21 Ağustos 2009 Cuma

Mor Yağmurlar...


Hayat yalana inanabilme sanatı mı, yoksa tüm bunları farkeden ve hayatın işleyişi içindeki doğallıklar kabul eden bir gerçekcilik üzerine inşa edilmiş bir bireysel duruş mudur?

Belki de sorunun gerçek yanıtını hepimiz biliyor, zaman zaman öyle değilmiştirlerin sakinleştirici etkisine sırtımızı dayayıp, onun yalancıktan şefkatine başımızı koyup, saçlarımızı okşatıyoruz.

Yaşamak öğrenilen ve önceliklerin sürekli yer değiştirerek geliştiği bir süreç belki... Sürekli sorgulayan ve merak eden tavır, gelişimi de sağlıyor zannımca... Ve daha iyiye doğru sürüklüyor insanı...

Önemli olan, hayalkırıklığı olgusundan korkmadan, sürekli denemeye cesaret edebilmek belki!

Belki de kendi farkındalığının gelişimiyle doğru orantılı olarak yaşamın farkına varıp, içgüdüsel bir kararla değil de, bütün seçenekler içinden kendi en çok istedikleri doğrultusunda ve seçtiği yolun risklerini bilerek yürüyebilir bir olgunluğa geldiğinde kişi, hayal kırıklığı kavramını da hayatından usul usul uzaklaştırmaya başlıyor.

O zaman rastgeldiklerinin sonuçlarını kabullenip, biliyordum ve oldu deyip, sorumluluğu üstlenip - tabi mızırdanmayı da ihmal etmeden- hayatına yeni (acı tatlı) tatlar katarak tamam budura kadar yürüyebiliyor.

Bazen, hikayelerimiz yarım kaldığında herşeyin bittiğini düşünür, yarım kalmışlığa öfkelenir, kapıları kapatırız yaşama ve ötekilere... Oysa deneyim ve ileriki zamanlar, şunları yazdırıyor belki de insana:

Yarım kalan hayat değil ki hiç bir zaman! Devam etmekte olan hayatın içindeki hikayelerden biri sadece, ya da bir diğeri, ya da üçü, beşi, onu belki... Eğer yarım kaldığı düşünülen, öyle sayılan ya da öyle hissedilen bir şey varsa; o yarım kaldığı, bitmediği düşünülen ya da öyle nitelenen her neyse; o da, o şekliyle bitmiş bir tamamlanma hali değil midir aslında?

Her öykü mutlu sonla bitmiyor ki... Bazen son yazdığında ucu açık kalıyor; sızısı, yarası, nesi varsa... Ama sonuçta bitmiş oluyor... Bazen gözyaşı döküyor izleyen ya da yaşayan... Bazen buruk gülüyor... Bazen damakta kalmış bir acaba tadı ve meraklarıyla kalbine bakıp, oradan sevip okşayıp, gülümsüyor.

Ama her bir okunan gibi, her bir yaşanan da sürekli katarak; daha güzel, sonu daha iyi yazılabilir ya da sürdürülebilir senaryolar tutuşturmuyor mu elimize?

Umutsuzluğa ve serzenişe gerek yok yaşamda bence... Süresi belirsiz bu yol alışta, sadece yarım kalanlar ya da öyle kabul edilenler birbirinden bağımsız (gibi duran) birer öykü olduğundan; yeri, saati ve zamanı geldiğinde, kalem yenisini her zaman yazabiliyor, yazıyor... Öncekilere duyduğu saygıyı hiç yitirmeden.

Hayatın tüm karşıtlıklarını ve olan bitenleri farketmek; can kırıklarına neden olan olayları hayatın doğallıkları gibi kabul edip, elbette onların zaman zaman beyni kemiren tekrarlarına da direnerek, ''bir çocuğun üzüntüsü ile değil, bir yetişkinin zarafeti ile'' karşılayabilme becerisini, ruhumuzda açan her güneşten ve hayatın kırıklıklar dışında sunduklarından keyif alan eğlenceli bir bakışı da beraberinde getiriyor. Bütün bunların kattıklarıyla daha derin farkedişler ve dirençlerle ileriye doğru yürüme sevincini de...


Aslı Erdoğana ait olduğunu sonradan öğrendiğim ve tümünü hatırlayamadığım ''Hayat yalana inanabilme sanatıdır'' cümlesini; iki ayrı zaman diliminde iki ayrı yazıda görmüş ve yazının başlangıcındaki soruyu sorup üzerine düşünmüştüm. Bugün o yazılara yazdığım düşüncelerimi biraya getirip akıp giden zamana bırakmak istedim.

Görsel:JAMES VITO CORDASCO
'nun Purple Rain adlı tablosu

Not: Resim Prince şarkısı Purple Rain' den etkilenerek yapılmış ve dolayısyla müzik: Prince' den Purple Rain

18 Ağustos 2009 Salı

Ufacık Bir Dokunuş

Öncelikle, yaşamdaki kahramanlarımın birinden söz etmek istiyorum:

Mahallemizde bir Selahattin Amca vardı; bir sağlık kurumunda memur...

Uzun bir mısır tarlasının ortasındaki patika yoldan çıkılarak girilirdi mahallenin bizim sokağına...

Her akşam, çocuklar aynı duvarın üzerine oturur, bacaklarımızı duvardan sallandıra sallandıra Selahattin amcanın işten gelişini beklerdik. Yaptığımız tek şey şuydu: Biz, ''Merhaba Selahattin Amca'' derdik. O da, ''Merhaba Ayşe, merhaba Ali'' örnekleri gibi, her selam veren çocuğa adıyla ve bir selamla karşılık verir ve yolun sonundaki evine gidene kadar merhaba diyen hangi çocuk denk gelirse bir küçük şeker ikram ederdi. Şu küçük nane şekerlerinden bir tane...

Aslolan şeker değildi. Onun hepimize verdiği değerdi. O Selahattin Amca kaç çocuğa merhaba demeyi öğretti. O kaç çocuk, diğer kaç çocuğa öğrendiğini öğretti. Bir düşünelim!


Aslında hayat çok kolay! Bir suyun yönünü ufacık bir dokunuşla değiştirip büyük kuraklıkları cennet bahçelerine çevirmek nasıl mümkünse... Her bireyin de ufak bir dokunuşla bir çocuğun hayatını değiştirme olanağı vardır. Yeter ki; her birimizden bu ülkeye bir Selahattin Amca olsun!

Haydi şimdi hep birlikte iş başına...

Bu ülkenin daha çağdaşlaşması yolunda bir çocuğun hayatına değmek, kalem tutan küçük ellerden birini tutmak için; lütfen Birmilyonkalem. Com'un 33 Okul 3003 Öğrenci İçin El Ele kampanyasına bir dokunun.

Bir hayatın yönünde, ufacıkta olsa bir rolünüz olsun!

İllaki Kaos... Mu?



Sorular 'neden' diye başlamasa da 'niye' diye sorulsa; çözümler daha kolaylaşır mı?

Acaba dedim!

Neden: Yargılayan, dinlemeyen, dinlemeden sonuçlara ulaşan ve kendince sorulmuş sorulara kendince verilmiş yanıtlarla diyet isteyen, kavgacı bir tavrın kırgın, kızgın, öfkeli ve hesap soran kelimesi gibi sanki... Mi?

Oysa niye; şefkatli, kırgın ama yine de anlayışlı, kendi burukluğunun yangınlarına rağmen ötekine ve yaşananlara saygılı bir tavrın gözüyaşlı, hâlâ sevgi dolu sorusu gibi sanki... Mi?

Neden diye sorulmasa da, niye diye sorulsa çözümlere daha kolay ulaşılıp yangınlar daha kolay söner... Mi?

Ya da sorun ve yaşanan ilişki her ne ise, geriye kalan ebedi bir arkadaşlık olur... Mu?

Bir cümleden yola çıktım bunları sordum kendime...

Benim yanıtlarım var!

Görsel:http://www.widelec.org/zdjecie,uduchowione-grafiki,853.html

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Üst Yazı... Ne Yapmalı Bazen ?

''Kendi yaradılışımıza yatkın güzel şeyler görmek ve yaşamak için bazı hallerde aklı izine çıkarıp, yok saymak gerekiyor(sanırım). Akıl bazen tatil yapmalı, başka başka yerlere gitmeli ki; 'Ah benim sevdalı başım' tüm kanlı bıçaklı halleri dahil tatlı tatlı söylenebilsin''

demişim bir vakit...

Bu sabah aklıma geliverdi birden cümle ve dolayısıyla şarkı... Kurcalarken orayı burayı; kulağımdaki ses kadar güzel olmamakla birlikte.. yine de çok güzel bu sesle karşılaşınca bir de.. dinlemek istedi blog.


16 Ağustos 2009 Pazar

Red Kit Batıya Hücum


Batıya Hücum; zevkle izlenen, hoş esprilerle bezenmiş durum komedisi tadında bir film:

Kızılderililer'i, Daltonlar'ı, Düldül'ü, Rintintin'i, çölleri, arabaların daire halinde konakladığı geceleri ile bütün Red Kit klişelerine yer veren... Barış çubuğu içmeyi bırakmış Büyük Reisi, sigaradan vazgeçip arada bir ağzımda dal bulunduruyorum diyen kahramanıyla sigara karşıtı tavrı da güzel ve güncel bir espri olarak içinde barındıran... Süresi boyunca çağa, modern kent yaşamına, onun kurallarına göndermeler de yapan... Red Kit hayranı yetişkinlerin, şimdiki zaman halleriyle harmanlanmış yeni nesil bu filmi anılarındaki Red Kit kitapları ve filmlerinden yola çıkarak belki biraz eleştirebilecekleri... Coşkulu, komik, heyecanlı, lunaparkta geçirilmiş pazar günü lezzetinde ve evde sinema keyfine fazlasıyla yakışır bir eğlencelik Batıya Hücum.

Bütün animasyonları ısrarla takip eden Tırtıl'la gitmiştik filme... Daha sonraki günlerde listesindeki sıralamalar değişsede; o gün, izlediği animasyonlar içinde bir numaraya yerleştirmişti filmi... Ben de onun peşinden her animasyona giden bir yetişkin olarak en çok bu filmde eğlenmiştim. Üstelik, modern animasyonların yapay hallerini pek sevmeyen biri olarak bu filmi, çizgi film ruhuna pek de yakın bulup, o halin lezzetini tümüyle almıştım.

Yetişkin bir macera filminin bütün ögelerini hoş bir dil, espri ve renkle içinde barındıran; klasik western müziklerinin ötesine taşınmış güncel tınıları ve şarkılarıyla çok hoş, gerçek bir durum komedisi tadında güzel bir seyirlik. Keyifli bir gün için izleyin.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP