21 Mayıs 2010 Cuma

Kriminal Bilirkişi!

Bir kaç yıl önce, Anıtkabir ve Kocatepe cami aynı fotoğrafta üst üste resmedilmişti. Birileri bunu, özellikle böyle montajlandığını söyleyerek ve mevcut iktidara çakarak haberleştirmişti. Anlı şanlı kanallarda biraz da toplumu kaşımak maksatlı haberleri yapılmış ve özellikle de kasıta parmak basılmıştı. Pek de laik bir abimiz, bunu öne çıkararak o günkü iktidarı ve elbette Türkiye'nin getirilmek istendiği noktayı gözümüze gözümüze sokarak; Kocatepe Camisi ile Anıtkabir arasındaki mesafeyi de bir veri olarak tartışma alanına sürüp, fotoğrafın gerçekten -kasıtlı olarak- montajlandığına olan inancıyla fazlaca iddialaşmıştı. Ben de zoom denen bir şeyin var olduğunu dolayısıyla böyle bir fotoğraf çekmenin mümkün olduğunu söylemiş, o fotoğrafın da Gaziosmanpaşa taraflarında yüksek bir binanın üzerinden çekilmiş olabileceğine vurgu yapmış, fotoğrafın gerçek olduğunun altını çizmiştim. Sonuçta o tartışmaların üzerinden iki gün geçmeden anlaşıldı ki fotoğraf doğru, montaj olduğu iddiasını ortaya atanlar yanlışmış! Üstelik de bir fotoğraf sanatçısının son derece masumane bir çalışmasıymış. Ama haber yaratmayı seven habercilerimiz fotoğrafın üzerine atlayıp, toplumdaki hassasiyetleri de göz önüne alarak en çakmasından, satacak haberi yapmışlar.

Şimdi... Şu malum kasetin montaj olduğu konusuna gelirsek... Bu kasetin montaj olduğunu, az buçuk kamera kullanmış, kayıtlarını amatörce montajlamış biri olarak ben de söyledim.

Amma! Bu şöyle bir montaj: Görüntüleri elde eden her kimse oturmuş bir senaryo yazmış; onu burada anlatmayayım şimdi... Ve iki ya da üç farklı yerdeki çekimleri alıp senaryosuna göre kurgulayarak montajlamış. Evet, birileri çıkıp da "bu kaset montaj" dediklerinde doğru söylüyorlar. Ama " görüntüdekilerden biri 'o' şahıs değil" dediklerinde gündemi saptırıyorlar. Yani yaşanmış olayın doğruluğunun kabulü ayan beyan ortadayken, inkar edilmemişken, ilişki üzerine tek bir kelam edilmeden sürekli komploya vurgu yapılmışken, şu alengirli ve havalı isime sahip uluslararası kuruluşun raporunu kurultayın hemen önünde ortaya atmanın maksadı da, malum kişiye bakınca gayet iyi anlaşılıyor. Keşke kendi sesinden tv lerde yayınlanan "Adam Olmak" şiirinin yalanla ilgili dizelerinin altını çizdiği kadar, içselleştirmiş de olsaymış... Çünkü bir yalanın peşine takılıp gitmek hergün biraz daha ölmek demek... O da yavaş yavaş ölüyor.

Ve en büyük muhaliflerinden biri olarak, saptığı yollara ve sığındığı noktalara bakarak olacakları görüyor ve üzülüyorum. Oysa daha önceki yazımdaki gibi; hiç oraya buraya sapma gereği duymadan, yaşadıklarını kabul edip savunarak konuşsaydı da, üzülene kadar saygı duysaydık kendisine...

Ve bir rüzgar yakalanmışken gölge etmekten vazgeçse de onu güzel ansak, hiç değilse bundan sonrasında... Keşke!

17 Mayıs 2010 Pazartesi

ANADOL Otomobilden Daha Öte Bir Şeydir!

Anadol, dünya otomobil tarihinin en özel markalarından biridir. Onu özel yapan şey; tasarımı ve kaportasında kullanılan malzemesi, yani "eşşek Anadol'u görünce yemeye başlamış" efsaneleri, dolayısıyla samandan imal edildiği iddiaları değildir.
Onu özel yapan; sınıf bilincine dayanmayan bir sosyal yapısı olan ve Amerikan otomobillerinin işgalindeki Türkiye'de üretilen, tasarımı ve markası özgün ilk ve tek araç olmasıdır.

Büyük tüccarlar, toprak ağaları, yeni yeni fabrikatörlerin oluşturduğu üst tabakadan bir zenginliğin simgesi olan görkemli Amerikan arabalarının karşısında; yeni yeni zenginleşmeye başlayan kitlelerin, yüksek kademeden memurların, yeteri kadar zenginleşememiş doktorların, subayların, avukatların, küçük tüccarların tercihi olarak, aynı zamanda bir ideolojik ve "sınıfsal" simgedir de Anadol.

Her Anadol'un bir hikayesi olduğu gibi; her Anadol sahibi olmuş ailenin de Anadol hikayeleri vardır.
Benim için en önemli anı; bir memleket ziyaretine giderken, özellikle ülke çocuklarının ve ülkenin bir bölgesinin geri bırakılmışlığının simgesi bir olaydır. Yıllar önce, daha ilkokulun üç ya da dördüncü sınıfındayken bir yaz tatili yolculuğunda geçmiştir başımdan ve o an, fena şekilde kazınmıştır aklıma...
O yaşlarımda çok da ayrımına varamadığım ve bir komik an olarak niteleyip sıklıkla anlattığım bu küçük olay aslında, ülkenin sosyal ve ekonomik gelişiminin evrelerini anlamak adına önemli de bir nüansdır.
Yine o yıllarda Anadol'lu yolculuklarımızda tanık olduğum bir başka olay daha vardır ki; özellikle bu ülkenin nereden nereye geldiğinin anlaşılmasına olanak tanıyabilecek bir nüansdır o da...
Bizim dedeler memleketi: Önceleri Elazığ'a, sonraları Tunceli'ye bağlanmış olan Pertek kazasının Mercimek köyüdür. Dolayısıyla her yaz yapılan seyahatler, memleketin başka yörelerine de yönlenecek olsa, hep oradan başlar.
Yolculuk heyecanıyla uyur uyumaz geçen gecelerin en erkeninde, o keyifli üşümenin tadıyla başlar yol alma... Samsun'dan başlayan yolculuğun varış noktası Pertek'tir.
Sıcak ve kuraktır güzergah... Tokat çıkışından Gürün'e inişe kadar topraktır yollar. Kelebek camlarından giren rüzgardır serinlemenin tek çaresi... Ön kapı camları dibe kadar inmiştir. Sıcakla birlikte, kurak toprağın tozları da girer camdan içeri... Tokat'ın tam çıkışındaki Cim Cim Lokantasında, Tokat Kebapları beklenip paket ettirilir. Mermerden yapılmış ve ateşi dış yüzeyinde olan özel ocakta, ateşe hiç değmeden taşların ısısıyla pişer; patlıcan, domates, biber, sarımsak, soğan, küçük doğranmış etler ve pirzolalarla bütünlenmiş şişler... Özel ocağın altındaki tepsidedir lavaşlar ve tüm şişlerin suları o lavaşların üzerine akar.... Pişince şişler; tüm malzeme çıkarılır lavaşların üzerine...

Hedef Çamlıbel'dir artık. Karayolları çeşmesinin üst başındaki bir kaç ağacın altında yenilecektir bu lezzetli kebap; ve illa eşlik etmelidir ona, Çamlıbel'in soğuk suyundan yapılacak ayran... Hem Köroğlu hikayeleri anlatılır hem de ta vakti zamanında, bizler henüz yokken ortalıkta, karayollarının Çamlıbel yol yapım şantiyesindeki araçların bakımını yapan babanın o çalışma yıllarında kolundan düşüp de kaybolan saatinin hikayesi... Ha bir de, yola çıkarken arabada çalmak için alınan 45'liklerin arka camının önündeki erimiş haline çözümler aranır, sıcak suda yumuşatıp üzerine koyulacak bir havlu ile ütülemek gibi... Sonra, varınca Malatya'ya; oradaki bir plakçıdan tamamlanır eksikler.
Zaman zaman; onca yokuşu, onca sıcakta tırmanan araba dindirsin diye hararetini; boşa alınıp, salınır rampaların başından aşağıya; rüzgara yüzünü yaslasın ve özgürce serinlesin diye...
Farkındayım ki; geçince Tokat'ı, daldım gittim onca anıya ve unuttum iki olayı anlatmayı...İlk olayım şuydu: Bu yolculuklardan birinde, Malatya'daki akrabalarının ziyaretine gidecek komşumuz bir teyzeyi de almıştık yanımıza... Varınca Malatya'ya, onu bırakmak için şehrin merkezine yakın bir mahalleye girdik. O yaz, hem yolculuğu Akdenize doğru uzatacağımızdan, hem de o teyzenin bavullarını göz önüne alarak... Takmıştık arabanın üzerine bir port bagaj. İşte o mahallede arabanın peşine takılan ve "turist, turist!" diye bağırarak koşturan çocuklardı akılda kalan... Port bagajlı Anadol'du bu imajı yaratan.
Yıllar sonra, büyüdükçe, ülke sorunlarına dalıp merak ettiklerimi öğrenme çabasına girince, biraz biraz da ideolojik bir kimliği üzerime geçirmeye başlayınca farkettim ki; aslında bu ülkenin bir bölgesi nasıl da ihmal edilmiş. Ama her anlamda!

O gün için bize yol eğlencesi olan bir durum, aslında acı bir gerçeğin ve ihmalin çok önemli bir göstergesiymiş: O seyahatlerde üç kardeş arka koltukta oturur, karşıdan gelen arabaların plaka ve marka istatiklerini tutardık. Bazen de tahminler yapar, kimin tahmin ettiği marka çıkarsa ona bir puan verir, belli bir noktaya vardığımızda en çok puanı alanı da ödüllendirirdik. Tüm bu süreçlerde, yol kenarlarında durup "sigara" ya da "kibrit" diye bağıranlar dikkatimizi çekerdi. Bir de "gazete" diye bağırılırdı en çok; yol kenarlarında duran işçiler ve çocuklar tarafından... Ve tüm bu süreç daha Tokat'tan öteye geçtiğimiz an da başlardı. Biz de, o gün arabada bulunan gazeteleri atardık insanlara... Sonraki yıllarda kış boyu biriktirdiğimiz gazeteleri ve dergileri de yüklemeye başladık bagaja. Ve tüm yolculuk boyu, o gazeteleri ve dergileri atmaya başladık insanlara... Başlangıçta ve o yaşlarda eğlenceli bir oyun olan bu durum zaman içinde; tüm yaşamımdaki siyasal tartışmalarda, özellikle belli bir coğrayadaki başkaldırıların nedeni anlamında mihenk taşı bir sosyolojik veri olacakmış da haberim yokmuş.
İşin özü Anadol sadece bir otomobil değildir. Anadol bir süreç ve tarihtir. Adından da anlaşılacağı üzere ve simgesi ile, geçmişten bugüne bir Türkiye panaromasıdır. Bugün, Türkiye'nin pek çok şehrindeki farklı yaşlardan ve meslek gruplarından insanı birbirleriyle ilişkilendiren, bir araya getiren, şenlikler düzenleten, onları bir kulüp etrafında örgütleyen sosyal bir olgudur Anadol
Gelirsek ilk hali bu olan Anadol'un hikayesine: Araç emekli bir deniz albaydan satın alındı. Yani ilk sahibinden... 1974 model, Akdeniz A1 bir tipi bir Anadol bu...

İlk modellerinde ön farları yuvarlak, arka stop ve sinyal lambaları da daha küçük olan marka; o yıllara göre önemli bir değişiklikle farlarını kare yapıp, arka stop lambalarını da uzatarak yeni bir heyecan yarattı ve artık Anadol'un, bir de Akdeniz tipi oldu.
74 model ve yatmakta olan araç; erkeklerin balkondan görüp de göstermek için içeriden eşlerini çağırdığı, bazı otomobil dergilerinin resimlerini yayınladığı, son model araçlardan daha çok ilgi çeken, evdeki diğer otomobillerin pabucunu dama atan yeni haline büyük bir heves ve çabayla getirildi. Herşeyi tek tek elden geçirilen ve yenilenen bu aracın tüm parçaları orijinaldir.


Önce bir atölyede parçalara ayrılan aracın kaportası elden geçirilirken motor, ön takım ve diğer aksamlarındaki yenileştirme çalışmaları da tümüyle orijinal yedekler kullanılarak tamamlandı.

Boyaya hazır hale getirilen araç, Türkiye'nin en önemli oto boyacılarından Hamdi Şenkal'ın atölyesine getirildi. Bu araba; otomobili ona boyatabilmenin prestij olduğu Hamdi Şenkal tarihinde yapıma kabul edilen ilk Anadol'dur. Onun denetiminde yapılan kaporta çalışmalarının ardından yine onun atölyesinde orijinal rengi Ürgüp beyazına sadık kalınarak boyandı. Tek üzüntümüz, çok emekle, merakla, hevesle ve titizlikle ortaya çıkmasına sebep olduğu bu aracın boyanıp atölyeden çıkışına, kısa bir süre önce kaybettiğimiz Hamdi Abinin tanık olamamasıdır. Onun yaptığı her işin sonunda duyduğu sanatçı keyfini, o keyfin gülümsemesini resmedememiş olmamız, en büyük üzüntümüzdür.

Emeklerine sağlık büyük usta... Ve çok teşekkürler.


13 Mayıs 2010 Perşembe

Selvi Boylum Al Yazmalım*

Oyuncular vardır: Ne menem bir şeyse star ışığı denen şey, onlarda ondan yoktur!

İşlerine bakar, büyük oynarlar. Ne gazete köşelerinde, ne televizyonların ışıklı magazinlerinde vardırlar.

Eser büyüktür, öykü sağlamdır. Her cümle, her iç ses yüreğinize saplanır, tıkanırsınız...

Tıfıl çağların okullu aşklarından birinde, bir sinema salonunda, ellerinizdeki sıcak sanki yüreği gibidir. Yoksa çalan şarkı mıdır, tetik tetik vuran bütün hücrelerinizi; ''Ne yaparım ben şimdi'' dediğinde Asya...

Filmin her karesinin kendi ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay edersiniz. Taraf olursunuz yalın sevgiden yana, emeğin tarafında... İstemezsiniz iyinin kaybetmesini, sızlasa da içiniz; ''Seninim işte! Alıp beni götürsene'' dediğinde Asya...

Sevmenin vazgeçişine saygı duyarsınız. Acısı sizi de yakar, İlyas' ın bitmemiş türküsünün...

Ahmet Mekin, bu filmin büyük oyuncusudur.

Yok saymanın, üstünü örtmenin her türlü teskin ediciliğini ilaç niyetine alsa da aşk; hiç bir doz kesmez midir ki, aldırma gönül yazar kırmızı BMC'nin üstünde...

Yeşilçamın yüz akıdır Selvi Boylum Al Yazmalım. Dokunmadığı yürek var mıdır?...

Neden aşktan öteki için gidenler hep erkektir? Hani kadınlar daha duyguluydu? Yoksa erkekler vazgeçmeyi seçebilecek kadar çok mu severler? Yoksa çocuklar en değerlisi midir bütün vazgeçişlerin? Yoksa hiçbiri mi?

Çarşı karışır mı bu yorum üzerine ?

Niye Türkan Şoray'ı çok seviyorum ?

Yoksa soğuğun beni sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden ama yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla, çocuk uykusundaki sokaklarda yürüyen miyim hala; elimde yüreği ile...

İşten başkaldırmış bir arada dolaşırken, afişini gördüm de! Hepsi bu.

Yüzüncü sinema yazımın çok özel ve anlamlı bir film olmasını istemiştim hep... Yüze yaklaştıkça, "ne olsa ne olsa!" diye düşünmekteydim sürekli... yarın(14.mayıs) yeniden vizyona gireceğini duyunca filmin, benim için çok özel anları da kapsadığından; çoook dünden ve bugünden. *İlk kez bir sinema sitesine yazdığım, 2008 de bloga taşıdığım yorumu; güncelliği itibariyle ve 100. yazıya en yakışır film gördüğüm için, yeniden...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Kurultay


Bilge bir prens, insanları devlete ve kendine muhtaç olarak tasarlamalıdır.

Machiavelli, PRENS 9.bölüm "Sivil Prenslikler Üzerine", sayfa 66

Görsel: Sven Prim

11 Mayıs 2010 Salı

Görülen Lüzum Üzerine!

Çerçeve içindeki metni 2005 yılında uzunca bir mektubun içinde yazmıştım. Sonra ondan bir blog yazısı yapmıştım, geçen yıl... Yazıda kastettiğim, bütün görevlerinin dışındaki yalın bir insandı. Sadece yaşamındakilere karşı sorumlulukları olan bir insan... Yani yığınların gücünü arkasına alarak, onların umudu olarak bir takım makamlara gelmiş insan değil; kendi mahreminden sadece kendisi sorumlu, yanlışlarının verdiği zararlar sadece çevresi, ailesi ve kendisiyle sınırlı bir insan.

Kopan gürültüye baktığımda gördüğüm iki yüzlülüğe, kıvırtmaya, ahlaka dönük olarak; çok sert cümleler içeren bir yazı yazmayı düşünmüştüm. Sonra, " Aynı olay rakibiniz biri tarafından yaşanmış olsaydı, tutumunuz ve dillerinizden dökülenler ne olurdu? diye sormak geldi içimden, herkese... Yaşananın gerçek olduğunun altını çizerek.

Kendimizle ilgili yaşadıklarımıza, üzüntülerimize, yıkıntılarımıza ya da aldığımız kararlara yarattığımız gerekçeler: Kendi haklılıklarımızdan baktığımızda çoğu zaman bize doğru gelse de, bu kararları almamıza neden olan bilgiler, sonuçta kendi benliğimizin oluşturduğu duygularla yorumlanacağı için, onları çoğu zaman işimize geldiği gibi, ya da kendi haklılığımızı görmek istediğimiz pencerelerden bakarak, kendimize uygun elbiseleri yaratıp giye(bilir)iz. Bunların arkasındaki (doğru!) gerçek, bizim zannettiğimizden ve aslında bilip de görmek istemediğimizden çok farklı olabilir. Her zaman ve de çoğunlukla, yarattığımız gerçekliklerimizi onaylatacağımız, ruhumuzu sevip-okşayıp rahatlatacak bir insan kitlesini bulabiliriz. Aslında, çoğu zaman konuşmak için onları biz seçeriz. Bu hâl; bireysel olarak bizi tatmin edebilir ve bir rahatlama, lehimize bir kazanım sağla(yabili)r. Çünkü onaylanma duygusu bazen, (doğru) gerçeklerden daha değerli olabilir ve bu sonuca ulaşabilirlik kolaydır. Zor olan; doğruyla kendi yarattığımız gerçekliklerimiz arasında çelişkiler yaşarken (doğru) gerçekle yüzleşebilmektir. Yaşananları bir durum kabul edip, kendimizin de hatalı ve yanlış olabileceği tarafından bakabilmektir. Bütün olasılıkları didik didik edebilmektir. Konuşmaktır. Görüş ayrılıklarını, farklılıkları, bakış açılarının yaşanmışlıklarla doğru orantılı olarak değişiklikler gösterebileceğinin doğallığını kabul etmek, onlara saygı duymak, sessiz kalabilmeyi becerip, uygarca bir çözüm üretilemiyorsa kırıp dökmeden yolları ayırabilmek ya da çözümlere ulaşabilmektir. Karşıdakilerin de kendince doğruları, duyguları, sevgileri olan; en azından kanlı canlı insanlar olduğu gerçeğine saygı duyarak.


İlk günden itibaren, "en azından bu kez" diye beklemiştim. Bu kez gerçekten ötesinin hesabını yapmadan, çıkar ve adam gibi, onurlu bir insan gibi konuşur diye ummuştum. Bu güne kadar belagatine güvenip eğip büktüğü kelimelerle yıllarca oyaladığı, kandırdığı; sığınacak bir yer arayan, rejimin değişeceği algısı sürekli kafalarına çakılan, bu temel korkularla sürekli diken üstünde tutulan, yıllarca tüm saflıklarıyla ona inanmış insan kitlesinden özür diler; olayın iki yanındaki iki kadını savunur, onlara ve yaşadıklarına sahip çıkar, yayın ahlaksızlığını kullananların, mahremiyet üzerinden vuranların çirkinliğinin arkasına hiç saklanmadan, akıldışı suikast iddialarını hiç malzeme yapmadan, hayatının en delikanlı konuşmasını yaparak tarihte hiç değilse son hareketiyle olumlu bir yer tutma akılcılığını gösterir sanmıştım. Ama o, üzerinde oluşturduğum yargıların gereğini yaptı.

Kendi kariyer planlaması; ağzından dökülen her sözcükten buram buram anlaşılıyordu. Zaten tüm siyasi hayatı boyunca; ne yoksullar, ne gençler, ne işçiler, ne kadınlar, ne çocuklar, ne kimsesi onun derdi olmamıştı ki... Varsa yoksa kendisiydi. O bir yavuz hırsızdı. İki yüzlüydü. Yok ettiği rakiplerine uyguladığı metodlar, son kongrede rakibi olan kişiye eşinin ve çocuklarının yanında yaptığı kongre konuşması, yeteri kadar pornografik çirkinlikler taşımıyor muydu? Kendi burnunun ucundan ötesini görmeyen, umursamayan bir ahlakın temcilcisi olarak; o partiden umut bekleyen, varları yokları o parti olan insanların duygularını sürekli iğfal etmemiş miydi? Bari adam gibi, yiğitçe, inandırıcı, apaçık ve son kez bir konuşma yapsa da hayatımda ilk kez opsiyonsuzca, şerh koymaksızın alkışlasaydım kendini... Zaten yoktu, yok hali de ufalıp yok oldu. Onurmuş... Hıh!

Pensilvanyalıyla ona F tipi mutluluklar dilerim, çarşaf açılımından sonraki pratik çözümü başarıya ulaşır ve onların desteğiyle ve okey arkadaşlarıyla saltanatını devam ettirir umarım. Ben partinin adı ve tüzel kişiliği için üzülüyorum, o adam benim eğlencemdi ve hiç yanıltmadı beni.

İstifayı gerektiren bir şey yaşandıysa, "olayın açığa çıkmasına gerek var mıdır, ahlaklı ve 'dürüst' bir insan için?" diye, hala savunanlara ve onu parlatmaya çalışanlara sorası geliyor insanın!

Ben, bu kadarını beklememiş ve tahmin edememiş olsam da, genel tavrına hiç şaşırmadım. Üstelik çok da güzel bir esprim var -onu kastetmediğim halde- bir yanlış yoruma sebep olup da kadını incitmemek adına es geçiyorum.


Görsel: La Loba

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP