18 Şubat 2010 Perşembe

Günışığında Fenerimin Değdiği Yerlere Bakasım Geldi...

Yüzüne bakıldığında; ideolojik öfkelerini, peşin hükümlü görüşlerini, düz ve saplantılı amaçlarını görmenin mümkün olduğu... Sabit ve ideolojik önyargılarının dışına çıkamayan dar bir dünya görüşüne sahip, adalet sisteminin tüm kurumlarıyla ideolojik hesaplaşma niyeti aşikar, kavgacı, faşizan duruşlu, yüzü gülmez, militan tavırlı birini adalet bakanı yaparsanız, ortaya çıkan tablo hiç de sürpriz olmaz.

Bir de;

Sürekli hukukun üstünlüğünden söz edip, batı standartlarını tüm kurum ve kurallarıyla ülkemize getireceğiz denilirken...

Gözlemciler tarafından, HSYK'daki müsteşarın varlığı bile yargının siyasallaşması olarak değerlendirilip kuruldan alınması konusunda ülkemiz aleyhine rapor yazılırken...

Karara umursuz bir tavırla bakarak ve müsteşarın varlığıyla yetinmeyip, yargı mensupları tarafından seçilen üyeleri de meclise seçtirme uğraşı içinde olunurken...

Lehinize olanlarla, hasım gördükleriniz aleyhine çıkan kararlarda, ve başta ergenekon olmak üzere işinize gelen her durumda hukukun üstünlüğüne vurgu yapıp, davanın işleyişini ve insan hakları ihlallerini eleştirenleri, yargının bağımsızlığı vurgusunu yaparak hukuka saygıya davet ederken...

Sıklıkla ve altını çizerek, 'Türkiye bir hukuk devletidir' cümlesini, kendi tavırlarınızı eleştirenlere ve hak aramak için eylem yapanlara karşı sloganlaştırıp göze sokarken...

Şu anki tabloya, 'bu bir yargı darbesidir deyip' yargının siyasallaştığı vurgusu yapılmasının; karşıdan bakıldığındaki görünüşü ne olabilir ki?


Ne yazık ki bu ülkede; mevcut anti demokratik durumlardan (seçim barajı dahil) yararlanıp iktidara gelenler kendi durumlarını daha da pekiştirmek için, daha önce eleştirdikleri her yetkiyi daha da artırarak kullanıyor.

Ne yazık ki yine bu ülkede, barajın üstünde kalıp meclise girmiş her siyasi parti, muhalefette bile olsa, barajı aşamayanlar sayesinde milletvekili sayısını artırdığından dolayı barajın rakip ekarte ettiren durumundan memnunluk duyuyor.

Ve ne yazıktır ki; her siyasal parti bir gün o barajın imkanlarını kullanarak tek başına iktidar olmanın hayaliyle yaşıyor. Tıpkı YÖK sisteminin cumhurbaşkanına verdiği yetkiler kendi düşünceleri doğrultusunda kullanıldığında sessiz kalanların, o yetki bir başkasına geçtiğinde bağırıyor olmaları gibi...

Tüm bu siyasal işleyişe baktığımda, ülkenin durumunu bir gerçelik olarak kabul ediyor, bir eleştiriyi yaparken de tek başına iktidarı suçlamak açıkcası vicdanıma ters geliyor.

Türkiye'ye şöyle bir baktığımda; ruhunda ve iç işleyişinde demokrasi anlayışı ve örneği olmayan, demokrasiyi, demokratlığı içselleştirememiş, oturdukları koltuklardan bir türlü kalkamayan parti liderleri ve sivil toplum yöneticelerine sahip bir ülke görüyorum.

Futbol kulüpleri dahil, sivil resmi tüm kurumların başındaki insanların kendilerini peygamber yetkileriyle donattığı, ağızlarından çıkanların kullar tarafından itiraz edilip tartışılamadığı bir statüler ülkesi burası.

Evlerimizin içinde çocuklarımıza; otoritelerimize karşı söz söyleme hakkı tanıdığımız, kendi yanlışlarımızı kabul ederek onların fikirlerini de değerli saydığımız, onları kendi iradeleri olan bireyler olarak görüp en azından görüşlerine değer vererek tartıştığımız günler geldiğinde; gündemimizi fazlasıyla meşgul eden bu çağdışı kavgaların hiçbiri de olmayacak sanırım.

Benim umudum var.

Görsel La Loba'nın 'step by step' adlı fotoğrafıdır.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Aşk'ın Tarifi


Masanın karşı tarafındaki genç kadına anlatıyordu yaşlı teyze... Gözlerindeki ışık, ağzından çıkan cümleleri çoğaltıyor, hikayesi, ana tanıklık edeni teslim alıyordu. Öyle anlı şanlı cümleler değildi kurdukları, hatta dikkati çekmeyecek kadar sıradandı belki anlattıkları... Masanın öteki tarafındaki genç kadın damarından yakalamıştı ki öyküyü, size ulaşmasına aracılık etmemi sağladı.

R..... Teyze 1942 doğumlu. 50 yıldır N..... Amca ile aynı yastığa baş koymuşlar. N..... Amca 11 yıl önce beyin kanaması geçirmiş ama bunu atlatmış. Ama geçen sene geçirdiği beyin kanamasından sonra yatalak kalmış. Önceden boğazına çok düşkün ama çok yemek seçen de bir adammış. R..... Teyze diyor ki; " evde yemek hazırlardım, erim gelince o yemeği beğenmez başka yemek isterdi, ben de pişirdiğimi dolaba kaldırıp onun istediği yemeği hazırlardım." Ve şimdi R..... Teyze niçin gözyaşı döküyor biliyor musun Ustam? Gözyaşlarını tutamayarak anlatıyor: " Şimdi önüne ne koyarsak sesini çıkarmadan yiyor. Nasıl endamlıydı, dağ gibi adamdı biliyor musun gadasını aldığım kızım! Nasıl içim acıyor beğenmediğini söyleyemediği için; bir kenara çekilip ağlıyorum. Allahıma hergün dua ediyorum. Allahım bana güç kuvvet versin diye. Erimi benden sonraya koymasın! Çocuklarım da elbet bakar ama benim gibi bakamazlar. O benim erim, ben onun altını temizlerken hiç yüksünmem de tiksinmem de. Ama evlatlarım belki tiksinir!.."

R..... Teyze Adana Ceyhan'lı... Ağzından gadasını aldığım lafı hiç eksik olmuyor Ustam. Ama nasıl candan ve içten çıkıyor o "gadasını aldığım" lafı bir görsen... Ve neden korkuyor anlatabildim mi? O ölmekten korkmuyor, O kocasından önce ölür de kocası (eri) rezil olur diye korkuyor... Nasıl bir sevgidir bu Ustam?

Sevgili Ophelia'ya, paylaştığı ve yayınlamama izin verdiği için teşekkürler...

Fotoğraf: La Loba

16 Şubat 2010 Salı

Aldırma Şair...



İdeolojik zulüm, bedenleri susturup yok ediyor belki...
Ama zaman, mutlaka ve kesinlikle hakedene, hakettiği değeri ulaştırıyor.

Bu avluda oturduğunuz her zaman diliminde, karşıdaki koğuşlardan avluya düşen yankıyı duyarsınız; bazen bir kadın, bazen bir genç kız, bazen bir yetişkin, bazen neşeli neşeli gülümseyen coşkulu çocuk seslerinden.

Ona, onca eziyeti çektirip yok ettiğini sanan güçlülerin adı sanı yokken ortada...
Şaire duadır, şiirinin şarkı olmuş halinden avluya düşen her bir mısra.

Sabahattin Ali, en bilinen şiiri 'Aldırma Gönül'ü bu cezaevinde yazmıştır.
Onun koğuşunda, 'Aldırma Gönül'ün şairi Sabahattin Ali burada kalmıştır.' yazar.
O koğuşa her giren, şarkıdan sözcükler mırıldanarak onu anar.
Ve bir çok insan, onu, orada tanır.

Ansiklopedinin adı; Edip Akbayram'dır.


*Sinop Cezaevi

14 Şubat 2010 Pazar

Söylemesem de...


...
Yaşamın karşı kıyılarını bilemeden yaşamak çok güzel, güzeldi. Bugün durduğum yerden arkaya, orada bırakılmışlara bakmak istedim. Çok şey ve çok ad geçti ruhumun derinlerinden... Ve bugün, hepsinin izlerini sevdim. Onlar, beni ben yapmış sevgililerim. Bazen söylenmemiş tüm sözlerimi; herbirinin ellerini avuçlarıma alıp gözlerine söylemek isterim. Şimdi zamanın sonsuzluğuna serpiyorum. Sevgililer Gününüz Kutlu Olsun. Ben hep sevmiştim!.. Söylemesem de...

14.Şubat.2009 da yazılan Bugün Sevgililer Günüydü! başlıklı yazıdan...



Fotoğraf: Ewa Zauscinska

13 Şubat 2010 Cumartesi

Bir Yaz Masalı

Bir Yaz Masalı, Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen, William Shakespeare'in "Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası" adlı yapıtından çocuklar için uyarlanmış, 2 perdelik müzikli bir oyun. Turnede olan ekip iki gün ve dört seans için şehrimize gelince, biz de animasyon ve çocuk oyunları danışmanımız Tırtıl'ın keskin emrine karşı duramayarak salondaki yerimizi aldık.

Her ne kadar oyun broşüründe 'özellikle ilk gençlik (9-12) yaş dönemine seslenir' yazıyor olsa da, salondaki izleyicinin tümünün yüzüne yansıyan hoşnutluktan yola çıkıldığında, her yaştan insana hitap eden bir oyun olduğunu farketmek olasıydı.

Oyunu izlerken, yazacağım yazıyı da gözeterek, öne çıkaracağım oyuncuları oluşturuyordum kafamda. Başlangıçtan itibaren bazı karakterleri öne çıkartsa da aklım, ilerleyen dakikalarda ve oyunun bütününde, toplam kaliteyi ve ortaya koyulan performansları görünce, hiçbirini bir diğerinden ayırıp öne çıkartamadım.

Oyun çıkışında, LA PARAGAS animasyon ve çocuk oyunları danışmanı Tırtıl'dan; her etkinlik sonrasında olduğu gibi, genel bir değerlendirme yapmasını, bunun yanısıra da oyuncuları beş yıldız üzerinden yorumlamasını istedik. Bay Tırtıl'ın tartışmaya mahal bırakmayan netlikteki yanıtı şu oldu: "Bu oyunda kimseyi kimseden ayıramıyorum. Çünkü; hepsi beş yıldızlık oynadılar." Ayrıca ilave etti Bay Tırtıl: "Bu oyun Sihirbaz Oz'dan daha iyiydi."

Aşk temasını ve onun farklı hallerini öne çıkaran... Sınıfsal niteliklerin aşka, ilişkiye yansımalarını ve bu farklılıkların aşkın önüne koyduğu engelleri tartışan, bu engellere rağmen aşkı yücelten ve engel tanımazlığına vurgu yapan bu güzel oyunu, Bay Tırtıl'ın gözünde Sihirbaz Oz'un üzerine çıkaran özellikler, uyarlama ve oyunculukların dışındaki nedenlerdi: Bir Yaz Masalı'nın daha zengin bir dekora sahip olması, karakter sayısındaki fazlalığın öne çıkardığı aksiyon, onun doğal bir yansıması olarak kalabalığın getirdiği akıcılık ve içinde barındırdığı mizahtı.

Müziklerini Can Atilla'nın yaptığı, Emel Bala Gürel tarafından son derece güzel uyarlanan oyunun başarılı dekorlarının altındaki imza Günnur Orhon'du. Yönetmen Cahit Çağıran'ın karakter seçimlerindeki başarısının yanı sıra, Funda Karasaç'ın giysi tasarımları ve Osman Uzgören'in keyifli ışık düzenlemeleri oyunun bütünlüğüne ve toplam kalitesine katkı veren en önemli unsurlardı.

Bir yetişkin masalı atmosferinde geçen oyunun, salonda bulunan anaokul öğrencileri dahil herkesi avucunun içine alabilmesinin altında yatan temel nedenler; son derece naif ve mizahi anlatımının yanısıra, oyun içine yerleştirilmiş illüzyon gösterileri, güzel şarkıları ve daha küçük yaştaki çocukların ilgisine yönelik olarak hazırlanmış renkli kostümler giyen, palyaço tadındaki soytarıların başarılı oyunlarıydı.

Okuyucuya Not: Bir Yaz Masalı rastlanıldığı yerde kaçırılmaması gereken bir oyun. Hem derinliği, hem edebi tadı, hem de uyarlama esnasında oluşturulmuş diyalogların şiirselliği açısından kalıcı izler bırakan, çok lezzetli bir tiyatro eseri. Olurda yakınızda bir yerden geçerse bu oyun, karşılaşırsanız bir gün bir yerde, çocuklarınızı sakın mahrum bırakmayın Bir Yaz Masalı'ndan.

Günün En Hoşluğu: Oyunun sahne alacağı Atatürk Kültür Merkezi binasına gelirken yol üzerinde rastlaştığımız; 'bir an önce'nin heyecanı yüreklerinden taşan, telaşlı ama sıralı küçük öğrenci gruplarının, insana sevinç ve umut taşıyan cıvıltıları etkileyiciydi. Ana okulları dışındaki öğrencilerin, daha kenar semtlerden ve hatta köylerden getirilmiş olması; bunca zahmeti göze alan o öğretmenlerin ellerinden öpmek isteği yaratıyordu.

Bunlardan daha önemlisi de, insanların kafalarının içindekilerden ötesiyle ilgisi olmayan; bireysel tercihleri, bir başkasına zarar vermediği sürece sorun etmeyen biri olarak toplumda oluşmuş bir ötekileştirme halinin yansıması olan şu cümleleri buraya yazmak, vicdani bir eziyet yaratıyor olsa da bende, toplumsal önyargılara ve bakışa ufacık da olsa bir katkı sağlar ve artık söz etme gereği duyulmayan bir doğallığa ulaşılır diye sözünü etmek istediğim olay şudur: Tahminimce, ilkokul 1. ve 2. sınıf karışımından oluşan, öğretmen sayısına bakıldığında da dört ayrı sınıf olduğu anlaşılan bir öğrenci grubu vardı. Öğretmenleri dört genç kadındı. Başları bağlı, üzerlerindeki paltoları dizlerinin altındaydı. Görüldükleri heryerde önyargılarla mahkum edilebilecek bu dört genç kadın, laikçilik oynamaktan öte bir tavır sergilemeyen ve aslında depolitize bir kesimin gözüne sokuyorlardı sanki bir gerçeği... Onlar, üstelik teması aşk olan, farklı bir kültüre ait bir büyük edebiyat uyarlamasına kızlı erkekli küçücük öğrencilerini getirerek; siyasallaşmış erkek bağnazlığından uzak, duyarlı, saygılı ve öğretici kimliklerini sergiliyorlardı.

Ve keşke; o salonda, bakışlarda bile ötekileştirilmiyor olmalarına rağmen kendilerini kalabalığın dışında gibi hissetmeseydiler.

12 Şubat 2010 Cuma

Barbarları Beklerken

Nobel ödüllü yazar J.M. Coetzee'ye ilk çıkışını yaptıran bu kitabın, Afrika'daki sorunların biraz olsun anlaşılabilmesı bakımından, Terry George'un filmi Hotel Rwanda ile birlikte iyi bir ikili olacağını düşünüyorum. Hotel Rwanda, Afrika'daki durumu dış mihrakların nifakları ve etkileri kapsamında sorgularken, Barbarları Beklerken bundan biraz farklı olarak, bizzat devletlerin totaliter yönetimi özelinde ele alıyor.

Yazar, olayların geçtiği küçük sınır kasabasının bulunduğu ülkenin ismini vermese de, bir dönemin Güney Afrika'sına gönderme yaptığını anlamak zor değil. En azından kitabın arka kapağında böyle yazıyor. Zaten kendi de Güney Afrikalı... Barbarları Beklerken, imparatorluğun askerleri aracılığıyla azınlıklar (sözde barbarlar) üzerinde uyguladığı baskıyı, yer yer soykırıma varan, hatta ucu bizzat kendi vatandaşı olarak gördüğü ve büyük bir lütuf olarak yaşama hakkı tanıdığı insanlara dokunan boyutlarıyla ele alıyor. Olaylar, kasabanın en üst düzey idari yetkilisi olarak çalışan sulh yargıcının gözünden aktarılıyor.

Kitapta yardımcı oyuncu rolünde ise, herşeyin yanlış olduğu yerde doğrunun olamayacağını bile bile, yine de kendi doğrularını savunan; dolayısıyla insani değerleri temsil eden sulh yargıcımızın yaşadığı bulanık, belli belirsiz; ancak içten duyguların ördüğü bir aşk var. Coetzee sulh yargıcının ismini bizden saklasa da, o herhangi bir insanı (!) temsil ettiği için bunun bir önemi yok.

Barbarları Beklerken, Afrika üzerinden, baskıcı rejimlerin kendi koltuklarını sağlama almak uğruna yarattığı hayali düşmanları ve uyguladığı insanlık dışı politikaları anlatırken, bunu yine de "insancıl" bir gözle yapmayı başarıyor...

11 Şubat 2010 Perşembe

"Son Yılın Üç Mevsimi"nden*

Yirmisekiz yaşımdan altmışdörde… 1970’denberi buralardayım. Sahildeki ev yapılmadan önceleri eşim ve kızımı çiftliğe babasının yanına getirir, ben sabah akşam otobüsle gider gelirdim. İşim Tophane’ye yakındı. Akşam üzerleri Karaköy’den, uzun bir dolmuş kuyruğu ile Aksaray ve oradan minibüsle Topkapı’ya, otogardan yer bulabildiğim otobüslerle bir buçuk iki saatte çiftliğe gelirdim. Rumelilerin porta dedikleri avluya açılan büyük kapının önünde beklenişimin mutluluğu çektiğim eziyeti unuttururdu. O güne kadar tanışmadığım bir dünyanın içindeydim. Sağım solum çiftçi ve konu; uzun uzadıya çiftçilikti. Burada erkekler harman zamanı dışında öğleye kadar yatar, sonra gece yarılarına kadar oturur söyleşiye koyulurlardı. Onlar uykularına yeni yeni dalmışken ben sabah erken uyanır yolu tutardım. Bir buçuk kilometre kadar yürüyüp kavşağa ve oradan bindiğim otobüsle Topkapı’ya gelir, sur içinden Karaköy dolmuşuna binerdim. Yılların tüm yazları böyle sürdü gitti…

Otobüs yolculukları bana güdümlü bir okuma olanağı sundu. Her yaz bir yazarın toplu yapıtını bitirirdim. Aytmatov’unkiler ve özellikle “Toprak Ana”nın tadı damağımdadır. Bu kitabı zaman zaman alır, Tolgunay Ana’nın toprak anayla söyleşisini okurum.

Kitap okuma modam vardır benim. Bir süre anılara dadanırım. Bir zaman öykülere romanlara, ve kimi mevsimi yakın tarihimizle geçiririm… Balkan bozgununa ait anıları ağıt söyler gibi okurum. Rumeli’de kaybettiklerimize yanarım. Ve bir an gelir gözlerim dolar, boğazıma bir yumruk oturur yutkunamam. Kitabı fırlatır atar gibi kapatır, bir daha o günlere ait kitap okumamaya karar veririm. Neden sonra “Koca Balkan”ın öyküsüne isteklenir, elime bir kitap geçirip okur, değişmeyen aynı ruh halini tekrar yaşarım. Bu böyle devam ederken bir gün düşündüm ve kararlılıkla kendi kendime dedim ki; niye üzülüyorsun; kaçınılmazmış o acılar, çekilecekmiş, çekilmiş. Ama gün gelecek sınırlar atılacak, bayraklar flamalaşacak ve sen kaybettiğine üzüldüğün Selanik’e ve Manastır’a, Konya’ya da, Afyon’a gider gibi gideceksin. Bu karşı taraf için de öyle olacak; onlar da Atina’dan, Pire’ye gelircesine İstanbul’a, İzmir’e gelecekler. Filibeli, Tikveşli, Üsküplü…Tüm Rumeli için geçerli olacak. İnsanlık ailesinin kaçınılmazı bu. Öyle değilse eğer, yazarlar niye yazarlık yapıyor?...

Görüntü tatsız.. “Dahili ve harici bedhahlar” ülkeyi karıştırmak için birbirleriyle yarış içindeler. Kardeş kavgasına bulaşalım isteniyor.

Devletler, bazı konuları zamanın yumuşatmasına bırakmayı siyasetleştirmeliler ve bunun için, yazarları desteklemeseler de kösteklememeliler. Su yolunu bulur. Yazarlar, sonucu mutluluk olan yolu gösterirler…

Silahı eline alana bir çift sözüm var: hangi ulustan, etnik guruptan olursan ol, seni kışkırtanın umurunda olmadığını bil.. O, senin kardeşini kaybettiğine değil, tetiği her çekişinde cebine girecek paraya bakar.

Bazı eskiler şu iki sözcüğü bastıra bastıra vurgulayarak söylerlerdi: Bulgar gavuru…. Cami içine topladıkları insanları nasıl yaktıklarını. Kadın, çocuk demeden öldürdüklerini… Hele Çatalca bozgunu içimize oturmuş, kanayan bir yaraydı. Yaşlı biri bir gün dedi ki, Bulgarlardan öcümüzü almış değiliz, kuyruk acımız var. Çocukluğumdan beri Bulgarların acımasızca yaptıklarını dinleye, okuya büyüdük. Tek bir yazar, okuduğum kitabıyla, Bulgarlar için kemikleşmiş yargılarımı yumuşattı benim. Nikolay Haytov. “Dünya Poturunu Çıkarıyor” adlı öykü kitabında bir çok öyküsünün kahramanını Türklerden seçiyor. Sevgice yaklaşıp yüceltiyor onları. Yiğitleştiriyor. Üstelik Haytov, bu öykülerini komünist rejimde ve Bulgarlarla aramızın limoni olduğu soğuk savaş yıllarında yazıyor. Konuları Balkanlarda dirlik düzenin bozulduğu zamanların köylerinde geçiyor.

Bu küçük kitabı Fehmi Karagözoğlu’nun kapak deseni öylesine sevimleştirir ki, bakar durur, dalar gider, işte Dramalı Hasan bu, derim ve Muzaffer Buyrukçu’ya dostlarının o ünlü “Drama Köprüsü” türküsünü söyletişleri gelir aklıma:

Saat üçten soora bir baca endım aman aman
Asan Efendi'yi uykida buldum
Kalk bre Asan Efendi bir kave içelım aman aman
Siz için komitalar ben içmiş oldum.



“At martini bre Hasan dağlar inlesin!..”


“…Aşk en eski köprüsüdür Balkanların, en eski.”
Cevat Çapan’a bu dizeleri yazdıran Balkan tutkusuyla, Haytov’a “Bayram Ali” öyküsünü yazdıran duygular aynıdır.

* Sayın Ekmel Denizer'in, LA PARAGAS okuyucuları ile paylaşmamıza izin verdiği; yayımlanmamış "Son Yılın Üç Mevsimi"nden...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP