18 Kasım 2009 Çarşamba

İki Bank:



''Zaman ve uzaklıkla sınırlı olmayanı yaşıyoruz biz.
Uzaklığı yenince hep aynı yerdeyiz,
zamanı yenince hep aynı anın içindeyiz.''

Richard Bach- Martı

17 Kasım 2009 Salı

Bank;


Öyle bir hikaye var ki yüzünde...
Durduğun yer ve yaşadıklarım yüzünden.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Aman Dikkat!

İnsanlar konusunda sezgilerime çok güvenirim. Elbette bu güvenin oluşmasının temel dayanağı tecrübe... Çok uzun yıllar içinde sayısını hatırlayamadığım kadar insanla yüz yüze gelerek, iş dahil olmak üzere bir çok alanda her meslekten, her kimlikten, her yaştan kişiyle konuşarak, onları dinleyerek, el sıkışarak, zaaflarını ve artılarını fark ederek elde edilmiş bir tecrübe bu: Yargı sonuç ilişkisinin gerçekleşmiş olma hallerinin fazlaca sınanması ve o sonuçların sağlamasıyla oluşmuş, okuyarak, düşünerek, konuşarak, tartışarak, izleyerek olgunlaştırılmış uzun bir emek süreci... İnsansa; tüm duyguların analizi, bunların davranışlara yansımasının test edilmesi anlamında kendimi sınadığım ve hayatla oynadığımız eğlenceli oyunun en eğlenceli ögesi... İnsana dair bunca tecrübeyi elde etme yolunda kullandığım en önemli kobay da kendim.

Bunca yağlamayı sabah sabah kendime niye yaptım: Geçen gün televizyonda, şimdi ismini hatırlayamadığım bir ünlünün konuğuydu; kitabı dünyada bir çok yerde bestseller(!) olmuş ünlü yazar(!) Serdar Özkan... Bütün dünyanın farkına varıp da bizim bir türlü farkına varamadığımız kitabı Kayıp Gül'ü anlatıyordu...

Böyle bir kitabın varlığından haberdar olamayan kendime fazlasıyla kızarak programa takılı kaldım. Çünkü anladım ki tecrübelerimi besleyeceğim, yargı-totomun sonucunu görebileceğim ve bu sonucun doğru çıkması halinde de pek sevinip eğlenebileceğim bir olayla karşı karşıyaydım.

Bir ürünü ve kendini parlatmanın çeşit çeşit yolu vardır; mesela geçenlerde, oldukça büyük arsalarına bir site yapma fikrinde olan şehrin hatırı sayılır zenginlerinden yan arsa komşusunun; yapmayı düşündükleri sitenin çok elit olacağını, bizim de onlarla birlikte böyle bir projenin içinde yer almamızın bize katacağı artı değeri kendince ince ince cümlelerle ve pek uyanık esnaf edasıyla yapıyor olmasını: Özellikle elit sözcüğüne yüklediği anlamla ve kelimenin farklılığını üst perdeden bir bilmişlikle göze sokarak bu kelimeyi, ajitasyonunun vurgu sözcüğü haline getirip fark ettirme uyanıklığıyla benim yiyebileceğimi, en düz ve basit bir mantıkla bakıldığında bile teklifi onun yapmış olmasının benim çıkarımdan ziyade kendi çıkarını gözeten bir hal olduğunu anlayamayacağımı düşünmesi çok hoşuma gitmişti.

İki olayın ve benzer iki insanın ellerindeki ürünleri pazarlama halinin çakışması programa ilgimi daha da artırınca, Serdar Özkan denen şanının ve kaleminin farkına varamadığım yazarı daha bir ilgi ve zevkle dinlemeye başladım.

İnsanların bu minvaldeki hamlelerini, o doğrultuda kullandıkları üslubu çok ahlaki bulmasam da insani bulur, eylemin zeka düzeyine bakıp farkındalığın hoş tebessümüyle tatlı tatlı dinlemeyi de severim. Ayrıca becerinin kalitesine bakıp saygı da duyarım...

Bahse konu ünlü yazar da bu zeka parıltılarının, zarif ve tatlı tatlı algıları ele geçirme hamlelerinin esamisini bile göremedim... İlkokul düzeyinde bir uyanıklıkla ve zeka yoksunu bir şark kurnazlığıyla kendi ve kitabıyla ilgili olarak benim gibi kıt akıllıları öyle bir aydınlatıyordu ki; bu mertebelere gelmiş bir kitabın, kendimi geçtim hiç bir arkadaşım tarafından bilinememiş dolayısıyla herhangi bir sohbette ortaya gelip beni haberdar etmemiş olmasına şaşıyordum.

Geçen gün Tırtıl'a kitap bakınırken, benden o programdaki tavrı ve üslubuyla geçer not alamamış bu yazarın kapağında bir sürü övgü alıntıları olan sözde Bestseller kitabı Kayıp Gül'ü, ünlü kitap evinin en çok satanlar bölümünde gördüm. Ki kitapları kapaklarıyla kurduğu iletişimle almayı seven, popülizmin rüzgarına takılmayı pek sevmeyen, özellikle ismi duyulmamış yazarları keşfetmeye bayılan, onlara özel bir ilgisi olan ben; merak edip aldım kitabı elime ve göz gezdirmeye başladım sayfaların arasında... Bırakın (edebi anlamda) Bestseller olmayı, herhangi birinin ben roman yazacağım diyerek kalemi eline alıp yazabileceği bir kitaptan öte bir duygu yaratmadı bende... Yani diyeceğim odur ki; en safiyane argoyla; sakın gaza gelmeyin!..

Dün Ezgi Başaran'ın kitabın Bestseller serüveninin izini sürdüğü şu yazısını da mutlaka okuyun.

13 Kasım 2009 Cuma

Nispet


Kendini teselli etmekle kolkoladır !..

Görsel:Jamie Ibarra - widelec.org

11 Kasım 2009 Çarşamba

Eli Öpülesi Bir Adam


Türk Sinemasının ticari alanlarının hep uzağında kalmış, belgesel özellikler taşıyan dönem filmleri ve dizilerinin standart üstü yönetmenidir benim için... Sessizce köşesinde oturup hiçbir polemiğin , kayırmacılığın ve piyasa koşulları denen olgunun içinde yer almadan,Türk Sinemasının önemli ve büyük yapımlarına imza atmış (benim gözümde) ermişler katından bir sinema emekçisidir. Bir sinemaseverin, Ziya Öztan külliyatına baktığında saygı duymayacağı bir yapım yoktur kanımca....

Kocaman bütçeli ve her türlü teknik olanağa sahip Hollywood Sinemasıyla kıyaslandığında oldukça mütevazi olanaklara sahip, tarihi yok etme konusunda kimselerin eline su dökemeyeceği insanların yaşadığı bir ülkede; tarihi dokuyla iç içe girmiş, çoğu yerde o dokuyu yok etmiş yapılaşmaların fazlaca olduğu, kamerayı istediği yana çevirme özgürlüğünden son derece yoksun platolarda; kostümünden karakterlerine, mekanlarından dönem mimarisine kadar olağanüstü setler kurmuş, tarih (her filminde bir aşk olduğunu gözönüne alınca) ve aşk filmlerinin unutulmaz, eli öpülesi ve mütevazi yönetmenidir benim için..

Birgün ciddi bir sponsor katkısıyla kamerasını özgürce kullanabileceği-hayalindeki- ''güncel''aşk filmini gerçekleştirmesini beklediğim ve dilediğim, 'Tarihi film çekmek, o dönemin sokaklarını bir bir yeniden yaratmak çok heyecanlıdır da, bir yandan da sinemacılığı sınırlayan bir şeydir. Ben bu savaşı seviyorum, Cumhuriyetin bir toplumu çağdaş dünyaya yönlendirmesinin heyecanını yaşıyorum.''idealizmindeki Ziya Öztan; yarınlara bıraktığı filmler ve eğittiği öğrencileriyle hakettiği değeri elbet bir gün görecektir diye umuyorum.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Ah Algı Sen Nelere Kadirsin!

Herhangi bir yerde
bir sahada,
birisi çalışmakta.
Şut atıyor, top kapıyor
koşuyor ve sıçrıyor.
Seninle karşılaşacağı gün için
antreman yapıyor.
Bir okul maçında,
bir Türkiye şampiyonasında
veya bir NBA maçında olabilir.
Fakat muhakkak olacak!
...Ve karşılaştığınızda,
bütün o şut atılan, top kapılan
koşulan, zıplanılan saatler sınanacak.
Eğer senden fazla çalıştıysa,
sen kaybedeceksin.
Hiç bir zaman yeterli çalıştığını zannetme,
çünkü birisi daha iyi olmak için,
daha fazla çalışıyor.
Öğren, çalış, güven ve kazan!
İyi çalışmalar, iyi şanslar!

Yukarıdaki metin, önceki gün, önemli bir proje için eski evrakların içinde dolaşırken, gerekli bir belge için dosyaları karıştırırken elime geçti. Aslında uzun zaman önce arayıp da bulamadığım bir metindi. Hatta birgün, önemli bir basketbol kulübünün bölge antrönörüne bahsetmiş, onun talebi üzerine ona götürmeye söz vermiş ama bir türlü bulamamıştım.

Bu yazı; bundan yaklaşık altı yıl önce, Mavi jean'in ve Türkiye Basketbol Fedarasyonu'nun Kayseri'de düzenlediği The Best Five Basketbol Kampına seçilen Mussano'ya bir çok hediyeyle birlikte verilen ve o kampa katıldığını belirten bir belgenin üzerindeydi. O zaman bu yazı, bugünkünden farklı bir algıyla baktığım, daha doğrusu sporun gerçekliği ve rekabet ortamı üzerinden değerlendirdiğim, bana çok doğru ve bir çocuğu motive etmek anlamında yararlı olacağını düşündüğüm ve bu amaçla saklanması ve paylaşılması gerektiğine inandığım bir öğütler manzumesi gibi gelmişti. Hatta okul takımıyla il şampiyonu olup gittikleri grup maçlarında karşılaştıkları başka kentten bir takımın coach'uyla bu kampta da karşılaşmış olmasına, metnin ''muhakkak olacak'' bölümüne bakıp, o cümledeki olasılıklardan birinin hayatın içinde doğrulanmış olma haline; espriler yaparak gülüşmüştük.

Sonra o günkü safiyane bakışla bu metnin aslında hayatın her alanı üzerine uygulanabilecek, hatta her çocuğun başucuna koyulması gereken bir metin olduğuna karar vermiştim. Dün yazıyı yeniden okuduğumda, o gün farklı bir saflıkla baktığım ve sevdiğim metnin aslında; içinde yaşadığımız sistemin bugünkü halinin, yani kapitalizmin her birimize biçtiği rolün ya da dayatmaların bir yansıması; ve oldukça olağanlaştırdığımız bir bakışın, bir halin ve algının fotoğrafı olduğunu düşündüm. Tıpkı Matrix filmi için yaptığım yorumun içine yerleştirdiğim şu paragraftaki gibi: Zaten verilen eğitimlerle... Dış ya da iç odakların sürekli algılarımıza yükledikleriyle... Reklamlarla hafızalarımıza giren insanların her alandaki tüketim eğilimlerimize yön vermeleriyle... Çalıştığımız işlerde verilen eğitimlerle görev tanımlarımız ve sınırlarımızın çizilmesiyle... Basamaklara yerleştirilen yemler yüzünden etrafımızdaki insanlara karşı verdiğimiz (dayanışmadan uzak) kariyer şavaşlarıyla her birimiz: Yönetim erkini ellerinde tutanların - patronlar, diğer yönetenler, anneler babalar aklınıza kim gelirse- istekleri doğrultusunda; işte , okulda, hayatın tüm alanlarında tanımlanmış sınırlar içinde haraket etmesi istenen, o yönde biçimlendirilen insanlar olarak yaşamıyor muyuz?

Belki de bugün algım kirli benim. Ya da gerçekten eğriyle doğrunun birbirine karıştığı bir hayatın içinde kafamız fazlasıyla karışık... Tıpkı gündemde olan ve tartışılan bir çok olaydaki gibi diye bir not düşerek, lafı daha fazla uzatmadan, Matrix yorumunun son paragrafına yazdıklarımla birlikte yeniden değerlendirmeler için burada kesip, akıp giden zamana bırakıyorum yazıyı...

Sanıyorum ve düşünüyorum ki herbirimiz ''Matrix'' de yaşıyoruz. Belki bazılarımız bunu farkedip o düzenin bir parçası olmaya direnerek kendi özgür kimliğini yaratıyor ya da buna çabalıyor, bazılarımız da kader deyip susuyor. Belki de bütün bu çelişkiler doğruya ulaşma yolunda sorgulamalara, yeniden tanımlamalara yol açan heyecanlı ve olması gereken bir işleyiş. Hayat denen şey de bu belki!

Görsel: Jacek Yerka- Widelec.org

3 Kasım 2009 Salı

Sylvia

“Bir şeyden sürekli korkarsan, onun gerçekleşmesine sebep olursun.”

Sylvia: İngiliz edebiyatında, yaşamından sonra değerlenecek bir şairin(Sylvia Plath) ve döneminde oldukça popüler şair eşinin; aşk, kaygı, ihanet ve tutku içinde geçirdikleri evliliklerinin gerçek hikayesidir.

Sarhoş ve aşık bir gencin gece yarısı camlara taş atmasıyla başlayıp, bir kış ortasında son bulur…

Kaybetme kaygısının; zamanla, üstelik evlilik içinde nasılda depresif bir hal aldığını, bu duruma çiftlerin yaklaşımını, kurtarma çabalarını ve geçen zamanı görürsünüz filmde.

Üstelik kadın karakterimiz o güzel yüzü, açık kumral dalgalı saçları, naif elbiseleri ve oyunculuğuyla ayrı bir tat katar. Film aslında Sylvia(Plath) karakterinin yaşamı olduğundan, tüm kurgu kadınımız üzerinedir ve her şey kadın etrafında döner. Her şeye kadın gözüyle bakılır.

Slyvia: Oldukça etkileyici bir biyografidir. İngiltere'nin sıcağında, baharında, bozkırında ve bembeyaz kışında geçer. Kadının her düşünceye dalışında ve ağlayışında iç acıtır. Eve çok geç gelen siyah paltolu adamı, yalnızca dar koridora yeten bir ışığın aydınlığında bekler.

Film bir çok kez intiharı düşündürtür, sorgulatır.

Ve biraz da empati kurdurur.

Bu yüzden Sylvia, sakin bir zaman aralığında izlenilmesi şart olan; 1 saat 50 dakikalık, 2003 yapımı bir İngiliz filmidir.

1 Kasım 2009 Pazar

Sizi Gidi Cinsiyet Ayrımcıları Sizi !..

Bir gazeteci ki kendi sahasında kendince yazılar yazar. Pek gazeteciden ve adamdan sayılmasa da kendisi, ne hikmetse bir şekilde kıyıdan köşeden bir yer bulur gündemde, bir tartışma yaratır, cevap verilir, sonra da şikayetçi olunur kendisinden her seferinde... Halbuki ve madem adamdan saymazsınız kendisini, fikriyatını, kalemini... Görmezden gelin yoktan sayın, duyurmayın, kıymet-i harbiyesini parlatmayın dolayıyla da bas bas bağırmayın. Di mi ama!

Şimdilerde bir gün, bu gazeteci ki erkek bir gazeteci; bir ünlü ve güzel kadın üzerinden bir yazı yazdı. Onu dağa kaldırmaktan falan bahsetti... Sonra, ülkede kızılca kıyamet koptu. Benim gibi pek çok insanın da bu büyük tartışmadan böylece haberi oldu!

Başlangıçta, bahse konu dağa kaldırma olayının kahramanı: Ayakları yere basan, kendince bir söyleme sahip, ideolojisi sağlam, güçlü, kendine güveni olan dimdik ve güzel kadın; en mazlumundan bir imaja bürünüp, en acılı yerlerden girerek, hiç de ajitasyon kokusu alamadığımız(!) bir mealde ve en kolayını seçerek ve kaşıyarak, etnik ayrımcılıktan başlayıp cinsiyet ayrımcılığından çıktı. Ha bu arada, (erkek algısı işte) hani erkekçe bir şüpheyle ya da yakıştırmayla bakarsak eğer; bahse konu kadın olmaktan, arzulanmaktan, beğenilmekten, bu özelliklerin öne çıkarıldığı bir yazıya konu olmaktan alttan alta ve kadınca bir haz duymuş mudur diye de sorası geliyor insanın açıkçası.


Sonra ülkedeki kadın cenahından, hani kendi parasını kendi kazanan, özgür, demokrat, kadın hakları savunucusu, cinsiyet ayrımcılığına karşı, etnik ve kimlik başta olmak üzere asla insan ayrımı yapmayan, söz söyleme hakkını savunan, linççi olmayan, fikirleri fikirlerle döven, feminist, başta cinsellik olmak üzere kadının tüm haklarını pratikte de erkekle eşitleyen, sokakta göze soka soka sigara içen, argonun en erkeğini sapına kadar hakkını vererek kullanan, en en en özgür ve kendini erkek dünyasıyla ayrımcılık duygusunu fazlasıyla aşmış ve ermiş bir düzeyden bakarak eşit gören, daha doğrusu ve açığı olaya cinsiyetten değil de insandan bakan, bu mealde yorumlar yapan, başı dik çeşit çeşit kadın, topyekun ve birer birer yüklendiler bu gazeteci erkeğe.

Ben pek bilmem ve anlamam ama; sanki o adamın şahsında, bu çeşit çeşit kadından her bir çeşidi ayrı ayrı; kendi hayatlarına bela sokmuş, canlarını yakmış, aşklarını acıtmış, her biri birer öküz er kişilerin hıncını alır, hesabını sorarcasına bu zavallı günah keçisi adama yüklendiler. Biraz daha ileri gidip, aklımı dürten şeytanın avukatlığına soyunursam; o adamın şahsında, bu linci tüm erkek alemine - Haşa cinsiyet ayrımcılığı yapmadan. Hatta onun en ufak bir izini bile taşımadan. Her bir hatun kişinin, kendi özeline ait kinlerin, gıcıklıkların, eksik kalmış, intikamı alınamamış öfkelerin bilinçaltılarındaki dürtülerinden zerrece etkilenmeden, sadece ve sadece ahlak açısından bakarak yaptıklarına dair safiyane bir düşünce oluştu bende! Gerçekten öyledir di mi?

Aslında farklı bir algıyla bakıldığında gülüp geçilecek bu basit ama bağrışçılar tarafından çoğaltılan olay karşısında bangır bangır bağıran bir sürü güzel kadının pek çoğunu; bu ülkenin pek çok sokağında her gün, her saat çekilen ama bir gazete köşesinde yer bulamayan dolayısıyla sessiz kalan çığlıkların, kadın ve çocuk eksenli acıların çözümüne yönelik bağrışlarda bu kadar yüksek sesle konuşurken göremiyorum da ondan yukarıdaki soruyu sorasım geldi.

Sonra bir de şu geldi aklıma: Hani bir kadın bir erkek için yazsaydı benzer bir yazı, er kişi ne hissederdi ki... Cinsiyet ayrımcılığı ya da diğer etiketlerden yola çıkarak bağırır mıydı, sızlanır mıydı? Hakikaten ne derdi?

Yoksa biz, mizahi bir anlam yükleyebileceğimiz, magazin basının yaptıklarının yanında esamisi bile okunamayacak bu olayı kendi özelinde cinsiyet ayrımcılığı diye etiketlerken ayağımıza kurşun mu sıkıyoruz? Yoksa mizah duygusunu fazlasıyla tüketmiş, özgüveni yoksun, derinliği olmayan sığlaşmış bir toplum mu oluyoruz? Yoksa onlar bir avuç insan da biz herkes mi sanıyoruz?


Görsel: Jasona Levesek (widelec.org)

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP