28 Şubat 2009 Cumartesi

Despero...


Bugün hiç fikriyatımda yokken, kendi planlarım Slumdog Milioner üzerineyken, Tırtıl'dan gelen talimat: Despero'ya, ''ya gidilecek, ya gidilecek!'' olunca, emir demiri kesti.

Ruhum ve aklım hafta boyu o kadar koşullanmış ki; gişedeki kıza, Slumdog Milionere bir tam bir öğrenci dedim. Ki o sinemada oynamıyordu film...

Sonra patlamış mısırımızı aldık her zamanki gibi, tabiki çikolata ve gofret çeşitlerini ve içecekleri de... Salon zaten en sevdiklerimizden biri, keyifler gıcır... Film başladığı andan itibaren bir animasyon izlemiyormuşum da, çocukken, çok severek okuduğum kitaplardan birinin içinde kaybolmuşum gibi geldi. Başından sonuna çok zevkle izlediğim bu filme ne yazsam eksik kalır diyerek yorumu şu iki cümleye bağladım:

Arzu'nun masallarını seven, bu filmi de sever...

Kendinize bir iyilik yapın, Despero'yu izleyin...

Bir animasyon fanı ve sinemasever olan Tırtıl'ın tüm zamanlar listesinde onlarca filmi geride bırakarak ikinci sırayı aldığını; özellikle ve bir dip not olarak belirttim filmin. Ve kesinlikle yetişkenlerin çok zevk alacakları, iki kişi izleyebilecekleri, blog aleminde fazlasıyla sorgulanan bazı duygularla ilgili olguları içinde bulabilecekleri, çok keyifli bir film. Ben bu mecburiyetten hiç şikayetçi olmadım. Çok hoş bir sinema günüydü; istediği kitabı, istemediğim kitapçıdan almak zorunda kalmış olsam da...

27 Şubat 2009 Cuma

Bulgur Pilavına Siyaset Karıştı Bence Çok da Lezzetli Oldu...

Karnım acıkınca, her zaman olduğu gibi mutfağa daldım. Niyetimde bulgur pilavı yapmak vardı. Durup dururken, olmadık anlarda, olmadık saatlerde ve olmadık yerlerde uyarı ışığını yakan üstün zekam; sınır çizgilerinde yaşamayı, onun merakı ve bilinmez sonuçlarının heyecanını seven kişiyi de ayartıp paçalarıma yapıştırınca... Hep vurguladığım gibi bu serseri hale ortak olmaya, katılmaya ve bir sonu bilinmez heyecana sürüklenmeye aşkla bağlı olduğumdan, zamanı ıska geçemedim. "Bu pilav, bugüne kadarkilerden daha farklı olsun, sınırı aşalım." diyen öteki sürekli dürterek, zaten meyletmeye dünden razı beni ikna edip anarşizm yolunda adımlar attırmaya başladı. Ve hep birlikte, bugüne kadar hiç bir resmi tarifte yer almayan, aslında var olan ama bulgur pilavı için yok sayılan lezzetleri buluşturmaya karar verdik.

Hep derim; çok coşkulu ve fırlama bir yanım olduğu gibi derin ve duygusal bir düşünüşüm de vardır. Ve tüm kendime dağınıklığımın ötesinde, başkaları söz konusu olduğunda umulmadık derecede düzenliyimdir, saygılıyımdır. Bu ön sözden hareketle daha çabuk, daha sistemli ve daha kolay olması için her şeyin; tüm malzemeleri yerlerinden alıp, mutfak tezgahının üzerine konuşlandırdım.

Tek tek liste yapıp bir mecburiyet ve asker düzeni oluşturmadan, aslında kendi mecralarında gönüllüce ve sevgiyle renklerini yaratan, yaratacak ve ortaya çok daha kuvvetli bir tat çıkaracak olanları, statükocu bir tavıra mahkum etmek istemedim.

Önce, Amasya'dan büyükçe bir soğanı yemeklik doğradım. O kenarda dururken iki adet orta boy Konya'lı havucu kabuklarını soyduktan sonra rendenin en iri tarafında, sonra da yine aynı şekilde Nevşehir'den orta boy bir patatesi havuçlara karışmayacak bir başka tabağa rendeledim. Bu arada musluktan akan Yeşilırmak suyunu yaklaşık beş bardak şeklinde ısıtıcıda kaynamaya bıraktım.

Genelde izlemesi daha kolay ve zevkli olduğundan pilav yaparken, geniş ve cam kapaklı teflon tencere kullanmayı tercih ediyorum. Tencereyi hazır ederken, iki büyükçe su bardağı bulguru ince tel süzgecin içine doldurup, içindeki kötü niyetlileri ayıkladıktan sonra bir kenara bıraktım. Tencerenin içine bir miktar Trakya yöresinden ayçiçek yağı döktüm, yemeğe ekstra bir tat katsın diye Vakfıkebir tereyağından bir çorba kaşığı kadar ilave ettim. Onlar eriyip cızırdamaya başlayınca, doğranmış ve hazırda bekleyen soğanları boca edip, yüksek ateşte kavurmaya başladım. Bu esnada, Antalya'lı sivri biberlerden- ben tatlısını tercih ettiğimden- iki tanesini çok ince halkalar halinde doğrayıp soğanlara kattım.

Tenceredekileri Devrek'te yapılmış tahta kaşıkla çevirip kavururken bir yandan; Büyük Millet Meclisi'ndeki grup toplantısında Kürtçe konuşan, aslında feodalitenin göbeğinden, geçmişte başka bir partiyle doğunun aşiret ağa düzeninden gelerek milletvekilliği yapmış aşiret mensubunun, bölgedeki yükseliş başka bir mecraya yönelmiş olsa orada siyaset yapma olasılığı yüksek adamın, şahsına ve niyetlerine kızsam da Kürtçe konuşma yapmış olmasına hiç kızmadım. Hatta o adamın değişmiş saflığını ve kültürsüzlüğünü sevdim. İngilizce konuşsa hiç tartışma konusu olmayacak bir hale ötekiler tarafındaki şiddetli karşı duruşun ne olduğunu anlasam da bu tavrı çok yersiz buldum. O grup toplantısında konuşuyordu ve seslendiği yörede ana dili Kürtçe olan insanlar vardı. Nasıl ki işitme engelliler için bir tercüman sürekli aktarıyorsa anlasınlar diye, bu da, ondan daha farklı bir şey değildi.

Soğanların pembeleşmiş kokusu burnuma değince, biberlerin de kıvam aldığını fark ettim. Kenarda çözülmeye bıraktığım, daha önce haşlanıp deep freeze'e atılmış Ege yöresinden bezelyeleri tencereye katıp güzelce çevirmeye başladım. Gittikçe renklenen tencereye farklı sebzeler, kendi kimlikleriyle, hiç hormonlanmamış halleriyle ilave oldukça oluşmaya başlayan pilavın kokusu beni keyiflendirmeye, içimi kıpırdatmaya yetti.

Artan coşkularım elimden tutup ofisimsiye doğru sürüklemeye başlayınca beni, anladım ki "Hani müzik." diyorlar! Onları asla kıramayacağımdan, müzik çalarıma bu ülkenin yetiştirdiği en yetenekli, poptan caza, funk'tan reggea ve house'a farklı türlerde söyleyebilen en güçlü seslerinden Nilüfer Akbal'ın CD' sini koydum.

O söylemeye başlayınca bu ülkenin toprağından şarkıları, ben çoğalmış olarak yemeğimin başına dönüp, rendelenmiş havuçları şefkatle tencereye kattım. Havuçların turuncusuyla birlikte renklilik ve koku daha da çoğalarak sarmaya başladı herbir yanı. Keyfim, içerden gelen şarkıların diline kendi dilimden eşlik etmeye başladı. Nilüfer Akbal, ben ve yaşamın tüm renkleri hoş bir koro olup, an'ı aynı coşkuyla paylaşmaya başladık. Kelimelerimiz aynı oldu. Tezgahın üzerinde kıpır kıpır, bu kolektif coşkuya katılmayı bekleyen rendelenmiş patateslerin "Hadi!" seslerine kulak verip, ekledim onları da tencereye. Bir özgün güzellik, bir farklı renk daha boca olmuştu lezzete.

Onlar birbiriyle karışırken ben, gittikçe çoğalan coşkuyu, bu kabul görürlüğün neşesini daha da derinden hissetmeye başladım. Ağzımda türkü, yağmur damlalarının çiçeklerini açmış erik ağacındaki parlaklığına bakarken, anaların göz yaşlarına durdum.

Musluğun altında ıslattığım bulgurların içinden kötü niyetlileri ayıkladıktan sonra süzülmek üzere bir kenara bıraktım. Artık Tokat domatesinden yapılmış salçadan iki tatlı kaşığı eklemenin zamanı gelmişti. Salçayı attığım tencere, daha önce katılmış olanları çalan şarkının neşesinde sarmaş dolaş yaparken; önceki gece Fox TV' deki tartışmanın güzelliğini düşünmeye başladım. Hep karşı durduğum, gördüğüm anlarındaki sert ve radikal duruşundan dolayı kızgın olduğum, arkadaşlarıma her zaman "Şu adamı TV' lere çıkarıp ne olduğunu göstermek lazım." dediğim Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, bu kez bana gösterdi.

Özgürlüklere karşı hiç değilim ve siyasetçilerin mesele yaptıklarının hiç biri benim meselem değil. Ama bir görüşün, bir duruşun, bir ifade edişin kin taşımasından, hesaplaşma mantığı gütmesinden rahatsız olurum. Medyanın bana sunduğu Osman Baydemir'i hep böyle bilmiştim. Etnik siyaset yapan iki yandaki bazıları gibi sanmıştım. Fena halde yanıldığımı gördüm. Süzülmüş bulgurları tencereye katıp kavurmaya, salçayla ve diğer sebzelerle sarmaş dolaş yapmaya devam ederken, empati denen duygunun bir söz olmaktan çıkarılıp içi duyguyla, düşünceyle, samimiyetle doldurulduğunda ortaya çıkanın: Yiğit Bulut'un oturumda, ''Bugün söyledikleriniz dağda sıkılmış onbinlerce mermiden daha etkili.'' sözcüklerinde anlamını bulan şahane gücünü gördüm. Buna gelecek adına sevindim.

Bu sevincime biraz Urfa'dan pul biber, bir miktar Adana karabiberi, çok az da köfte baharı katarak, kaynamış suyumdan dört bardağı iki et tablet ilave edip erittikten sonra tencereye döküp, yarım bardak kadar daha su ilavesiyle hepsini güzelce karıştırdım. Sonra, tencerenin kapağını kapattım. Suyunu çekip de yağın cızırtısı duyana kadar bekledim. Cızırtılar başladıktan sonra en kısığa alıp bir süre daha beklemenin ardından, altını kapatıp bir süre dinlenmeye bıraktım pilavı.

Dinlenmekte olan çok renkli pilavı büyük bir keyifle izlerken keşke ahçılar kurnazlıklarını, ince hesaplarını bir kenara bırakıp yemeklere samimiyetlerini, içtenliklerini, duygularını, insan olma özelliklerini katsalar da sofrada oturanlar: Şarkıların ortak dillinde, yanmamış yüreklerle, ellerindekini, dillerindekilerini pay etseydiler ötekileri ötekileştirmeden diye hayıflandım.

Birilerini etnik milliyetçilik yapıyor diye suçlayanlar, bas bas bağıranlar, birilerini eleştirenler: Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki Bulgar ve Yunan vatandaşı Türkler'in varolan-bu kelimenin altını çiziyorum-adları değiştirilmeye, Türkçe eğitimlerine son verilmeye başlandığında, çok haklı olarak karşı durmamışlar mıydı? Durmamış mıydık?

Neden herkes bu ülkenin bir mozaik olduğunu söylerken o mozayığın parçalarını kendi görmek istediği gibi bir araya getiriyor diye düşünürken dalıp giderek on dakikayı tükettiğimi fark ettim. Tencereyi açıp, aromaları birbirlerine daha çok geçsin diye pilavı şöyle bir harmanlayıp tekrar kendi haline bıraktım.

Tabağıma koyduğum pilavın muhteşem kokusu tüm dünyaya yayılırken; kulağımda Nilüfer Akbal; Adapazarı'nın yoğurduna şehrimin suyunu katarak kıvamlı bir ayran yaptım. Alanos'un fırınından aldığım ekmeği, dört adet Tekirdağ köftesini de tost makinesinda ızgara edip pilavın yanına ekleyerek, afiyetle yedim.

Ben ülkemin kokularından oluşmuş kokusunu hep sevdim, seviyorum. Sevmeyenler neyi kaçırdıklarının farkında olurlar bir gün umarım...


Alanos, benim şehrimde, yaşadığım yerin değiştirilmeden önceki adıdır
.
Not:Muzicone'a bişeyler olduğu için elimdeki cd den kendi dilinden Nilüfer Akbal yükleyip dinletemedim. Bunun içinde üzgünüm:))

26 Şubat 2009 Perşembe

Reklamın Böylesi!..

Ellerim Bomboş...


Özgür Basın Kavgası...Mı? başlıklı yazımı, 'gazetemi arıyorum, yıllar önce kaybetmiştim'' diye bitirirken kastettiğim: Bir dönemki iç kavgalar yüzünden henüz yazarlarının bir kısmının oraya buraya dağılmadığı Cumhuriyet'ti.

Aramızdaki aidiyet duygusu ve henüz öğrenen bir çocuk olarak bana katkısı çok fazlaydı. Onu okumak bir onurken; farklı görüşlerdeki insanlarda yarattığı saygı ve güven, değerli ve önemliydi. Okurunu, başkalarının gözünde farklı bir konuma oturtmak, onları saygın kılmak gibi bir özelliği vardı. Okuduğumun gazete olduğunu hissediyordum.

Uzun yıllar okuru olmanın onurunu yaşadığım gazete ile yollarımın ayrılmasıyla ortaya çıkan taklitlerle avunma dönemlerinden beri yalnızım. Ele gazete kağıdı değmeden yaşanmıyor!

Bütün bunları bana hatırlatan, medya üzerine düşündürten, özlemlerimi körükleyen; yeni ve farklıyım iddiasıyla ortaya çıkan Haber/Türk'ün, çakal bir uyanıklıkla, hiç de etik olmayan bir tavırla diğer gazeteleri; adlarını başka anlamlar yükleyerek kullanıp, yasal başvurularda kendini haklılamak üzere kelime oyunlarıyla eleştirerek yaptığı reklamlar ...

Varolanların ahlakının da aslında ondan çok farklı olmadıklarını görünce, sabah kahvemin yanındaki gazete eksikliğime özlemim, ve bu konudaki umutsuzluğum artıyor.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Polis...


Bir gün, Mussano'nun msn iletisinde ''baba büyüksün'' cümlesini görünce, yine hayırlı ne yaptım ki diye düşünüp, biraz da keyiften şişinmiştim. Haluk Bilginer için yazdım onu, muhteşem oynamış Polis'te deyince; buradan yola çıkarak, film üzerine üç beş kelam daha edince, kendime çıkardığım paydan gardı düşmüş bir halde akıl defterime notu da düşmüştüm: Polis'e gidilecek...

Film nereden baktığınıza bağlı olarak değerlenecek ya da değerini yitirecek özelliklere sahip. Deneysellikle, uzun yıllarca hayal edilmiş bir tasarının ürünü olarak çekilmişliğin emek ve heyecan duyulmuş samimiyetini hissetirdi öncelikle bana...

Bir polis (Musa Rami) ekseninde; onun yaşamı, duyguları, korkuları, acıları, sığınmışlıkları üzerine bir karakter ortaya koyarken; tüm bunları, anlamsız gibi duran çarpıcı sahnelerle de destekliyor. Her bir sekansı özel "planlanmış'', üzerine çalışılmış ayrı ayrı küçük filmler  uygun sıralara yerleştirilerek büyük bir film yaratılmış gibi duran... benim de bu karmaşık ve anlaşılamazlık duygusu yaratan yanını sevdiğim filmin; sözleri, anlamı, okunuşundaki melodisi muhteşem olan Tekvir'in, yine muhteşem bir sesle okunuşuyla vurgulanan Haluk Bilginer'in cami önündeki, intikamdan ve acıdan kavrulmuş sığınmışlığı... ve yine Özgü Namal'la gittikleri gecede, Özgü Namal'ın şarkılarıyla beslenen duyguların yansıtılışı; hem oyunculuk, hem görsellik, hem de seçilen şarkılar adına muhteşemdi.

Ceza'nın harika şarkısıyla başlayan; müziğin, acının, sığınmanın, aşkın, öfkenin, korkunun, coşkunun, şefkatin içinde barındığı, özenli ve yeni bir şey denemenin cesaretini taşıyan farklı bir filmdi Polis...

Yönetmeninin ödül alırken söylediği söz, bu film için ortaya koyulan çabanın ve içtenliğin özetiydi. Ne demişti yönetmen: ''Derler ki; iyi bir yönetmen, odundan bile muhteşem oyuncular yaratır. Bu filmde, oyuncularım bir odundan yönetmen yarattılar.''

Evet, gerçekten büyük oyuncular ışığı gördükleri bir yönetmenin inandıkları filmine muhteşem bir katkı yapmışlardı. Filmi parlatan en önemli yan da belki bu inanmışlık ve samimiyetti. Sinema adına önemli bir katkı bu film benim için... Çünkü; yeni, güzel ve farklı bir dili var. Öneririm, derdiniz sinema ise!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP