaşam içinde oluşturduğum, tümüyle bana özgü  Anna Karenina profiliydi. İkincisi ise filmle ilgilendiğim evreden beri kafamdaki Anna için Sophie Marceau oyunculuğu üzerinden bir kadın şekillendirmişken Keira Knightley'nin bu güçlü kadın karakterin üstesinden gelip gelemeyeceği idi.

Filmin ilk bir kaç karesinin ardından, çok beğendiğim yönetmen Joe Wright'ın sinema dilinin, kitabı yorumlama biçiminin ve deneysel tavrının kitabın klasik yapısından tümüyle uzak olduğunu ve kitabın okurları tarafından bu halin hiç de hoş karşılanmayacağını düşündüm.

"Keşke yaşasaydım yerine iyi ki yaşamışım"  felsefesi üzerine oturttuğum filmi genel olarak çok beğendim, romanı okumamış olmam belki de bir avantajdı.

Keira'dan Anna olmuştu. Marceau'lı filmi izlesem muhtemelen onu öne çıkarırdım, ancak ilk kez Anna canlandırması izlemiş biri olarak kaygılarımı gideren bir performansa tanık oldum. Bu olmamış, demedim.

Film bana hikayeyi, sosyal çevresi ve dönemin sorunlarıyla birlikte -hem de- vurucu bir şekilde anlattı. Duyguları geçirdi.

Yönetmeni zaten seviyordum. Bana göre görsel manada da  çok iyi iş çıkarmış, böylesine güçlü bir romandan çok farklı bir dil kullanarak başarılı bir Anna Ruhu yaratmış.

Romanı okuyanlar ve bu konuda tutucu olanlar, bir film gözüyle izlemeyip de kendi imgelem dünyalarında yarattıklarını arayanlar çok eleştirebilirler.

Dün akşam izlediğim filmin tadı bende çoğalarak devam ediyor. Önemli anlar, nüanslar, bir takım simgeleri ve sesi kullanarak yaratılan vurgular bir bir gözümün önünden geçiyor.

Dario Marianelli'nin müzikleri ile muhteşem görsellik ve iyi oyunculuklar bana klip tadında, çok zevkli, ritmini asla düşürmeyen bir 129 dakika yaşattı.

Düşündüm ki ben romanı okumuş, diğer filmleri de izlemiş biri  olsam bu filmi yine de çok severdim.

Tüm bu düşüncelerde duygularımın pek de keyifli olmalarının bir rolü olabilir belki.

Bu filmi 9 ay önce izlemiş olsaydım ne düşünürdüm bilmiyorum.

Ve bunu asla bilemeyeceğim.

30 Ocak 2013 Çarşamba

Herkesin Bildiği Sırlar

Yine işkembe çorbası, bu kez daha keyifli olsun diye kalın doğraması oyunun ikinci perdesine tercih edilen, bir tiyatro akşamıydı.

Gerçi bir ara dönüp de arkama baktığımda benden başka çıkana da rastlamadım, hatta salondaki çocuklar ve bir kısım seyirci çok da gülüyorlardı ilk perde boyunca. Sanırım bende bir su kaçağı var ya da çoğunluk otoparka ve durağa yakın kapıyı kullandı.

Yavuz Özkan adı aslında irkiltmişti beni ama yine de bir coşkunun esiri olarak aldım işte bileti, almaz olaydım.

Aslında oyunları ne olursa olsun yerin dibine sokmayı sevmeyen, verilen emeğe koşulsuz saygı duyan, eleştirilebilecek noktaları dahi görmezden gelip iyi yanları öne çıkaran, izlediklerini beğenmese dahi parlatmayı seven bir adamdım ben.

Bu yıl bunun doğru bir tavır olmadığını hissettim. Çünkü izlediğim oyunlardaki insanlar sonuçta -üst- bir kurumun oyuncuları, yönetmenleri, teknik ekibi falan... Evet amatörleri, genç oyuncuları desteklemek, beğenmesem de hoş görmek anlaşılabilir bir şeydi şahsım açısından. Oysa egoları sahneden taşmış, ben oldum edasıyla oynayan, ya da bu edayla oyun sahneye koyan ve bunda da başarısız olan insanları neden eleştirmeyecektim ki.

Bu, geçen sene kafama dank etmişti. Bu işten para kazanıyorlarsa ve bunu benim gibi izleyiciler için oynuyorlarsa, işleri buysa, sözümü sakınmamın, beğendiğimi nasıl yazıyorsam, beğenmediğimi yazmamamın ne anlamı var ki diye düşündüm ve "beğenmediğim gösteriyi yazmama" prensibimden vazgeçtim.

Gerçi bu sabah altı çizilmiş bir durumdan yola çıkarak buraya taşıdığım "Kasların öğrenme ve unutma hızı konusunda anlatılanlardan hareketle, kendisi de sonuçta bir kas olan midenin tiyatroya gidildiğini hissettiği anda işkembe çorbasını hatırladığından ve beyne "bu kötü bir oyun, çık işkembe çorbası iç" demeyi öğrendiğinden şüphelenmiyor da değilim." cümlesindeki  gibi de olabilir durumum. Önümüzdeki oyunlara bakacağım artık.

Dün akşam sıcağı sıcağına şu cümleleri kurmuştum bu oyun hakkında: Güçlü bir oyun olmadığı gibi izleyiciye şekerlemeler dağıtan televizyon güldürülerine benzettim ve izleyicinin verdiği tepki ile Yavuz Özkan'ın yüksek sanatının çeliştiğini, kimsenin onun vermek istediğini "alamayıp" oyuna gayet güzel güldüğünü düşündüm.

Oyuncuların hakkını da yemek istemiyorum. Sonuçta yönetmenin istediğini oynamışlar. Söz konusu ilişkiler oldumu insan daha güçlü ve daha derinliği olan bir oyun ve oyunculuklar bekliyor.

Bu sabahsa tüm iyi niyetimi harekete geçirip oyun üzerine iyi şeyler düşünmeye çalıştım ama benim yaşadıklarım ve hayata bakışımla örtüştürebileceğim hiç bir şey bulamadım. Öncelikle iki bedene; sıradan, entelektüel, bohem, şımarık, basit, orta-üst sınıf, vesaire karakterlerin ilişkideki davranışlarını ve ifade edişlerini yüklemiş olmak, sahnedeki oyuncuları değişik elbiseleri sunan manken haline sokuyor ve bu da verimsiz ve derinliksiz kısa skeçlerden öte gidip de bir hikaye bütünlüğü sağlayamıyor.

Cinsellik vurgusu ve espriler hiç zekice değil, abartılı ve seyirciyi -kolaylıkla- güldürmek üzere koyulmuş. En çok çocukların gülmesi de bunun bir göstergesi sanki.

Oyuncuları tanımıyorum bu yüzden performansları konusundaki sözlerimi saklı tutuyorum ama sahnelenme biçimi ve gördüklerim; ilişki olayına düzeyi ne olursa olsun benim verdiğim değer noktasından baktığımda daha vurucu, esprileri daha düzeyli, daha doğrusu ucuz komiklikler içeren değil de tebessüm ettiren bir mizaha sahip, dramatik kurgusu daha güçlü bir oyun olmalıydı bu dedirtiyor.

Bir türlü sevemedim oyunu ki teknik aksaklıklar da vardı. Mesela müzik; şarap içilerek sohbet edilen odada, müzik çalardan çiftin anılarında yeri olan şarkılar şeklinde ve onların inisiyatifi ile çalınıyor gibi bir mizansenle yer almıştı oyunda. Ama ses, diyalogları bastırdığı anda kısılıyor ve dolayısıyla bu durum kurulan mantıkla hiç uyuşmuyordu. Doğal olarak ana kumandadan ayarlanan ses oyuncuların inisiyatifi dışında indirilince izleyende odada çalınan değil de oyunun tema müziği duygusu yaratıyordu. Belki de sadece bende.

Bir de insanlar ayrılık günündeki hesaplaşmalarını illa ki dışarıda şimşeklerin çaktığı, yağmurlu bir günde mi yapmak zorundalar.

Kısacası kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, olan biten hiçbir şey içimde bir sıcaklık duygusu yaratamadı oyuna karşı. Oysa ilişkiler üzerine -çok da keyifle yazdığım- pek çok oyun izlemiştim. Sanırım benim hayata bakışım ve biriktirdiklerim, -net üzerinde yapılmış övgülere baktığımda- bu oyuna yetemedi.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP