19 Mart 2010 Cuma

Şarap!


...
Arabayı şehrin en yokuşlarından birinin tepesinde park eder, sulu karlı akşamlarda iki kadehi torpidonun üzerine çıkarır, yağan yağmura, çalan müziğe, lakırdılarımıza katık ederdik Buzbağ'ı. Yağan yağmurdan sakınıp kapşonlarına, şemsiyelerine, sevgilililerine sığınarak yürüyenlere bakar; kendi sıcağımızın keyfini çıkarırdık.
...

Sen eski halinde güzeldin. Biz; şimdi ait olduklarımızla da güzeliz. Bu kez sensiz... Aşkı öğrettiğin için teşekkür ederiz.




.

17 Mart 2010 Çarşamba

Necmiye Teyze (Özsamsun)

Dün akşam, saat 20 sularında, gökyüzüne yükselen parlak kanatlar gördüyseniz... Sanmadınız!

Dün akşam saat 20 sularında gökyüzüne yükselen parlak kanatlar; bir meleğe aitti...

Sessiz ve beyaz ışığı;

asaletindendi.

Bedenini seçemediyseniz...

Zarafetindendi.

16 Mart 2010 Salı

Sahilde Kafka

"Yolculuk yol arkadaşıyla, dünya duyguyla..."

-kitaptan, Japon atasözü-

Tokyo'nun elit bir mahallesindeki evinden, babasının onun hakkında söylediği Oedipus vari bir kehanet yüzünden kaçan dünyanın en sert 15'lik delikanlısı... Küçük yaştayken annesi ve kızkardeşi evi terketmiş. Ona rağmen öyle bir delikanlı ki, televizyon izlemiyor; onun yerine oturup saatlerce kitap okumaktan hoşlanıyor. Kendine koyduğu ad: "Kafka". Neredeyse her konuda bir fikri var. Fazla konuşmuyor; ancak gerektiğinde kendinden onlarca yaş büyük insanlarla bile oturup derin sohbetler edebiliyor, bu konuda hiç sıkıntı çekmiyor. Bilgi dağarcığı o denli geniş.

Tüm fiziksel ve zihinsel gelişimini, zamanı geldiğinde evden kaçmaya yönelik olarak planlamış. 15 yaşına girdiği gün haritadan güneyde bir kent seçip, hiç tereddüt etmeden atlıyor otobüse...

O kentte, yıllar boyunca yolu şehre düşen önemli aydınları ağırlamış çok özel bir kütüphane var. Oranın da birbirinden ilginç hayat hikayeleri olan iki sorumlusu...

Bir de yaşlı amcamız var. Küçük yaşta başına açıklanamayan bir olay gelmiş. O kadar enteresan bir olay ki, Amerikan ordu raporlarına bile konu olmayı başarmış.

Bu amcamız okuma-yazma bilmiyor; ancak kedilerle konuşabiliyor.

Bir tane de bıçkın delikanlımız var. 20'li yaşlarda... O güne kadar tepetaklak giden hayatı yaşlı amcaya rastlayınca değişiveriyor. Senelerce kendisine hiçbir anlam ifade etmemiş şeylerin, amcayla karşılaştıktan sonra yeni yeni farkına varmaya başlıyor.

Kitabın en esprili diyalogları da, bu iki adamın arasında geçiyor.

İşte tüm bu uç karakterlerdeki insanların yolu bir şekilde az önce sözünü ettiğim kütüphaneye düşüyor. Farklı amaçlarla olsa da...

Sahilde Kafka'nın vaad ettikleri yalnızca kesişen hayatları etkileyici biçimde anlatmaktan ibaret değil. Çoğu sayfasında duraklayıp, hakkında birkaç dakika kafa yorabileceğiniz derin mesajlar mevcut.

Bunun dışında kitap tam bir genel kültür hazinesi. Kitabın yazarı Japon Haruki Murakami, gerçek hayatında bar işletmiş olmanın avantajlarını kitaba çok iyi yansıtmış. Beethoven'dan, Schubert'e; 60'ların önemli gruplarından, günümüzün hit parçalarına kadar müzik çoğu yerde sayfalara nüfuz etmiş.

Ünlü Fransız sinemacı François Truffaut, Napolyon ve Aristophanes de kitapta kendine yer bulan isimlerden yalnızca birkaçı...

Murakami, kapitalizmin dünyaca ünlü simalarından ikisini de absürd bir şekilde başkalaştırmış. İsimlerini vermeyeyim; ancak kitabı okursanız çok şaşırabilirsiniz. Romanın diğer özelliklerine haksızlık edemem; ancak kitap sırf o ikisi için bile okunur.

Murakami büyülü gerçekçiliğin en önemli temsilcilerinden biri olduğundan, romanın genelde metafiziğe yaslanmış kurgusundan söz etmeye gerek yok sanırım. Post-modernist çizgisinden de...

Sahilde Kafka hem yükte, hem pahada biraz ağır bir roman. Fakat sayfa sayısı gözünüzü korkutmasın. Çünkü kitabın tadına sayfalar ilerledikçe, özellikle işlerin yavaş yavaş belli olmaya başladığı son bölümlere geldiğinizde anca tam anlamıyla varmış olacaksınız. Keyifli bir anı, sonu yaklaştığını bile bile ısrarla yaşamaya devam etmeniz gibi.

"Sorumluluk rüyalarda başlar"

-İrlandalı şair W.B Yeats, kitaptan-


not: çeviri Japonca aslından yapıldığından hatalar mümkün olduğunca azalmış. İçiniz rahat olsun :)

Bari Bu Kez Kaçırmayın!..

Devrim Arabaları... Arşivlenesi Bir Film*

Bir dönemi baştan sona alıp, içine o dönemle ilgili bir sürü yan hikaye koyan, toplumsal hayranlıklar ve sahiplenmeler üzerinden ticaret yapan, reklamlarla parlatılan, tepeden bakan bir seçkincilik ve 'en ben bilirim' egolarıyla kendi markasını satanlar tarafından yapılmış 'uyanıklık' kokan filmlere, kitaplara, oyunlara hep uzak durmuşumdur. Bir dönemi ve insanları; kıyıda köşede kalmış, ticari kaygılar taşımayan niyetlerle ortaya koyulmuş, isimsiz insan hikayelerinden yola çıkarak oluşturulmuş samimi ve mütevazi eserlerden anlamayı da çok severim. Devrim Arabaları bu anlamda çok başarılı bir filmdir. Anlı şanlı pek çok ticaret kokan dönem filminden çok daha fazla şey anlatır. Ve aslında bu tür filmlerin izleyicisi çoğaldığında, bizler sahip çıktığımızda, daha fazlalarının yapılması konusunda cesaret de vereceğiz insanlara... İşte o zaman, gerçek tarihimizle daha sağlam bağlar kurup, hem resmi ideolojiden hem de bir takım seçkinlerin çok bilmişlik yüklü bakış açılarından gözümüzün önü serilen statükocu anlayıştan kurtulmuş bir tarih bilincine ulaşacağız.

*Aşağıdaki yazıyı Ekim 2008'de Captaiin yazdığında, sadece okurken bile gözlerim dolmuş tüylerim diken diken olmuştu. 'İnsan bir film' olan Devrim Arabalarını; "Çılgın Türkler"in en gerçeklerini, en doğal halleriyle görmek için mutlaka izleyin.

"129 gün kaldı" sadece 129!..

Ortada bir avuç mühendis, yetersiz bir bütçe, kalıpları bile olmayan otomobil parçaları ve büyük yerden verilmiş emirle hantal iki demir kapının virane bir atölyeye açılmasıyla başlar, devrimin hikayesi...

Sürekli gidip gelen elektrikler eşliğinde yola yüreklerini koymuş , en büyük avantajları olan "kimseciklerin onlara inanmıyor oldukları" gerçeğiyle başbaşa mühendisler, işçiler, Recep ustalar...

Demirin cız ettiği yerler...

Başedebilirsen helal sana dedittirecek bürokratik engeller devamında sürekli çalan telefonlar, ve olumsuz haber telgrafları...Yetişmesi belki imkansız 'siparişler'e dökülen alın teri.

Devrim; ilk Türk Malı otomobilin üretim aşamasında işe sevdalarını, umutlarını ve inançları koyan; eşini, çocuğunu, evini unutup çalışan insanların birliktelik hikayesi...

"Devrim Arabaları" tek solukta izlediğim ve çok uzun zaman sonra tüylerimi ürpertebilen arşivlenilesi bir Türk yapımı...

Tam isabet bir kadronun, doğal mekanın ve güçlü müziklerin ahengi...

55 gün kaldı!.. Sadece 55!..

15 Mart 2010 Pazartesi

Gençler Caddesi’nden Geçme Ihlamurlar Kokarken*

Ne ülkenin nasıl düzeleceğinden, ne avrilin beşinden, ne önce ekmeklerin bozulduğundan, ne şarkılardan, ne de hiçbir şeyden kimselere söz etmeyeceksin.

Vakıflar idaresindeki işinden istifa edebilirsin.

Baharın, hele çiçeklerin; papatyaların sarısının, beyazının adı geçmeyecek. Ne pelemürün, ne köygüçürenin, ne çobanaldatanın, ne sütleğen ne de fesleğenin.

Bir bahar akşamı kimseye rastlamayacak, baharda bu yıl melal var demeyeceksin. Baharın gülleri açtı, diye mırıldanmak yok.

Ne evveli, ne ahiri, ne kimyonu, ne kekiği, tümüyle baharat dokunuyor sana.
Şu saat baharı olmayan bir kente bir bilet kestir kendine. Yoksa dellencen oğlum.
Yaşını başını almış bir adamsın bahar gelmişmiş… neyine?

Bir daha da Gençler Caddesi’nden geçme ıhlamurlar kokarken.

* Gençler Caddesi, Bakırköy’ün demiryolu boyunca uzanan ve bildim bileli aşıklar yolu denilen caddesidir

*Yazı Sayın Ekmel Denizer'indir.

14 Mart 2010 Pazar

GÖKYÜZÜNDE UÇMAK

Ben sık sık uçağa binen birisiyim. Ancak kendi kendime uçmayı hep hayal etmişimdir. Hem neden olmasın ki?

Bir gün okuldan geldiğimde yine aynı şeyleri düşündüm ve ‘’Denemekten zarar gelmez.’’ dedim. İlk olarak kendi kendime bir planlama yaptım. İnternete başvurmakta yarar olacağını düşündüm. Ve kanat yapıları hakkında araştırdım. İstediğim sonuçları alamadığım için bir kütüphaneyi ziyaret edip ansiklopedileri araştırdım. Gerekli bilgileri toplamıştım. Ama tespit etmem gereken malzemeler vardı. Aynı zamanda boyutlarda. Malzemeler için babama, boyut için ise öğretmenime başvurdum.

Malzemeleri bulmak kolay olmamıştı. Neyse ki bu zorluğu da yendim. Eh sanırım en zoru malzemeleri bulmak oldu. Oh be! Bu iş de tamamdı. Ama en korktuğum bölüme yani denemeye gelmiştim. Korkuyordum. Küçük bir kulübenin çatısına çıktım. Gözlerimi kapattım ve 1, 2, 3 uçuyordum. Biraz yükseldim. Bir anda bir cesaret geldi. Ve bulutların üzerine çıktım. Yanımdan uçaklar geçmeye başladı. Onlara el sallıyordum. Bir an yoruldum ve o yumuşacık bir pamuk tarlası gibi görünen bulutlara uzanmak istedim. Bunu gerçekleştirdim. Kendimi bıraktım ve ne olduğunu anlayamadım. Gözlerimi açtığımda yatağımdaydım. Bir sağa baktım, bir sola. Sol tarafımda yaptığım kanatlar, duruyordum. Yoksa tüm yaşadıklarım gerçek miydi? Bunu ben bile çözemedim.

Yazı Naz Özsamsun tarafından yazılmıştır.

13 Mart 2010 Cumartesi

Mahalle

Geçenlerde bir akşam, bir konser öncesinde, yanımda götürmek için kitap aranırken, elimi kitaplığa atıp çektiğim kitabın başına attığım tarihe baktığımda farkettim ki; onu okuduğumda, henüz 16 yaşımdaymışım. Kenarda ve harbi bir mahalleden şehrin önemli caddesindeki evimize taşınalı henüz 3 yıl olmuş.

Pal Sokağı Çocukları, nasıl ki çocukluğumun ve hayatımın iz bırakan kitaplarından biriyse, Vasco Pratolini'nin Mahalle'si de ergen yılların ve hayatımın iz bırakan kitaplarından bir diğeridir.

Asansörcülükten garsonluğa kadar farklı pek çok işte çalışmış, daha sonraları gazeteciliğe başlayıp önemli bir İtalyan haftalık dergisinin yönetimine getirilmiş olan Pratolini; bu romanında, yüksek bir insan sevgisi teması üzerine küçük yaşların henüz bir tabana oturamamış arzularını, meraklarını, utangaçlık duvarının eşiğine takılan cinsel isteklerini, acıma duygusunu, romantizmi, dedikoduları ve bıçkınlığın tüm hallerini inşa eder.

Yoksulluktan başlayan bir yaşamın ve farklı alanlarda çalışmış olmanın getirdiği birikimle döker satırlarına; insanın durumlarını ve onun iç dünyasını... Sanat tarihi öğretmeni olmasının etkileri, romandaki betimlemelerin verimliliğinde gösterir kendini.

Kitabın temel özelliklerinden biri, savaş öncesi ve sonrası gibi iki farklı süreçteki değişimleri, çok hoş bir edebi dille resmetmesidir.

Mahalle; İtalya'nın ikinci dünya savaşına henüz girmediği sancılı yıllarda, yoksul bir mahallede yaşayan kızlı erkekli beş gencin aşkları, düş kırıklıkları üzerinden bir çok yan hikayeyi de ortaya koyarak, sizi satırların arasından alıp anlattığı yaşamın içine oturtur. Kitabın kokusu sandığınız şey, aslında sokakların, evlerin ve caddelerin kokusudur.

Belki çocukluğumun ve ergenliğimin ilk yıllarını, çok renkli ve çok özel bir mahallede geçirmiş olmanın anıları ve birikmişliklerinin tadıyla okuduğum için çok seviyorum bu kitabı. Belki de önerdiğim her insanın kendi yaşamları ve duygularıyla kurdukları paralellikler sevdiriyor Mahalle'yi.

Tümüyle insan kokan bu kitabı eğer bulabilirseniz, kesinlikle okuyun. Yaşınızı başınızı aldıysanız, ilk gençliğinizin güzel sokaklarına gidersiniz; anne ya da babaysanız, çocuklarınızı daha iyi anlarsınız; gençseniz, duygularınızın, kırıklıklarınızın, heyecanlarınızın, utangaçlıklarınızın yalnız olmadığını görür, içine karıştığınız kalabalıkla huzur bulursunuz.

Benim önerim; kolleksiyon değeri olan bu kitabın peşine düşün... Seveceksiniz.

12 Mart 2010 Cuma

Saraydan Kız Kaçırma

Sonda söyleneceği baştan söylemek gerekirse, yine muhteşem bir geceydi. Seyirci de zaten alkış ve çığlıklarıyla ortaya koydu yaşadığı anın keyfini... Pazartesi gününün meşhur sendromunun gazını alarak güzel bir haftaya yolculadı tüm salonu, Devlet Opera ve Balesi sanatçıları... Eserin, içinde diyaloglar da barındıran neşeli ve sonu mutlu biten bir opera(singspiel) olmasının yanısıra... Konunun İstanbul'da geçmesinin, bize yakın karakterleri içinde barındırmasının, Mozart'ın Türk dinleyicinin kulağına en aşina besteci olmasının seyirci üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu düşünsek de; o gece, tüm bu referansları aşan bir büyü vardı salonda. Perdenin açılmasıyla birlikte özellikle kadın izleyiciden yükselen "a..aaa!" nidası, dekorların başarısını onaylıyordu. Sahne arkasındaki dev perdeden yansıyan mutedil dalgalı denizle tamamlanmış olan dekor etkileyiciydi. Oyunu daha da canlı ve renkli kılan başarılı kostüm uyarlamalarının altındaki imza Aydan Çınar'dı. Saltanat kayığının, dalgalı deniz görüntüsünün önünden saraya gelişi tüm dekorla uyumlu bir güzellik sergilerken, yarattığı sahicilik, çok başarılı ve hoştu. Ufak oynamalarla sarayın içi ve dışını aynı sahnede yaratabilmek ve onca şıklığı seyirciye benimsetebilmek önemli bir başarıydı. Oyunun, dolayısıyla oyuncuların performanslarını parlatan bu uyarlamaların altındaki imzanın sahibi Filiz Dinç; başta kadınlar olmak üzere seyirciden hakettiği karşılığı, perde aralarındaki fısıldaşmalara hakim olan takdir cümlelerinde fazlasıyla alıyordu. İki soprano, Zerrin Karslı(Constanze) ve Esra Erdoğan(Blondchen) olağanüstüydüler. Kısa bir süre önce dünyaca ünlü soprana Otelia Ipek'i izlemiş izleyicinin ona verdiği değeri gördüğümde -Türk insanının bizden olmayanı abartma ve kıyas duygusunu da göz önüne alarak- ana karakter Constanze'yi canlandıran Zerrin Karslı için endişelenmiştim. Özellikle, ikinci perdede ayışığının vurduğu balkonda söylediği hüzün yüklü aryada o kadar etkileyiciydi ki; şarkıyı bitirdiğinde, izleyicinin dünyaya dönmesi epey zaman aldı. Sihirbaz Oz'un başarılı Doroty'si Esra Erdoğan, 'bak sen ne çabuk da büyüyüp operalarda oynar olmuş' şirinliğinde çok başarılı bir Blondchen karakteri yaratırken, etkileyici sesiyle birbirinden güzel şarkılarda alıp götürdü izleyiciyi... Tenor Ari Edirne yine başarılı bir performansla Pedrillo'yu çok iyi canlandırıp karakteri sempatik kılarken, muhteşem sesiyle de keyifli dakikalar yaşatıyordu. Sevgilisini arayan Belmonte- Erdem Erdoğan hem karaktere tam oturuyor, hem bir aşığın hüznünü, hem de kavuşmanın sevincini sesine başarıyla yansıtarak, birbirinden güzel şarkılara imza atıyordu. Neden adam gibi (günlük) bir cast listesi hazırlamazlar da sadece panoya koydukları fotoğraflarla yetinirler serzenişinde bulunarak yetkili kişilere... Şu an adını hatırlayamadığım -Osmin karakterini oynayan- baritonun da ortaya koyduğu performansla, Kamelyalı Kadın'ın konuk oyuncusu Georgio Cebrian'ın izlerini silmeyi başararak, izleyiciden en çok alkışı alanlardan biri olduğunun altını çizmem gerekiyor. Aslında tek tek anlar ya da kişilerden bahsetmektense, bütünü üzerine daha çok konuşulması gereken bir gösteriydi pazartesi akşamı sergilenen... Sanki performanslardan ya da görsel ögelerden biri düşük ya da eksik kalsa, finaldeki seyirci çoşkusu da bunca renkli ve toptan olmazdı gibi geldi bana. Akışkan bir öykü üzerine Flavio TREVISAN tarafından öylesine dinamik ve güzel uyarlanmıştı ki eser; her anıyla, hiç teklemeyecek ve ritmi düşürmeyecek canlandırmalara ihtiyaç duyuyordu. Marcus Baisch yönetimindeki muhteşem orkestramız başta olmak üzere tüm sanatçılar ortaya koydukları alçak gönüllü, samimi ve kollektif uyumla bunu başarmakla kalmayıp bir adım öteye taşıyorlardı eseri. İkili, üçlü, dörtlü şarkıların olduğu bölümlerde türe yabancı olan müzikseverleri bile etkilemeyi başararak, operaya ve şarkılarına uzak izleyicinin önyargılarını kırıyorlardı. İlk kez opera seyredenleri bile operasever yapmayı başaran Samsun Devlet Opera ve Balesinin bu başarılı gösterisinin; bu yıl 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesi çerçevesinde düzenlenecek 1.İstanbul Uluslararası Opera Festivali'nde yer alan yedi eserden biri olarak 19-20-21 Temmuz tarihlerinde Yıldız Sarayı'nda sahneleneceğini de, özellikle İstanbul'lu sanatseverler için hatırlatmak isterim.

11 Mart 2010 Perşembe

Gözümün Yaşında Amca Kokusu


Geçen kasım ayında, tanıdık ve sevdik birinin ölümü üzerine, içinde şu cümlelerin de olduğu bir yazı yazmıştım: "Cenazelerde insanlar; yaşamlarında olağanlıkla var olan insanların yarınlarından çekilip alınmış ve artık yok hallerine bakarak, uzun bir geçmiş muhasebesi yapar ve kendi yaşamlarında yeri olan bir taşın eksildiğini farkederler. Ölene ait ne kadar anı varsa bir bir geçer gözlerin önünden."

Alt yazıda Turhan Selçuk öldü yazınca... Banyo kokulu pazar günlerinde, sıcak sobalı oturma odasına yayılarak okuduğum Akbabalar, Milliyet ve Cumhuriyet Gazeteleri, daha çok da en amcamın 'Aqua Velva*' kokusu geldi gözümün damlasına... O amca ki; yaşamın bütün güzelliklerine elimden tutarak götürdü beni... Henüz okumayı bilmezken tanımıştım Abdülcanbaz'ı ve çok sevmiştim. Bir gün, ben kısa pantolondan henüz kurtulmuşken; bir televizyon filmindeki replik aklıma kazındı: Eve gelen baba, çocuğunun okuduğu çizgi romana göz atmış ve "Dick Tracy'i zor durumda" demişti. Replikleri aklına kazıyan biri hiç olmadım. Ama bu replik dilime dolanmayı başarmıştı. Kimse için bir anlam ifade etmeyecek bu kısacık cümle, sadece o anları ve o duyguları yaşayanlar için anlamlı olabilirdi. Benim için Abdülcanbaz, kanlı canlı bir varlıktı; tıpkı o replikteki duygu gibi.

Turhan Selçuk öldü yazınca... Sandım ki; küçük bir çocuğun Abdülcanbaz'ı da öldü...

*Aqua Velva bir dönemin en popüler traş losyonudur.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP