14 Haziran 2009 Pazar

Embryo...Evvel Zaman Önceki Bir Konser Gelince Akla!..


Geçen gün gazetede, dünya turunda olan bir gösteri grubuyla ilgili bir haber okuyunca, aklıma, çok yıllar önce dünya turundaki konserler dizisinin bir ayağında, henüz kuruluş aşamasındaki üniversitenin vakfı yararına kentimize gelen Alman pop caz grubu Embryo geldi. Bu haberin Embryo'yu aklıma getirmesinin sebebi haberdeki gösteri grubunun da sahnede aynı ambiyansı yaratmış olmasıydı.

Vakfın başkanı hanımefendi, aynı zamanda İngilizce dersleri de aldığım yazlık komşumuz bir kadındı ve bu şehir, şu an ülkenin en önemli üniversitelerinden birine sahip olmasını bu kişiye borçludur. Henüz lisenin ortalarında olan bana da bu konserle ilgili olarak, okulda satmam için 22 bilet vermişti ve bu sinema salonunun bir sırasının tümü demekti. Biletleri satmam zor olmadı, kendi arkadaş grubum yetmişti.

Kızlı erkekli konserde, bir yazımda '' kiminin bir konser salonunda bütün sıcaklığı ile omuzuma düşen baştaki içten, saf romantizmini sevdim'' diye söz ettiğim kız özellikle benim yamacıma denk getirilmişti, arkadaşların gıyabımda kurguladıkları bir hâl olarak. Ve gecenin geç bir vaktinde onu eve bırakma görevi de bana yüklenmişti. Bundan şikayetçi olmuş muydum? Tabii ki hayır. Uzun bir süre kalabalık bir grup halinde yürüdüğümüz konser çıkışında, o gün ve bugün hâlâ şehrin en güzel kadınlarından olan kişinin önerisiyle kapı zillerine basa basa yürümüştük; hem de camlara çıkıp bas bas bağıranları en masum cümlelerle başka kişilere yönlendirerek...

Konser, hayatımızda izlediğimiz ilk yabancı grup konseriydi. Ve siyasetin kanlı bıçaklı günlerinde aksi gibi karşıt görüşlü grupların hakimiyetindeki bir bölgedeydi konserin sahnelendiği sinema salonu... Ama gerekli önlemler fazlasıyla alındığı için, hiç giremediğimiz bu bölgede herhangi bir kazaya da uğramamıştık.

Konserin ve grubun ilginç yanı şuydu: Her konser verdikleri sahneye kocaman bir tuval açıyorlardı ki nerdeyse bir sinema perdesi kadardı bu... Ve ona, gruba dahil bir ressam  ilk konserle başladıkları, yerel izler taşıyan bir resmi çiziyordu. Hindistan'da bitecek konser dizisi sonunda o tablo da tamamlanmış olacaktı. Biz konserin son ayaklarından birine denk geldiğimiz için resmin önemli bir bölümünü görme şansına sahip olmuştuk. Grubun bir diğer ilginç özelliği de konser verdikleri ülkenin bilinen bir enstrümanına yer vermeleriydi, sahne performanslarında... Türkiye'de ud'du bu... Ve o romantik sahne ud'un şahane tınıları esnasında oluşmuştu.

Girişte sözü edilen gazete haberi de, habere konu gösteri grubunun yine her performans esnasında sahneye kurdukları kocaman perdeye yaptıkları resme İstanbul gösterilerinde de devam ettikleri üzerineydi ve haber aklıma bu anıları getirdi. Anılar tetiklenince bana da oturup grubu aramak düştü. Ve bir albümlerini buldum. O gün çaldıkları şarkıya da ulaştım. Ve internet sen ne büyük bir keşifsin, ta yılların ötesinde kalmış anıları sahipsiz bırakmıyorsun teşekkürler deyip, icat edenlere şükranlarımı sunarken; şarkıyı da, akıp giden zamana bırakmak istedim.

İşte o günkü konserin açılış parçası:

13 Haziran 2009 Cumartesi

Kayıp Kimlik...

Bir Kimlik Bulundu, Kimlik Bilgilerinde Şunlar Yazıyordu:

Yaşadığı yer :
Medeni durum :
Meslek :
Eğitim:
Uyruğu:
Dini:
Cinsiyet :
Doğum tarihi :
Boy ve Kilo :
Saç rengi :
Göz rengi :

Bir de şunlar:

Hayatın işleyişi, renkleri, oyuncuları üzerine düşünen ve eğlenen...

Kitaplar, filmler ve müzik üzerinden insan ilişkilerini, duyarlılıklarını, çelişkilerini konuşmayı... Yakındaki gölün kıyısında kaya mezarlarının olduğu yere yayılıp kitap okumayı... Akşam üstü o gölün kıyısındaki içkisiz aile lokantasında kiremitte kaşarlı alabalık yemeyi... Yakın bir köyde, iki kardeşin küçücük lokantasında, kendi yetiştirdikleri kuzulardan yaptıkları tandırların suyuna ekmek banmayı... Kar yağarken, trenle eski kente gitmeyi... Depeche Mode' dan  I Feel You, Rolling Stones' dan Angie, Madrugada' dan  Stories from the street'i; Omara Portuonda ve Buena Vista Social Club' dan her şeyi, Rahmaninof''tan 2 numaralı piyano konçertosunu, Müslüm Baba'dan son albüm Aşk Tesadüfleri Sever'i, Juliet' den Avolon'u, Yann Tiersen'den Le moulin ve ´Sur le fil´i... İş için gittiği taşranın teneke saksılardan çiçek, evlerden yemek kokuları yayılan ara sokaklarında gezmeyi... Çiçek pasajında birayı, İnci'de profetorolü, uzun minareli camisi olan benzinlikteki büfede dünyanın en iyi soğutulmuş kolasını... Sinemada kola içip patlamış mısır yemeyi... Üç saniye çizgisinin sol dibinden şut atmayı... Arabada 5. vitesi... Dağbaşında dumanı... Kitap ve CD'leri çocukluğunda kendi başına ilk plağını aldığı dükkandan almayı... Küçük limanların balıkçı barınaklarındaki küçük lokantalarında gün batarken rakı balığa... Konser, sinema, tiyatro ya da iyi bir akşam yemeği sonrasında iyi müzik çalınan sessiz barlara gitmeyi seven... Kimliğin içine üç küçük yalan, bir ipucu yerleştiren... Adam gibi adam olmakla, seviyeli birlikteliklerin nemenem bir şey olduğunu bir türlü çözemeyen... Hayatın sınırlarında gezinirken, aynı zamanda derinliklerini sorgulayan bir bakışla, sosyolojisine ve ironisine de göz atan birisi...

Derinlikli, duyarlılıklar ve yaşanmışlıklar içeren bir olmuşlukla, doğumla ölüm arasındaki, adına yaşam denen zaman diliminde bir şeyler yaşadım (ve yaşıyorum) ne âlâ diyebilen... Hayata nanik yapıp göz kırpabilen... Üç küçük yalan bir ipucundaki ironiye zeka pırıltılarıyla tebessüm eden... En uzun dostluk romanını bir ıslıkta bulabilen... Bilmiyorum diyebilen bilemediğinde ve çok normal olan bilemeyişi... Farkında, genel geçer her şey üzerine konuşabilen, tek dereden su getiren, kelimeleri insan olan birisi...

Hangisi ?

Görsel:Videlec.org

12 Haziran 2009 Cuma

Gece Uçuşu...

Pilotun telefonla uyandırılan karısı, kocasına baktı, düşündü: ''Bırakayım da biraz daha uyusun.'' Şu çıplak, sağlam göğse hayrandı, baktıkça, kalafatlanmış, güzel bir gemi geliyordu aklına. Adam, koya çekilmiş bir tekne gibi şu sakin yatakta dinleniyor, kadın da, rahat uyusun diye, parmağıyla dokunup bir kıvrımı, bir gölgeyi, bir dalgayı yok ediyor, tanrının eli denizi nasıl yatıştırırsa, o da şu yatağı dinginliğe kavuşturuyordu. Kalktı, pencereyi açtı, rüzgar çarptı yüzüne. Oda, Buenos Aires'i tepeden görüyordu. Dans edilen komşu evden, rüzgarın alıp kendisine ulaştırdığı tatlı ezgiler yayılıyordu havaya, eğlenme ya da dinlenme saatiydi çünkü. Kent, yüz bin kalesine çekip almıştı insanları; herşey dingin ve güvenliydi; ama kadın, az sonra, biri çıkıp: ''Silah başına!'' diye bağıracak ve tek bir erkek, kendi erkeği ayağa fırlayacakmış gibi bir duygu içindeydi. Adam dinleniyordu henüz, ama bu, birazdan savaşa sürülecek yedek güçlerin o korkunç dinlenişine benziyordu. Şu uyuyan kent korumuyordu onu: bu gencecik tanrı yataktan kalktığı zaman, kentin ışıkları tozdan arınmış gelecekti gözüne. Kadın, bir saat sonra, bir kentin kaderi kadar büyük bir sorumluluk altında Avrupa postasını kaldırıp götürecek o güçlü kollara bakıyordu. Birden kafası allak bullak oldu. Bu erkek, milyonlarca erkek arasından, o garip özveri için seçilmişti. Bunun acısı çöktü yüreğine. Erkek, kendisine sunduğu dinginlikten kaçıyordu. Onu kendisi için değil, çekip elinden alacak şu gece için yedirip içirmiş, başında beklemiş ve okşamıştı. Hiç bir zaman anlamını kavrayamayacağı kavgalar, sıkıntılar, yengiler için yetiştirmişti. Şu yumuşacık eller evcil birer hayvandı, ama yaptıkları asıl işler gizliydi. Kadın bu erkeğin gülümsemesini, aşıklara özgü inceliklerini tanıyor, ama fırtınaya tutulduğu zamanki tanrısal öfkesini bilmiyordu. Tatlı bağlarla, müzikle, sevgiyle, çiçeklerle kendine bağlıyordu onu; ama hareket saati gelip çattı mı, bu bağlar, adamın kılını kıpırdatmasına gerek kalmadan kopuveriyordu.
Yukarıdaki bölüm benim en sevdiğim kitaplar listemin ilk onunda her zaman yer alan ve yerini sarsacak bir kitabın olamayacağı Antonie De Saint Exupery tarafından 1931 de yazılmış, 1939 da sinemaya uyarlanmış Gece Uçuşu'nun 47.sayfasından alıntıdır. Bu güzel kitabın asıl karakteri pilot olmasına rağmen, müdür Riviere karakter özellikleriyle çok farklı ve derin bir örnek sunmaktadır insana dair... Ve 89 sayfalık roman sizi öylesine içine çeker ve bir meraka sürükler ki, kapağını kapattığınız anda bitmez hikaye... İçinizde, ruhunuzun derinlerinde devam eder ve aklınızdan geçenlerle yüreğinize yer edenlerin tadıyla başbaşa kalırsınız bir süre... Güney Amerika ile Avrupa arasında geceleri de sürüp giden ilk uçuşları anlatırken, derinlikli insan halleri ortaya koyan; ve Andre Gide tarafından yazılmış, içinde yazının altına taşıdığım paragrafın da yer aldığı uzun bir önsöze sahip bu muhteşem kitabı bir hafta sonu keyfinize ortak edin. Pişman olmazsınız!
Saint-Exupery'nin birinci kitabınıda çok sevmiştim, ama bunu daha çok sevdim. Güney Postası'nda, insanı şaşırtan bir incelikle saptanmış anıların yanında, kahramanı bize yaklaştıran duygusal bir olay vardı. Biz şefkate hazır okurlar, ne insan, ne de zayıf bir yaratık buluyorduk onu! Gece Uçuşu'nun kahramanı, insanlık dışına çıkarılmamış olmakla birlikte, insanüstü bir erdeme sahiptir. Bu titreşimlerle dolu anlatıda beni en çok etkileyen de, işte bu soylu yandır sanıyorum. İnsanın zayıflıklarını, dalgacılığını, boşluklarını zaten biliyoruz, günümüz edebiyatı da bunları ortaya koymakta pek usta; ama gerilmiş bir istemin yarattığı o kendini aşma...bizlere gösterilecek asıl şey bu işte.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Beklenen Gün Bugündü...

Beklenen sergi dün kent sosyetesinin, önemli sayıda davetli ve sanatseverin katılımıyla gerçekleşti. İlçe kaymakamı tarafından açılışı yapılan sergide sanat evine devam eden çok sayıda sanatçının birbirinden güzel tabloları yer aldı. Sanatseverlerin yoğun ilgi gösterdiği sergide, hanımlar ve beyler şık kıyafetleriyle dikkat çektiler.

Olayın sanatla ilgili olmayan ve bizi hiç ilgilendirmeyen açık büfe kısmına kısaca bir değinirsek; oluşturulmuş masa güzel olmasına rağmen yiyeceklerin beklentilerimizin çok gerisinde kalmış olduğunu, durumun ufak çaplı bir hayal kırıklığı yarattığını objektif hebercilik anlayışımız adına belirtmeliyiz. Bütün bu beklentilerimizi karşılamama haline rağmen madem bunlar buraya koyulmuş, ''e bizde şöyle bir tadlarına bakalım hatır gönül kırmayalım'' diyerekten ilerleyen zaman içinde bir süre masanın başında kalmak zorunda da kaldık. Her ne kadar kafadan masaya dalıp talan edenlerin ardından son kalanlara yetişsek de, o yoğun kalabalıktan kurtulmuş masayla başbaşa olmak daha keyifliydi diyebiliriz.

Sergi AKM nin gerçekten çok çok güzel galerisinde gerçekleşti. Ve gerçekten çok güzel resimler, çok güzel bir sırayla ve alanın çok güzel yerlerine yerleştirilerek düzenlenmişti sergi. Bu anlamda emek verenleri kutlamak gerek...

Sosyetenin kadınları resimlerden ziyade birbirlerini kesiyor olsalar da, resimlerin güzelliği karşısında pek de sanattan uzak kalmadılar... Bu hâl, birbirini süzme ve sahte gülücükler atma yerine resim arası bir birini kesme şeklinde sürdü ilerleyen saatler içinde... Bu da sanat adına güzel bir durumdu...

Sık sık tanıdık insanlarla karşılaşıp sohbet etmek zorunda kalınsa da; özellikle, sanatçı Naz Özsamsun'un resimlerine gösterilen yoğun ilgi nedeniyle kamera ve fotoğraf makinasını elden bırakmak pek mümkün olmadı. Küçük sanatçıların resimlerini terk edip galeriyi oyun alanına çevirmeleri de serginin gözden kaçmayan bir hoşluğuydu.

Sergiyi haber yapmakla görevlendirilen bu satırların yazarı olay mahaline erkenden gidip genel bir durum değerlendirmesi yapmak amaçlı olarak giriş kapısında konuşlanıp gelen geçeni süzerken, serginin açılışına yakın dakikalarda Ünlü Ressam Naz Özsamsun: Her zaman şahane kadın anneleriyle birlikte kapıda gözüktüler; her zamanki zarif şıklıklarını sade ama göz alıcı aksesuarlarla tamamlamış ve alımlı halleriyle yürürken, bütün başların kendilerine dönmesine sebep olup, gözleri bir kez daha kamaştırdılar.(Muhabirin özel ve objektif notu: Bu ailenin böyle bir özelliği var işte, allah kahretsin )

Yayın hakları bizde olduğu için sanatçıyla kısa bir kucaklaşıp sarılmanın ve kısa bir çekim planı görüşmesinin ardından, iş toplantısını yarım bırakıp bize katılan babasıyla birlikte açılış konuşmasını yapmakta olan kaymakamı dinleyen sanatsever kalabalığın içine karışıp kısa , sade ve güzel açılışın ardından direk resimlere yöneldiğimiz için, masadan her ne kadar nasiplenemesek de, masa üzerindeki savaş gözümüzden kaçmadı. ( Bu haberi olayın bu boyutlarıyla ilgilenen medyaya terk ettik.)

Naz Özsamsun; yoğun ilgi gören resimlerinin önünde sanat severlere son derece zarif dili ve şahane Türkçesi ve kesilemez ışığı ve sevecenliği ile bilgiler verirken; resimseverlerden büyük takdir gördü. Yoğun talep gören resimlerinden biri, herkesten erken davranan ülkenin en önemli kömür ithalatçılarından ve kömür madeni sahiplerinden büyük bir şirketin bölge müdürü tarafından oldukça yüksek, sanatçının emeğini takdir eder bir meblağ karşılığında, şirketin İstanbul'daki genel müdürlük binasına asılmak üzere satın alındı. Bir diğer resimde yine bir başka kentteki bir sanatsever için, onun adına sergide bulunan bir görevli tarafından yine oldukça yüksek bir fiyata satın alındı.

Serginin daha ilk yarım saati içinde gerçekleşen ve sahiplerine sergi bitiminde teslim edilecek bu resimlerin ardından tahminimiz odur ki; sergi bitiminde elde bir şey kalmayacak. Her ne kadar bunlar ilk resimler olarak ilerde çok değer yaratacak diye uyarılarda bulunsakta sanatçıya... O, güzel yüreği ve kendi emeğiyle kazandığı bu ilk paraların keyfini çıkarmaktaydı. Gözündeki mutluluk ve sevinç görülmeye değerdi.

Tüm sergide kaldıkları süre boyunca; anne, baba ve dayı şahane kızlarının bu şahane başarısının ve güzel yüreğinin onun yüzündeki yansımalarının keyfini çıkarırken, bu şahane kızla gurur duydular; onunla o heyecanların keyfini yaşamış olmanın mutluğu yüzlerine yansımıştı ve bu da La Paragas Magazin Servisi olarak gözümüzden kaçmadı.

Ve haberlerini yapmaktan onur duyduğumuz, sayfalarımızda yer almayı kabul ederek bize değer katan Sevgili Naz Özsamsun'u bu ilk sergisi ve resimlerinden dolayı kutluyor. Çok emin olduğumuz başarılarının taçlanacağı başka sergilerde birlikte olacak olmanın heyecanıyla ona sevgilerimizi yolluyoruz.

Ve bir kez daha; gelen tüm tekliflere rağmen kendiyle ilgili yayın hakları konusunda bizi tercih ettiği için, tüm La Paragas ekibi olarak kendisine teşekkür ediyoruz.

Sizi seviyoruz Naz Özsamsun

8 Haziran 2009 Pazartesi

Oyun...


Ne kaybetmenin ne kazanmanın önemi yoklu... Bir kazanma ve kaybetme duygusu olmaksızın oynarken oyunu, bir sonraki hamlenin niyetinde olmaksızın hesap kitap... Bittiğinde, birlikte kazanılan ve birlikte kaybedilen bir eşitlik halidir oyun...

Beraber oynanmış, acısı tatlısı ortak, ücraların en saklısında usul ve sıcak bir tebessüm halinde duracak şahane bir lezzettir...

Şahsız ve matsız...

Görsel:Videlec.org

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP