10 Mart 2010 Çarşamba

Bir Daha Çal Sam

Fazla söze gerek yok!


Ali bu oyuna git.
Git Ali git.
Ayşe bu oyuna gitsin.
Git Ayşe git.
Ali, Ayşe'yle bu oyuna gitsin.
Git Ali, Ayşe git.

Can bu oyuna git.
Git Can git.
Kaya bu oyuna gitsin.
Git Kaya git.

Zeynep; birin yoksa, birini bulup bu oyuna git.

Herkes bu oyuna gitsin.
Gidin herkes gidin.
Çok güzel oyun.

Hatta! Çooooook güsel oyun!

Kadın erkek hallerinin; a'sı var, b'si var, c'si var... k'sı, p'si, o' su... z'si var.

Woody Allen yazmış, İzmir Devlet Tiyatrosu oyuncuları muhteşem oynamış.

Barış Eren çok güzel uyarlamış.

Allen'da Ozan Yıldırım müthiş...

'Bir kadın hem bu kadar güzel, hem bu kadar iyi oyuncu nasıl olur'un yanıtını Ceyhan G. Aksoy vermiş.

Aylin Önal, Mete Şahinoğlu, pek güzel oynamış.

Humprey Bogart harikaymış!

Müzikler süpermiş.

Hele bir sisci varmış ki...

Salona girildiğinde karşılaşılan Kazablanka filminden görüntüler çok hoşmuş.

Düşünceden geçenlerin, sahnede yansıtılma hali çok zekice ve çok eğlenceliymiş.

Woody Allen kaleminden çıkar da içinde entellektüel dünyaya göndermeler olmaz mıymış.

Dekorlar çok güzelmiş.

Espriler süpermiş.

Oyuna seyirciyi de katma durumu şahaneymiş.

Ben çok güldüm.

Ali çok güldü.

Kaya, Ayşe, Can çok güldü.

Herkes çok güldü.

Gül herkes gül.

Eğlen herkes eğlen.

Hatta herkes dedi ki;
Bir Daha Çal Sam.

Sen de, de!..

8 Mart 2010 Pazartesi

Parmak Uçları Kesik Eldivenler*

Moda olsa gerek; son günlerde sıkça rastlıyorum, gençler parmak uçları kesik eldivenler giyiyor. Bilginin değeri kadar, bilgiyi bize ulaştıranların değerleri yükseliyor düşüncemde. Parmak uçları kesik eldivenlerin bilgi ile ilintisini biliyorlar mı, diye sorasım geliyor...

Soramıyorum…

Soramıyorum madem, bari yazayım diyorum.

Yüzlerce, hatta binlerce yıl sözcük üstüne sözcük koyarak, neredeyse imbiklediklerini bir-iki tuşa dokunarak ekranımıza çağırıp kullanıyoruz. Bir çay kaşığının yüzden fazla pirinç tanesi aldığını biliyorum. Bunu biliyor olmanın ne yararı var, denmemeli. Bir sayfalık bir sorunun yanıtı bazen tek heceli bir sözcük olabilir. Hiçbir şeyin küçük oluşu onun gerçek değerinin boyutunu göstermez. Küçüklük görecelidir. Özellikle bilgi küçük de olsa küçümsenmemeli. Japonların aklımdan çıkmayan uzun bir atasözü vardır: “Bir savsaklama yüzünden bir çivi yitip gider; bir çivi yüzünden bir nal yiter; bir nal yüzünden bir bacak gider; bir bacak yüzünden bir at yiter; bir at yüzünden bir savaş yitirilir; bir savaş yüzünden bir ülke yitirilir” derler. Bir küçük çivi bir ülkenin yitirilmesine neden olabilir. Bir çay kaşığı, yüzü aşkın pirinç tanesi alır. Ve bir tencere pilav kaç çay kaşığı dolusu pirinçle pişer?.. İşte, bilgi çağına gelişimizde, her bir pirinç tanesi kadar çilekeşin varlığını şaşkınlıkla takdir eder, borçluluğumu duyumsarım. Birçok yüce dağın, tek tek deniz kabuklusundan oluştuğuna şaşmak gibi bir şey bu. Bilgi birikiyor, biriktikçe okyanuslar aşırıyor, göklere çıkarıyor, göklerin ardında evrende dolaştırıyor insanoğlunu. Yazık ki, kötü güçlüler eline geçiriyor bilgiyi ve kendi yasaları gereği kullanıyorlar. Bir ilkçağ filozofu; Thrasymakhos’un “kanunları güçlüler yapar, onlar da kendilerine yontar” dediği gibi, çoğunluğun zararına da işliyor bilgi. İnsanlık işleri kötüye sardıkça, Tanrı elçileri, bilgeler, düşünürler, sanatçılar, yazarlar, çizerler, mucitler, kaşifler, bilim adamları çıkıyor. Hepsi insanoğlunun en güzel meyvesi, bilgi için çalışıyor. Kimi ekiyor, kimi suluyor. Kimi süslüyor, kimi koruyor. Bir umut… Yeni yeni şeyler buluyor, söylüyorlar. İnsanlık, yolculuğunun ilk adımına bilgi edinmeyle başlıyor. Biriktirdiği bilgiler arttıkça onları sınıflandırıyor. Tasnif edilmiş bilgiler sistemleştikçe konularının bilimleri, sanat türleri, türlerin ekolleri doğuyor. Bilimler bilimleri doğuruyor. Ve bugün de bizi şaşırtacak bir hızla sürüyor bu. Bilginin ulaştırdığı iyilik, kötülüğün hızına erişemiyor. Ancak, büyük büyük patlamaların acıları bir süre için dengeliyor hayırla şerri. Çok sürmüyor yine açılıyor araları, kötü güçlüler kendi çıkarlarına çeviriyor yeni söylemleri. Barışa katkısı olmuyor bilginin. Bilgelerin kemikleri sızlıyor.

Bilginin nasıl ve ne gibi zorluklarla elde edildiğinin ayrımına ilk kez,-şimdi Feriköy mezarlığında yatan- Abdizade Hüseyin Hüsamettin Efendi’nin yaşamöyküsünü okurken varmıştım. “Amasya Tarihi”nin yazarı… Bir kentin 12 ciltlik tarihini yazmak için ne belgeler incelemek, ne kitaplar okumak gerekiyor. Görevden göreve atanıp durdukça, İstanbul’dan Şam’a, Şam’dan Girit’e imparatorluk coğrafyasını karışlıyor. “Üsküdar Tarihi”nin yazarı, İbrahim Hakkı Konyalı da öyle.. bize, Kaşgarlı’nın “Divanü lügat it-türk”ünü kazandıran Millet Kütüphanesi’ni kuran ve bu kütüphaneye 15000 yazma ve basılı kitap bağışlayan Ali Emiri de öyle... Hiç farkı yok; Balzac’da, Tolstoy’da... Ulaşımın katırlarla, develerle yapıldığı dönemlerde, belki sadece bir paragraflık bilgi için bir diyardan, bir diyara aylarca, yıllarca süren yolculuklar... Başvuracakları sandık sandık belge ve kitaplarını da yanlarında taşımak durumunda kalarak. Kuş uçmaz kervan geçmez yolları, uçurum kenarlarındaki patikaları aşarak ulaştılar edinecekleri bilgilere. Hepsi insanlığa bir ürün vermenin, aydınlatmanın tutkusuyla, günümüzün konforundan çok uzak koşullarda, binlerce sayfalık kitaplarını yazıyor. Kimi zaman mum ışığında, kimi zaman buz gibi odalarda... Yaşamları sona erdikçe, yere düşürmeden bir başkası kapıyor bayrağı. İstif istif bilgi, dağlar oluyor, dilden dile çevrilip, birbirine eklenerek öylece ulaşıyor bugünkü dizüstü bilgisayarlarımızla bize.

Bruno’lar meydanlarda yakılıyor, Campanella’lar kazıklara geçirilip, ölmüştür, diye, hendeklere atılıyor. Bilginin değeri kadar, bize ulaştıranların değerleri nasıl yükselmez düşüncemde? Örneğin: 1600 ‘lü yıllarda, Deyrüzzaferan’daki bir keşiş aradığı bilginin Sibirya’daki bir manastırın kitaplığında olduğunu öğreniyor. Mardin’den kalkıp, binbir zorluk ve aylar süren bir yolculukla ulaşıyor oraya. El yazması kitapları kopya etmenin -yazılı olmasa da- bir kuralı var: bir nüsha da kopya ettiği kitaplık için çıkarması gerekiyor. Henüz karbon kağıdı bulunmamış, kalem yok. Manastırın buza kesmiş duvarları arasında eldivenli elle kaztüyü mü tutulur; işte böylece kesiliyor eldivenlerin parmak uçları...

*Sayın Ekmel Denizer'in "Bilgi, bilge ve Bilgelik" başlığı altında verdiği
konferansın, daha önce Ataköy Gazetesi'nde yayımlanan bir bölümüdür.

7 Mart 2010 Pazar

Bir Konser Teması Üzerine Çeşitlemeler...

Baterinin müthiş bir solo yaptığı Görevimiz Tehlike dahil bir çok film müziği ile birlikte özenle oluşturulmuş repertuarı dinlerken, bir yandan da kendi -klasik- müzik serüvenimi düşünmüştüm. İlk klasik müzik konserine gidişim tamamıyla tesadüftü... Aynı apartmanın çocukları olarak, hiçbir sınıfsal ayrım yapmaksızın, şahane bir arkadaş grubu oluşturmuştuk. Zaten oturduğumuz ilk ve tek apartman olarak anılarımda derin izler bırakmasının nedeni; binanın, dış kapısıyla öteki dünyadan ayırıyor olmasıydı bizi. O kapıdan girdiğimizde, kapıcı dahil 16+1 daireli bir apartmana değil de 17 odası olan bir eve giriyoruz hissiyatına kapılırdık. Geniş girişi, biz çocukların lokali gibiydi... Merdivenlere oturur, sohbet eder, yer karolarının izlerini çizgi yaparak pinpon raketi ve toplarıyla tenis(!) oynardık. Kocaman camlarıyla dışarıyı içeri taşıyan kapımız, aynı zamanda, sıcacık mekânımıza insan ve kar manzaraları sunardı.

O gün de her olağan gün gibi lokalimizde toplanmış, sohbet ediyorduk. Akşamın işten dönüş saatiydi. Evlerine dönen büyükleri karşılıyor, selamlaşıp sohbet ederek onları dairelerine yolluyorduk. Henüz yemek için çağrılma vakitlerimiz gelmemişti. Merkez Bankası'nda çalışan, dersler konusundaki danışmanımız Şaduman Abla kapıdan girdiğinde, yaşamımıza çok şey katacak anlardan birinde olduğumuzun farkında bile değildik. O, çantasından bir sürü davetiye çıkarıp bize uzatarak, "Çocuklar cumartesi akşamı Konak Sineması'nda konser var, işte davetiyeleriniz," dedi. E konser kulağa hoş gelen bir ifadeydi ve benim algımdaki hali, bazı hafta sonları halamla birlikte gittiğimiz kapalı spor salonuna gelen sanatçıları ve grupları izlemekti. Müziği, pop ve rock olmak şartıyla seviyordum. Türk Sanat Müziği de, türküler de tıpkı klasik müzik gibi bana ırak şeylerdi. Çocukluğumun hızıyla bağdaştıramadığım için dinlemeye tahammülsüzdüm.

Cumartesi akşamı, sekiz çocuk elimizde davetiyelerle sinema salonuna girdiğimiz anda sanki yabancı bir ülkeye ilk kez gelen az gelişmiş ülke vatandaşları gibi kenetlendiğimizi hatırlıyorum. Tamam! Sinemalara insanların süslenip püslenip geldikleri dönemlerdi ve ailemin abone olduğu cumartesi 18 seansındaki filmlerin ilk gösterim gecelerine zaman zaman, eksik olanı tamamlamak adına katıldığım için, gala gecesi şıklığına alışıktım. Ama bu alem başkaydı! Sadece dönem filmlerinde gördüğüm salonlardaki ihtişama yakın bir durum vardı ortada... Ve biz, tüm alışkanlıklarımızın ve günlük hayatımızın dışı bir yere ışınlanmıştık sanki... Koyu renk takım elbiseli, papyonlu erkekler ve yine koyu renk giysili pırıltılı kadınlarla doluydu her taraf... Sahnedeki insanlar da benim izlediğim konserlerdeki sanatçılara hiç benzemeyen bir duruştaydılar. Kısa bir süre sonra herkes sustu ve işkencemiz başladı. Radyoda duyduğum anda başka kanala kaçtığım müzik çalıyordu. İlk andan itibaren kocaman bir hayal kırıklığı ve sıkıntı basmıştı hepimizi... Daha beşinci dakika dolmadan, kıkırdamalarımız ve kurtlanmalarımız etrafı rahatsız eder bir hale bürünmüştü. Kocaman bir ciddiyetin ortasında aykırı otlar gibiydik. Müziğin durduğunu sandığımız bir ara dışarı çıkmak için hamle yaptık, yanımızdaki amca çıkamayacağımızı söyledi. Konserin birinci bölümü bitene kadar neler çektiğimizi anlatmaya blog yetmez. İlk yarı biter bitmez kendimizi sokağa attığımızda yaşadığımız ferahlamanın bir örneği daha yoktur, hayatlarımızda...

Bu olaydan bir kaç yıl sonra, biraz daha büyüyüp militanlaşmaya başladığım yıllarda; her gün önünden geçerken vitrinlerine bakmaktan kendimi alamadığım plakçı dükkanlarından birinin vitrinindeki bir uzunçaların kapağı dikkatimi çekti: Hem üzerindeki fotoğrafın tadı, hem de renkleri göz alıcıydı. Hızla eve gidip, o plağı almak için gerekli para konusunda birini ayartmam gerekiyordu. Öğle yemeğine gelmiş olan babaya kestim faturayı ve sofraya bile oturmadan koştum plakçıya... Hiç tanımadığım ya da bilmediğim birilerinin kitap ya da CD'lerini almayı çok severim. Çünkü karşılaşacağımın ne olduğunu bilmemek hoşuma gider. Keşfetmeye bayılırım. Bu nedenle hiç dinlemeden sardırıp plağı, çıktım oradan... Merakın soluk soluğa adımlarıyla girdim kapıdan içeri... "Sofraya gel!" çağrılarına kulaklarım kapalı, oturdum pikabın başına... Çıkardım albümü, koydum pikaba... İlk parçanın girişi muhteşemdi. Aklımdan geçen "Queen tadında birileri bunlar,"dı. Bohemian Rhapsody'nin patladığı yıldı ve senfonik rock denen şeyi yeni yeni öğreniyorduk.

Bir an öncenin telaşında ve merakını giderme gayretindeki ben, şarkıları atlattıkça, yüzümün rengi değişiyordu. Bazı müziklerde şarkı söyleyen erkek ve kadın seslerini duydukça; yanlış tahtaya bastığımı anlamıştım. O anki hüsranım, dağları taşları yıkar geçerdi. Öylesine bir pişmanlık çökmüştü içime... Albüm Edward Grieg'in Peer Gynt müziklerini içeriyordu. Sadece Anitra'nın Dansı'nının giriş bölümü dikkatimi çekti. Sadece o kısmı dinliyordum. Bir günden bir güne tamamını dinlemedim. Her niyetlenip kendimi şartladığımda ve inatla direneceğim ve baştan sona dinleyeceğim, dediğimde bile başaramıyor, alıyordum pikaptan plağı..

Ama günlerden bir gün, şu an oturduğumuz eve taşındığımızda -ki TRT, fm bandından yayına daha yeni başlamıştı- camın önünden dışarıyı seyrediyordum. Şahane bir beyazlık yavaş yavaş kaplamaktaydı yeşil örtünün üzerini... Dışarıdaki soğuğu daha da anlamlı kılan şefkatli bir sıcak üfleniyordu kaloriferden yüzüme doğru... Başlayan programda, yumuşak sesli bir kadın, çalacakları eseri anlatıyordu. Karın yağışının hızından tutun da soğuğa kadar pek çok mevsimsel özelliğin resmini çiziyordu cümleleriyle.* Sunucunun anlatımı bitip müzik başladığında, dışarıda yağan karın ritmi, beyazlığın üzerine konan sığırcıkların hali ve manzaranın bütünüyle çalan müzik arasında kurduğum bağ, hayatımın dönüm noktası oldu. Farkettim ki o gün, klasik besteciler bir hikâyeyi, bir durumu, bir ânı resmediyorlar. Onlar, fırça yerine notaları kullanıyorlar.

O gün, tüm ön yargılarımın yıkıldığı gündü. İlk işim gidip Faruk Yener'in Müzik Kılavuzu adlı kitabını almak oldu. Artık televizyondaki pazar konserlerinin sıkı bir takipçisi olmuştum. Kitaptan bilgileniyor, hatta konser sırasında kitabı yanıma alıyor ve eserin neyi resmettiğini öğreniyordum. Bütün bunların sonucunda bir klasik müzik aşığı olmadım; ama severek dinlediğim müzikler kervanına bir tür daha eklenmiş oldu. Ayrıca, bilmeden öğrenmeden bir şeyi sevip sevmemeye karar vermemem gerektiğini öğrendim. Sonra Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği ile de barıştım. Her şeyden önemlisi; o ilk konserde dışarı çıkmamıza izin vermeyen amca, gerçek sanatın ve emek denen şeyin ne olduğunu zaman içinde anlamama sebep oldu. O salonda ne olursa olsun kalmak, sahnedeki insanların verdiği emeğe saygı adına gönüllü bir mecburiyetti.


Bütün bunları şahane orkestramızın bu yılki yeni yıl konserini izlerken düşünmüştüm. İçinde bulunduğum salonun görkemine bakmış, o sinema salonunun küçücük sahnesini hatırlamıştım. Binaya girerken hediye olarak verilen küçük kadife kesecikleri uzatan Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin Noel Baba kıyafeti giymiş kızlı erkekli çalışanlarının iyi yıllar dileyen karşılamasıyla ısınmıştım. O günkü konserin atmosferinden yola çıkmış, günümüzdeki katılımın yaş gruplarına mutlu olmuştum. Çok güzel bir kültür merkezine sahip güzel bir kentin şanslı insanı olma halimi sevmiştim.

Yeni Yıl Konseri'nin finalinde çalınan Jingle Bells'e izleyicinin coşkulu katılımını daha da renkli kılan balon ve konfetilerin arasından neşeyle dışarı çıkarken, yüzümü okşayan şefkatli soğukta son bir özet yapmış, elimi attığım cebimdeki kırmızı kadife keseciğin içinden çıkardığım nazar boncuğunu, güzel binamızın bahçesine savurmuştum.


*Anitra'nın Dansı-Edward Grieg

*Sunucunun bahsettiği eser; Vivaldi'nin mevsimlerinden kış idi.


6 Mart 2010 Cumartesi

Sığınak

...
Şu an Joan Baez söylüyor;

parkaların sıcağında,
bir kış akşamı ürpertisinde ve ürkek bir solmuşlukta
klişe sözcüklerin yankılandığı
küf kokulu bir izbede...

Gökyüzü en bi deniz kadar mavi...

Eylül 2008 tarihli yazıdan...


Joan Baez - Blowing In The Wind

4 Mart 2010 Perşembe

Ayar

niye kendimizi diğer milletler karşısında küçük görüyoruz.
bizki yıllarca dünya ya hükmetmiş bir milletin torunları
degilmiyiz.bu millet her şeyi yapar. hollllovud da ne oli ki
senin hollovud filimlerinin en önemli işlerinide yine bu billete ait fertler yapıyor
örnek yüzüklerin efendisi

Hürriyet com.tr'de 'Avatar tadında Çanakkale Savaşı' başlıklı yazıda kastedilen Çadır adlı filme yorum yapanlara ayar olan bir yurdum insanı ...

Teknolojik Dez/Enformasyon

Putların, Kabenin istediği: Kölelik;
Çanların, ezanların dilediği: Kölelik;
Mihraptı, kiliseydi, tesbihti, salipti:
Nedir hepsinin özlediği? Kölelik.

Günahlar mı sonsuz, senin rahmetin mi.
Hayyam

Irak'ta nükleer silah vardı!
Afganistan'da adam yok!
Biz de?

3 Mart 2010 Çarşamba

Rab Şeytana Dedi ki

Oyunu aylar önce program listesinde gördüğümde- en azından tiyatro kokusu için gitmeyi düşünmeme rağmen- biletlerini internet üzerinden ve erkenden ayarlayan biri olarak, bu oyuna biraz mesefali de durmuştum açıkcası. Yani bir çok oyunda olduğu gibi hemen atlamamıştım üzerine...

Diğer oyunlar ya da konserler için biletleri alırken bu oyuna uzun uzun bakar, düşünür taşınır, sonrada vazgeçerdim. Her hafta bir etkinliği bir şekilde izlemeye alışan bünye, bu haftayı boş geçirme olasılığını hissedince, usul usul dürtmeye başlamıştı beni... Müptela savaşı veriyordum irademe karşı...

Sürekli bir 'gitsem mi gitmesem mi' hali canımdan bezdirince, ben de sildim aklımdan Rab Şeytana Dedi ki'yi... Ben sildim ama o silmedi beni. Her bilet almak için nete girdiğimde, salonun ufak ufak dolduğunu görüyor ve elim 'bu oyuna bilet al'a gidiyordu; aklım da her seferinde, bu kararı sonraya iteliyordu. Sonunda kendimi titreterek kendime getirdim ve ayar verip sert çıktım: "Ya o hafta boş, ya da bu oyun!"

Etki altında kalmamak için oyunlar hakkında araştırma yapmayan ve ayar olan ben, bu kez mecburen konuyu yargıya taşıdım; ya aklımın dediğini yapacaktım, ya da yüreğimin git dediği yere gidecektim. Fazla uzatmayayım: Aslında bu oyun üzerine yazı bile yazmayı düşünmezken, kimseler de uzak kalmasın istedim, bu eğlenceli 1,5 saatten...

Ben, "yaaa bu oyuna gitmeliyim!" dediğimde, çoktan Google aramaya yazmıştım: "Rab Şeytana Dedi ki..."

Bul dediğimde, Google'da bana dedi ki: " Uzaklarda arama!.."

Meğerse en sevdiğim blog yazarlarından olan sevgili a. nur gitmiş bu oyuna, ve yazmış çok güzel bir yazı oyun hakkında. Hani insan bazen burnunun ucundakini göremez ya, işte Google'da sanki bunu anlattı bana...

Kişisel fikrimi hemen söyleyip sizi fazla da tutmadan, oyunla ilgili güzel bir yorum için sevgili a. nur'a yollayacağım. Açıkcası ben; çok keyifli, çok eğlenceli birbuçuk saat geçirdim. Danslarla, güzel şarkılarla, güzel espriler ve güzel oyunculuklarla bezenmiş oyun boyunca, mevcut dünyadan kopup sahnenin ortasında bağdaş kurdum. Özellikle, saksofon permormansları katılınca orkestraya, keşke cumartesi akşamı olsaydı bu oyun diye aklımdan geçirdim. Hatta fazlasıyla abartıp, mesela Babylon'da sergilense bu oyun dedim. Yani uçtum; canım alkole değmek istedi, hatta yanıma birini de istedi.

Haa, geçen hafta izlediğim 'Ölüm Kitabı'ndaki tiyatro lezzetini aldım mı?' diye sorarsam kendime, ki sordum, yanıtım hayırdır. Ama bu düşüncem yüzünden, Rab Şeytana Dedi ki'nin genç, farklı ve eğlenceli bir tiyatro gösterisi olduğunu da görmezden gelemem. Yani kısacası, çok eğlenirken bir iki cümle kapıp üzerine düşünebileceğiniz, hatta aşk üzerine sözlerine bakıp yorumlar yapabileceğiniz, içinde dans, müzik, felsefik sözlerle desteklenmiş şarkılar olan eğlenceli ve güzel bir oyun Rab Şeytana Dedi ki... Dansların çok uyumlu ve başarılı sergilenemediğinin, şeytanın gölgesinde kaldığının ama sevimli olduğunun altını çizeyim ve daha genç bir gözden daha ayrıntılı bir yorum için sözü; oyunu izlememe sebep olduğu için kendisine teşekkür ederek, sevgili a.nur'a bırakayım.

2 Mart 2010 Salı

Cumartesi 14:36'da Şirin Sokak


Güneşin saklı olduğu o saatte; büyük bir alışveriş merkezinin önündeki geniş ve hareketli caddeyi geçerek ulaşılan Şirin Sokağa girer girmez, göze çarpan bir olağandışılık yok. Her şehirde, her kasabada rastlanabilecek ara sokaklardan biri...

Sokağın hemen başındaki pastanenin üst katından sokağa inen merdiven dikkat çekici... Daha önce iki katlı bir ev olduğu anlaşılan binanın alt katı dükkana çevrilince, üst katın sokağa çıkışı harici bir yangın merdiveni tadında kalmış. Çıplak ve dik...

Az önce ana caddeyi geçerek sokağa giren gülergözlü bir çift, sohbet adımları atarak yürüyorlar. Yüz ifadelerine yansıyan sözcüklerin keyfinden sokağa geliş amaçlarındaki bilinç anlaşılıyor. Doğrudan, sol taraftaki küçük salaş dükkana yöneliyorlar. İçeri göz atıp boş yer bulamayınca, daracık kaldırıma atılmış masalardan birine oturuyorlar. Sokağın eskiliği kadar eski bir lokanta burası... Eskiye biriktirilmiş bir zenginlik ve acaip bir lezzet saçılıyor dükkandan sokağa... Şirin Sokağın üst başından gelip salaş dükkanın önünde duran -dükkandan büyük- arabalara, pahallı giyimli beyler ve kadınlar biniyor. Onlardan boşalan sandalyelere de, yeni beyler ve bayanlar oturuyor.

Gülengözlü kadınla adam siparişlerini veriyorlar. O esnada, lüks bir cip ve aynı ihtişamda iki araba giriyor sokağın üst başından... Tanıdık bir telaş hakim kılıyor kendini sokakta... Dükkanlardan bir kaç kişi koşup arabaların kapısını açıyor; zenginlik ve itibar dökülüyor açılan kapılardan... Şöförleri çekip alırken arabaları dar sokaktan, dükkan sahipleri coşkulu bir nezaketle karşı pastaneye buyur ediyor, arabadan inen pahalı takımlı beylerle pırlantalı kadınları...

Gülergözlü sohbetin ortağı adam, önüne gelen tabağın kokusunu çekiyor içine ve sumak rica ediyor garsondan...

Gülergözlü adamın karşısında oturan gülergözlü kadına baktığınızda, ' bu kadar mı yakışır siyah gözlük bir kadına' diye geçiriyorsunuz aklınızdan...

Onlar bir yandan yerken yemeklerini, bir yandan resmediyorlar sanki kelimelerinde; sokağı, anı ve birlikte olmanın tadını.

Gülergözlü adamla gülergözlü kadının masasının hemen arkasındaki kapının önünde duran saçları boyalı kadın dikkat çekiyor. Gülergözlü kadının karşısındaki gülergözlü adam, kadını hemen farkediyor.

Kadın sokağa çok yakışıyor.

Belli ki sokakla tanışıklığı eskiye dayanıyor.

Zaman film olup, sahne sahne gülergözlü adamın aklına akıyor.

Kapının yanında duran 'saçları gazino rengine boyalı' kadın, istemem yan cebime koy bir edayla ve umursuzmuş yapan bir tavırla kendini göstermeye göstermeye, ve meydan okur bir diklikle, ve kadere isyankar bir kabullenmişlikle ileri geri salınıyor masaların olduğu kaldırımda. Akşamdan kalan itibarını hala sırtında taşıyor ve neon ışıklara yazılmış adını günışığında parlatıyor. Triko taytının üzerine giydiği enine çizgili kazak, tam kalçalarını kavrıyor. Boynuna doladığı atkı, kıyafetine pek sanatçı bir renk katıyor. Vücuduna yüklediği anlam, yürüyüşündeki eda, masalardakilere umursuz ve görmez bakan gözleri, sadece sokağın sahipleriyle konuşuyor. İtibar yüklü sözcükler, erkek bir sokakta yalnız bir kadın olmak, onu sokağın kraliçesi yapıyor.

Masalardakiler, sokağa yabancı kalıyor.

Saçları gazino rengine boyalı kadın; eline bir sigara alıp, bir bardak da çay, camında otel yazan beşinci sınıf kapının duvarına yaslanıyor. Gece başka alkollere, başka hayallere ve başka nefeslere üfleyeceği sigarasını, o saatte, kendine üflüyor.

Kadın sokağa çok yakışıyor.

Masadaki, siyah gözlüğün çok yakıştığı gülergözlü kadın; hemen kaldırımın kenarında duran, uzun boylu, uzun kahverengi paltolu, kafasını paltosunun kaldırdığı yakasına gömmüş adamı işaretliyor. Adam, sigarasının derin çektiği nefesini 'of ulan ofa' üflüyor. Adam, otelin kapısındaki, uzun kazağı kalçalarını kavrayan kadına gözünün ucunu takıyor. Kadın bütün edasıyla ve sallana sallana kaldırımın öte ucuna, sokağın karşı kaldırımındaki manava doğru hareketleniyor; uzun kahverengi paltolu adamın arkasından geçerken, oraya buraya, gülücük yüklediği laflar çarpıyor.

Paltosunun yakasına saklanmış kafasını çeviren adam, kazağının kavradığı kalçalarını sallayarak yürüyen saçlarını gazino rengine boyatmış kadına pek de umursuzmuş gibi, başını çeviriyor. Burun kıvıran bir kulakla dinliyor, kaldırım taşlarındaki kalçaların ritmini.

Manavın uzattığı poşete iki elma, üç portakal, bir kaç muz dolduruyor saçları gazino rengine boyalı kadın. Elinin kelimeleri ' deftere yaz, haftaya öderim' diyor. Manav raconbilir bir vurguyla 'senden de mi para alacağız abla' diye gülümsüyor; çıkar gözetmeyen karşılıksız bir sevgi ve içtenlikli bir saygıyla... Uzun kazağı kalçasını kavrayan atkılı kadın, tekrar masaların olduğu kaldırıma yönelirken, o ana kadar onu farketmemiş olanların da gözüne gözüne takıyor kendini.

Sokağın başından bir BMW geliyor.

Karşıdaki pastaneye kurulan masadaki kalabalıktan, sarışın, kürk mantolu, pırlantalı ve havası kıvamında bir kadın dışarı çıkıyor; elindeki ağızlığa takılı sigarasını dudaklarına götürüyor. Çıplak ve dik merdivenin altındaki duvara yasladığı yaşamına bir nefes çekiyor. Sıkışmışlığını havaya salarken, az önce manavda alışveriş yapan kazağı kalçalarını kavrayan gazino renkli kadına takılı kalan gözleri, o kadını bütün yürüyüşü boyunca takip ediyor.

Masalardan birinden bir grup kalkıyor.

Ünlü Türk Müziği sanatçısı BMW' nin ön koltuğuna biniyor.

Kafasını paltosunun kaldırdığı yakalarıyla beyaz şapkasının arasına saklayan uzun poylu, uzun paltolu milli piyango satan adam, elindeki biletlerine bakıyor.

Saçları gazino renkli kadın, en havalı haliyle ve kazağının kavradığı kalçalarını sallaya sallaya otel yazan kapıya doğru yürüyor.

Sokağın içindeki ve çaprazdaki manavdan, soyulup dilimlenip lokantadan gelen tabakalara dizilen meyvalar, pastanedeki masalardan toplanıyor.

Gülengözlü kadın süt helvası sipariş veriyor.

Garsonun biri, koşarak sokağın caddeyi kesen köşesini dönüyor. Biraz sonra elinde dumanı kokan süt helvasıyla dönüyor.

Dünya, o sokakta dönüyor.

Gülengözlü adamla siyah gözlüğün çok yakıştığı gülengözlü kadın yaşadıkları ana sarılıp, senli benli gülüşlerine yeni yeni anlamlar katarak, muzur muzur kelimeleri sarmaş dolaş edecekleri alışveriş merkezine doğru, geldikleri yoldan yürüyorlar.

Uzun ağızlıklı sigarasını içen kürk mantolu, şık pırlantalı, sarışın ve kariyerli kadın; uzun kazağı kalçalarını kavrayan, saçlarını gazino rengine boyatmış kadında takılı kalan gözlerini geri alıyor.

Şirin sokağa kocaman bir cip ve aynı ihtişamda iki araba giriyor.

Sokak, sahiplerine kalıyor.

1 Mart 2010 Pazartesi

Ovaya Bakmak*

Tırmandığım yokuşun yorgunluğunu çıkarıyormuşum gibi on adım kala, onu seyretmeye durdum bir zaman. Bir deri bir kemik kalmış görünümüyle gövdesine dayanılacak bir ağaç olmaktan uzaktı. Arkadaşlığını son yıllarda edindiğim ahlatla, bana göre sadece bir dahaki yaza kadar son görüşmemiz olacaktı. Ahlat ağacı olup olmadığını da bilmiyordum ya, öyle diyordum. Onu seviyordum. Onu bana sevdiren, önümde, ufuktaki yükseltiye kadar uzanan ovaydı belki de. Yamaçtaki bu yaşlı ağaca dinlenmek için sırtımı dayayıp ayaklarımı uzatmasaydım, ova yoktu benim için. Ağacı bana sevdiren ovaydı. Ağaç ve ova… Ekili biçili, sürülü sürülmemiş tarlalar. Dönen, kıvrılan, sapan -inceli kalınlı çizgiler gibi- tekrar tekrar dönen, kıvrılan, sapan, kentlere köylere giden yollar. Karıncalar gibi ve onlar kadar görünen tarım işçileri, traktörleri, römorkları, araç ve gereçleri…

Buradan bakıldığında yavaşça alçalan ve uzunca bir düzlükten sonra tekrar yükselen bir araziydi görünen. Doğanın genişliği insanın her şeyine işliyor, soludukça adeta ciğerlerini de kendine benzetiyordu. İnsan burada, uzak, derin ve geniş düşünüyordu. Kaç yıldır öğleden sonraları burada bulurdum kendimi. Bir metal gibi genleşir, genişlerdim. Sırtımı aceleyle gövdesine yasladıktan sonra gölgesiyle havadan sudan konuşurdum; neler görmüş ağaç, bil bakalım, karşıdan gelen şu otobüs Tekirdağ’a mı, Edirne’ye mi sapacak, derdim. Kimi zaman altında uyuyakalırdım. Yapraklarından çok yaşlı dallarıyla gölgelendirirdi beni. İncitmekten çekinir, çoluk çocuktan söz etmez, torunlar nasıl, demezdim. Bu görünüşüyle onu bazen çilekeş bir dervişe, bazen lime lime olmuş giysileriyle erkini yitirmiş yaşlı bir soyluya benzetirdim. Kimi zaman ise, söze, üç padişah gördüm, Çanakkale’yi de, Yemen’i de, diye başlayan, ulusal utku günlerinin haki poturlu, kalpaklı, kabalaklı, palaskalı, madalyalı gazilerine…

Yarım yüzyılı geçkin, yorgun yaşamımın sonunda edindiğim bir arkadaş… Ona sırtımı dayıyordum. Arkadaş sözcüğündeki arka’nın tam anlamıyla arkalığımdı. Yüzünü görmeksizin gölgesiyle konuşuyordum, uzandığım yerden. Ağaç çok önceleri yaşadığım bendim. Kaydedilmemiş deneyimlerimin aynasında düşündükçe düşünceleşiyordum, gölgesinde. Günler geçtikçe, yazın, ovanın üzerinde buharlaştığını görüyordum. ‘Bu yazda böyle geçti’nin içten içe, incelikli hüznüyle, ‘umarsız kabulleniş’in sessizliğine uyuyordum. Gülünecek bir şey olmaksızın, içimden coşkulu bir gülme duygusu yükseliyordu. Erinçti bu. Kabullenişin, bir güzel boyuneğmişliğin mutluluğuydu. Bu kargacık burgacık ağaç, kentin en ulu ağaçlarından da ulu, bir bilge ağaçtı benim için. Altında söylediğimde en içli ezgiler bile ağlatamazdı beni…

Söyle bana ağaç, diyordum, aşağıda duran bir göl gibi (ki, kimi günlerin akşamlarına doğru ben onu “yağcıbedir”lere de benzetirim) uzanan bu ova kışında böylesi alımlı mıdır? Yanıtsız kalan sorum yinelendikçe de yanıtlanmazdı. Yanıt; sessizlik, sessizlik; ‘gel de gör’dü… Evet, bir kış günü, hatta bir çok kış günü de gelip görmeliydim. Mutlak geleceğim söz, dediğim hiçbir kış gidemedim.

Alkolsüz bir hoşluk içersindeydim burada. Ağacın altından görüntü; ‘bir ömre bedel’ görüntüydü. Ne begonya, ne sardunya… Çiçeksiz bahçemdi burası, esin kaynağımdı. En beğendiğim öykümü buradaki bakıştan esinlenerek yazmış, son noktayı koyduktan sonra halay çekecekmişim gibi buruşuk dallarına sarılmıştım. Doğayla, dolayısıyla kendimle dostluğumun yol göstericisiydi, görmüş geçirmiş bu yaşlı ağaç. Bana bir melamet neşesi veriyordu. Yine de duygularımın aşırılığını, renkli bir gözlük gibi güneş ışığının parlağından, görüntünün göz kamaştırıcı esrikliğinden esirgiyordu beni…

Kendi sözü mü, bir alıntı mıydı; “Yükseklerde söylenen şarkı hep aynıdır” diyordu, Cemil Meriç. Coğrafi de olsa yüksekteydim ve zaman zaman kendimi büyük filozoflarla aynı şarkıyı söyler buluyordum.

Ova güzeldi. Ova, buradan bakıldıkça güzeldi. Sırtım yaşlı ahlatın gövdesine yaslanmış baktıkça, ova çok güzeldi. Ve ne güzeldi güzellik…

Ahlat ağacının altı, ovaya bakmaktı benim için. Yıllardır, yaz öğlesi sonralarından akşamüzerlerine değin ovaya bakmak… Ovaya bakmaksa dinlenmek demekti. Derin düşüncelere dalıyormuş gibi (dalmaksızın) bir emekli oyalanmasıydı. Çoğu emekliler, bir anıt gibi durup öylece uzaklara bakarlar. Yüzlerini bir erinç kaplamışsa bilin ki; bir yaşlı ahlat ağacına yaslanmış içten içe ovalarını seyrediyorlardır.

*Sayın Ekmel DENİZER'in yayınlanmış bir öyküsüdür. Köyümüz Dergisi (Bakırköy)

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP