29 Mart 2009 Pazar

Oyumu mu Kullandım,Yoksa Birileri Beni mi Kullandı, Kendimle Hasbihal

Genel olarak oy kullanmaya çok erken giderim. Bu sabah da zaten kafamda şekillenmiş oylarımı atmak üzere oy kullandığım okula doğru yürümeye başladım.

Gün güzeldi, gün güneşliydi, gün keyifliydi.

Severdim, oy kullanamaz bir minikken, büyüklerin yamacında gitmeyi sandığa... Severdim, gecenin bir vaktine kadar, "kim ne oy almış" izlemeyi... Severdim, oy kağıdı çıktıkça sandıktan, atılan artının bizim partiden yana olmasını...

Türk sol hareketinin en büyük önderlerinden Harun Karadeniz, yan komşumuz evin evladıydı. Görürdüm onu, ayakları yerde başı göklerde haliyle... Mahalle sandığında iki oy çıkardı İşci Parti'sine ve ben bilirdim iki oyun sahibini, minicik bir çocukken bile... Biri, benim kitaplarımı henüz yakmak zorunda kalmadan yıllar önce kitapları yakılırken, içilerinden Kızılay İlk Yardım kitabını alıp bir kenara koyduğum en amcamdı. Öteki de o dev.

Birileri devlet elleriyle öldürülürken birilerine devlet töreni yapılacak olması kanıma dokundu bugün. Üzülmüştüm her şeye rağmen. Ölüm! Bu konuda, Sevgili Deran'ın '' Pencerene bak bir yaralı kırlangıç var...'' başlıklı muhteşem yazısınından öte gitmek istemiyorum şimdilik. Uzatmak da istemiyorum bu yazıyı ama kaçınılmaz bir şekilde uzayacak, çünkü mutsuzum.

Çünkü; oyumu kullanıp dönerken, okul kantininde bir tabure üstüne çıkmış, bangır bangır konuşan çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken, bir faşist lideri, namusumuz saydığımız caddeye sokmamak için, asfalta yatmış kalabalığın içindeki çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken; bu kez kendi kitaplarımı cayır cayır yakarken, annemin gözyaşları dökülmesin diye kendi gözyaşlarımı döken çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken, tellerle boğularak katledilen üniversite öğrencisi abilerdim.

Kahraman Maraş'tım oyumu kullanıp dönerken.

Çorum'dum...

Deniz'dim. Yusuf'tum. Ulaş'tım. Taylan'dım. Hüseyin'dim.

Oyumu kullanıp dönerken; yaz kokulu afiş akşamların polislerinden saklanmış, duvar arkasındaki çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken; bir mışlı ülkede daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını; kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış çocuklardım.

Oyumu kullanıp dönerken, cezaevlerinin işkence odalarında en aşağılayıcı küfürler eşliğinde ıslatıla ıslatıla dövülmüş, kanlarına tuzlar basılmış, karakolların küçük odalarında eşleri, kız kardeşleri, nişanlıları yan masalara yatırılmış bir ahlaksızlıkla sorgulanmış, filistin askılarından taze taze suçlar giydirilmiş cılız cılız bedenlerdim.

Oyumu kullanıp dönerken; bir seçim gecesine devrim ateşi tadında şarkılar söyleyenlerdim.

Oyumu kullanırken ben, ben miydim?

İki dönemdir belediye başkanı olan büyükşehir adayına, kıyısından bile geçmeyeceğim partisini bir kenara koyup, beğendiğim için oy verdim. Sevdiğim partinin çok başarılı bir başkanının ardından, aynı duyarlılıkla kenti yönetmeye devam ettiği için... Ve o, bir solcu abiydi!

İlçe belediye başkan adayına, o adamın partisine geldiği için kızdım, "geçen dönem o adam yüzünden kaybettiği seçim gibi olmasın, kurucu başkan olarak yoktan varettiği yere yeniden başarılı hizmetler yapsın," diye, başkanlık potansiyelini bildiğim için, ''adına'' verirken oyumu, hiç sevmediğim adama yarayacağı için de üzüldüm.

İl genel meclisinde, her ne kadar hiç sevmediğim adama zararı olsun diye düşünerek bir başka sol olduğunu söyleyen partiye versem de oyumu, gönlüm, hiç sevmediğim adamın olduğu partiyi hep yukarılarda görmek istediği için, üzüldüm.

Gönlüme sine sine, sorgusuz, kaygısız, acısız, üzüntüsüz verdiğim tek oy, muhtaraydı.

Seçim kampanyaları sürecinden iğrenmiştim. Oy kullanan kendimin yalpalamalarından da iğrendim. Tadım kaçtı.

Sahilden yürüdüm, fırından bir tahinli çörek alıp martılara baka baka...

Aslında, ne denize ne martılara bakıyordum.

"Bu halk anlamıyor," diye kaptan köşklerinden laf sallayıp halkı bilmez sayanlara, faturayı hep ona kesenlere bakıp, şunları aklımdan geçiriyordum: ''Bu ülkede faşizmin hiç olmadığı kadar dorukta olduğu, oligarşinin güçlü, iletişim teknolojilerinin bugüne göre taş devri yıllarında bu beğenmediğiniz halk; bütün cephelere, ittifaklara, baskılara, tarihin en faşist generallerine rağmen, o hiç sevmediğim adamın olduğu sevdiğim partiye %42 oy verdi. Hem de ağırlıkla şimdi birilerinin oy deposu olan varoşlardan, toprak ağalarının diyarlarından, fabrikalardan, madenlerden... Ve o dönemde bütün fraksiyoner farklılıklara, görüş ayrılıklarına rağmen hep birlikte o partinin miting alanlarındaydık, sokaklardaydık, dağlara taşlara yazmaktaydık. Birisi bunu başarmıştı."

Tüm bunları düşünerek eve geldim. Dışarıda enfes bir bahar var, yeni yeni kuşlar gelmeye başladı. Canım uzun zaman sonra, anormal şekilde Joan Baez dinlemek istedi. O çalarken, ben çoktan o çocuk olmuştum.

Elimde kahve kokusu telefonun tuşlarındayım.

Ve şu an, şu şarkının uzaklarına bakıyorum.

28 Mart 2009 Cumartesi

Ay! Kimlerden Gelmiş Mim Bu Sefer...


Bir mimi henüz yetiştirip, büyütüp hayata salmışken, bir başka mimim olduğu müjdesi tez elden geldi... Mim gelmiş bir kez yapılacak bir şey yok allah bağışlasın demekten öte... Ama bu kez mimin geldiği yer öyle bir yer ki; hani akan sular durur derler ya!.. Hah! İşte öyle bir yer. Bundan, şunun anlaşılmış olmasından da korkarım; hani biz akan sular durur yerden değilmiyiz gibi... Hayır! Böyle değil. Benim, gönlümde yer etmiş herkes için akan sularım durur. Ama Efsa benim küçük kardeşim. Fotoğrafı dışında ne yüzünü gördüm, ne sesini duydum. Ama yürek sesini fazlasıyla duyuyorum. O yüreğini görüyorum. Şimdi birisi mutlaka şöyle diyecek bu yazıyı okurken, kendine çok güveniyorsun!.. Güveniyorum var mı diyeceğin:))

Biliyorum ki; hatta eminim ki konu Efsa olduğunda, onun da akan suları duruyor. Aslında bunu çok uzun bir Efsa yazısına çevirebilirim; ama yazacağım hiç bir sözcük, şu cümle kadar anlatamayacaktır bendeki Efsa'nın değerini: Seni Seviyorum Efsacığım.

Senki bebeğinden ve sevdiklerinden bahsederken kendinden geçip bir başka dünyandan sözcükler döküyorsun, ben de seni sevmeyen ölsün diyorum.

Şimdi gelirsek mim konusuna: Aslında, benim için yazması en kolay dönem çocukluğum, ama soruların bağlayıcılığından baktığımda ve hareket alanı sınırlayıcı olduğundan ve insana seçenekte bırakmadığından, soruların çoğunluğuna yanıtlarım yok. Çünkü, çocukluktan eksikliklerim yok. Genelde zaten çok şikayet eden bir insan değilim. Bunu her zaman da çocukluk dönemime borçlu olduğumu bilirim. Hatta bir gün, bir kenara şunları yazıp atmıştım. Hazır bu mim gelmişken, bu düşüncelerimi de zamanın sonsuzluğuna yolcu edim.

''Hayat denen yolda yürürken bana yola döşenmiş mayınları temizlemeyi öğreten, beni yola salıp uzaktan uzağa kontrol eden, başıma bir felaket gelmediği sürece müdahale etmeyen, yollar konusunda korkutmayan sadece tehlikeler konusunda uyaran, minicik yüreğim aşk yangınlarındayken yüreğime dokunan, hastalandığımda ya da korktuğumda saçlarımı okşayan, ergen komplekslerim de bana gaz veren, iç sıkıntılarımda, çocukça kaygılarımda bir sürü başımı koyacak omuz, bir sürü yatılacak diz vardı; hepsi de içten sapına kadar samimi... Bu yüzden hayat benim için hep anlaşılabilir oldu. Ben, paranın bir ayrım ve değer ifadesi olmadığı, çoklu ve çapraz ilişkilerin yaşandığı, alabildiğine güven barındıran, her türden sevginin her eşyaya her duvara, kapıya pencereye her şeye sindiği, bütün görüş ayrılıklarına, bütün çatışmalara rağmen hiç eksilmediği, bütün öfkelerin aslında karşı taraf için iyi olduğu düşünüldüğünden ve karşı taraflarında bunu bildiği kavgalar sonunda insanlar birbirine küsseler bile asla taraf yapılmadığımız ortamlarda, bizi kötülüklerden koruyacak bir dayanışma ruhumuzun olduğunu hissederek büyüdüm. Bu sevgiler alabildiğine samimi, böbürlenmeyen, paylaşan, asla ve asla bir diyet duygusu yaratmayan türdendi.''

Dolayısıyla, dün akşamdan beri her sorunun boşluğunu dolduracak bir nokta arıyorum ve bulamıyorum. Bir tek yapmak istediğim eğitim ve kendi arzuladığım meslekle ilgili serzenişim vardır. Bunda da onların niyetlerinden ve duygularından hareketle kızmıyor, üzülüyor ama onları da anlıyorum. Bu yüzden çok üzgünüm ki mimin sorularını bire bir yanıtlayamıyorum. Yanıtlarım gerçekten yok çünkü...

Kalabalık bir ailede büyüdüm ve ufacık bir serzenişim bile onlara karşı çok büyük bir haksızlık olur. Hepsinin yüreğini biliyorum ve çok seviyorum hepsini. Ve sadece şu iki sorudaki boşluğu doldurarak Efsa'ya teşekkür edip, dur artık diyorum klavyeye...

4-Çocukken ...televizyon yapımcısı ve yönetmeni ya da gazeteci olmayı... hayal ederdim.
5-Çocukken ...kendi istediğim mesleği özgürce seçebilmek adına benim sorumluluğumu ve mecburiyetlerimi üstlenecek abim ya da abilerim olmasını ...isterdim

27 Mart 2009 Cuma

Gökten Üç Mim Düştü,Ben İkisini Aldım

Düzenli ve severek okuduğum, hatta bir yorumumda benim için kitaplar ve filmler konusunda bir referans noktası dediğim, dik duruşunu, kendinden taraf oluşunu ve uslubunu sevdiğim, her ne kadar bu övgüleri alçak gönüllükle karşılıyor olsa da benim samimi düşüncelerim olduğunu bir kez daha vurgulamak istediğim. Hani kadınların sık kullandığı klasik bir söz vardır ya! Oradan yola çıkarak, blog gibi blog diyebilebileceğim ve bunu fazlasıyla hakeden sevgili Sera'dan geldi bu kez mim.

Her ne kadar sevdiğiniz yazar ve kitap konusunda daha önce mimlendim deyip sıyrılmaya çalışsam da işin içinden, kurtulamadım. Üç farklı mimden oluşmuş bir yazının içinden diğer ikisini yazabileceğimi söyleyince Sera, bana da oturup yazmak düştü.

İşin şakası bir yana, benim için çok önemli bloglar var. Onlardan gelen mimleri yazmaktan gerçekten zevk alıyorum. Ve bu yazıyı da büyük bir zevkle yazıyorum. Yazının konusu üç mimden ilkini, yani sevdiğim yazar ve kitabı daha önce yazmıştım. Bu Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Milan Kundera idi. Merak edenler buradan buyurabilirler.

İkinci mim ''kitap yazmak isteseydin ne yazardın?''a verilecek bir yanıtım vardı hazırda. Aslında yazma konusunda son derece tembel, yazarlık potansiyeli olmayan biri olarak, çocukluktan itibaren bir çok mesleğe özenmeme rağmen yazar olsam gibi bir düşünce hiç bir zaman oluşmadı kafamda. Dört yıl önceye kadar yazılı metin olarak kompozisyon dersinde yazılmışlarla, tıfıl çağların militan günlerinin bildirileri , konuşma metinleri ile mektuplarım ve belki iki üç şiir dışında bir ''eserim'' yoktur.

Ama, bundan iki yıl önce yazdığım mektupların karşı tarafı fazlasıyla gaza getirince beni; aklımda bir roman fikri oluşmuştu. Kurgusu şekillenmiş, öyküsü, karakterleri belli... Birinin ikisini, birinin birini ,birinin hiç birini bilmediği ve birbirlerini tanımayan üç kadını bir yerde buluşturup herbirinin aynı kişi olduğunu bilmedikleri bir adamı kendi yaşadıkları ve bakış açılarından anlattıkları, şimdiki zaman kipinde ama geri dönüşlerle anlatan bir kitabı yazmak isterdim. Şu anki uslubumdan farklı dil kullanan bir yazar olmak istememekle birlikte Bir Romanımsının Ötesinden Berisinden... adlı yazımdaki anlatımda olduğu gibi; o anki davranışa etken birikmişliklerin şimdiki zaman cümlelerine yedirilmiş haliyle ve elbette noktalama işaretleri işini bir bilene devrederek yazmak isterdim. Soyut insanlar yaratıp onlar üzerinden bir kurguyla yaşanmamışı yazmak konusunda sıfır yetenekli biri olarak, eğer öyle bir şeye yeltenirsem de kağıdın başında oturup, küf bağlayacağım kesindir.


Üçüncü mim ''ölmeden önce okumak istediğim kitaplar nedir?'' sorusuna yanıtım çok daha kolaydır. Ve bir tek kitapla sınırlıdır bu... Yıllardır, her kitapçıya girdiğimde elimin hemen gittiği, ama her seferinde de bir türlü satın alma kararımı netleştiremediğimden o an seçtiğim diğer kitaplara yenilmiş olan... Ve bir türlü bir birimize tutunamadığımız Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ıdır. Anlayamadığım bir seni uzaktan sevmek hali vardır aramızda... Bu duyguyu bazen, Charles Branson'un polis olduğu bir filmde, evinin ve bürosunun her tarafına posterlerini astığı Roma'ya bir türlü gidememesi duygusuna benzetirim. O göremeden öldü filmde; umarım benim vaktim vardır.

26 Mart 2009 Perşembe

Alt Yazı...Bahar


A!Şu aşk baharı,bir nisan gününün kararsız parıltısı gibi,önceleri güneş pırıl pırıl parlarken,az sonra bir bulut her şeyi sürükleyip götürüyor.

SHAKESPEARE
Resim Videlec.org

25 Mart 2009 Çarşamba

Aşk Üzerine Kısa Bir Film (A Short Film About Love)


Kieslowski'den, yalın oyunculuklar ve az diyalogla, sade ama hüzünlü melodiler eşliğinde; aslında kalabalıkmış gibi duran kent ve apartman yaşamlarının yalnız ve melankolik atmosferindeki karakterlerden, aşk üzerine yalın ve dokunaklı bir film .

Aşka inancı yok denecek kadar azalmış ve onu yorumlama biçimi soyut değil de cinsellik temelli bir somut hal üzerine olan yorgun ve kentli Magda'nın ''Benden ne istiyorsun'' sorusuna, daha hayatın kirlerine bulaşmamış bakir aşık Tomek 'in ''Hiç bir şey'' yanıtıyla sinemanın, kısacık bir diyalogla gerçekte aşk nedir üzerine en çok şeyi anlatan sahnelerinden birini seriyor film önümüze...

Hem dekolog serisi içinde, hem de sinema versiyonunu izlediğim ''Aşk Üzerine Kısa Bir Film'' aynı zamanda, tutkunun ve cinselliğin aşk içindeki konumunu, iki karakterin film içindeki pozisyonlarını değiştirerek de sorgulatıyor .

Magda'nın gözetlenen ve umursamaz durumdan gözetleyen durumuna geçişiyle, aşkın yakıcı, kıskanç ve takipteki yanını da görüyoruz...

Film; aşkın hiç bir şekli üzerine övgüler düzmeden bütün hallerini ortaya döküp, sevginin yalın ve arınmış halini de örnekliyor.

Aşkın ve ilişkinin elde edilmeden öncesi ve sonrasını, iki farklı yaşanmışlığın aynı ilişki içindeki duygusal yer değiştirmelerini, bakış açılarını çok iyi anlatan ve düşündürten bu film: Seninle başım dertteden kastı aşk olan herkesin; içkisi elinde, çerezleri yanında, tek başına, bacaklarını uzatıp keyif yaşayabileceği bir akşama yoldaşlık edebilir. Eder;)

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP