3 Aralık 2008 Çarşamba

Bir Tabloyu Oluşturmak...

Burun kıvrılan, ''entel'' bakışlı yorumlarda ufalanan ''Esra Erol'la İzdivaç'' ve benzeri programlara göz atmayı, izlemeyi severim. Yaşamım boyunca, iş ziyaretleri için gittiğim yerlerin, özellikle küçük kasabaların sokak aralarında dolaşmayı, insanlara bakmayı, onlarla konuşmayı hep sevdim.

Hayatı öğrenmenin, fark etmenin, bilmenin, okunan onca kitabın, hayata dair bir çok teorinin kuramsal gerçeklikler olmaktan çıkarak bakışıma geniş açılar ve esneklikler sağlamasının yolunun oralardan geçtiğine inandım, inanırım. Bu yüzden, sözünü ettiğim programlardaki insan hallerini izlemek, tepkilere bakmak, insanların kararları ve tutumlarıyla ilgili tahminler yapmak hoşuma gider; ve çok şey öğrenirim.

Örneğin, yaşı atmışın üzerinde mutsuz geçtiğini söylediği evlilikten bir kızı olan, hali vakti oldukça yerinde, fiziği düzgün bir bey: İçinde hakikaten kayda değer insanların da olduğu yoğun bir taleple karşılaşınca ve içlerinden hiç birini seçmeyip, aramaya devam etmek istiyorum, deyince, seyircilerden tepki aldı. Bu beğenmezliği, parana mı güveniyorsun, şeklinde sözlerle eleştiren izleyicilere, özellikle kadınlara bakmak çok hoştu.

Oysa, beyefendi çok haklı olarak kendi yaşanmışlığından bakarak oluşturduğu bir tablosu olduğunu ve o tablodaki kişiyi aradığını söyledi. Bu cümleye hak verdim. Ama bunun için vaktin çoktan geçtiğini ve bir yaşamın ıskalanmış olduğunu da gördüm. Yaşamının gereken zamanlarında yeterli cesaretler gösterilemediğinden, özlemlerine ulaşabilmek konusunda boşa tüketilmiş bir hayattı beyefendininki.

Mutluluk, anların içinde gizli küçük tablolardan insanın kendi çabalarıyla görüp ortaya çıkardığı bir büyüklüktü oysa; beklediğinizde gelen bir şey değildi. Emek vererek, korkmaz bir cesaretle hayatın sokaklarında dolaşıp, kapıları tıklayıp girerek, bazen zorlayarak bulunan ve sürekli öğrenilerek tadı büyütülen bir şeydi; yaşamınızın hayallerini zorlamak konusunda cesur olmadığınızda, tıpkı o beyefendi gibi, hala bir tablonun peşinden koşmanın, onu aramanın lezzetiyle yetinmek zorunda kalıyordunuz.

Beyefendiye bakarken, zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalmış ''o neden en kadındı'' benim içini ifade eden cümlelerde, kendi yaşamıma bakışımı hatırladım. Ve zamanı eskimiş mektubun satır aralarında yaşama verilmiş emekleri, alınmış tadları gördüm. Ve kendimi, yaşamı, insanları sevmemin baş nedenlerinden biri gerektiğinde gözü kara olmayı bilen emeklerimse, diğeri ve daha önemlisi bende fazlasıyla emeği olan ve bu yaşamı benim için değerli kılan kadınlardı.

Bunun değerini hep bildim. Belki de çok şanslıydım. Ya da o şansı yaratmanın peşinden koşmayı bırakmadım ve bu koşuyu hep sevdim; bazen acemiliğin kırıp döken hallerinden geçerek de olsa...

Programı izlerken, kendini ifade etmekte zora düşen beyefendinin hallerine bakarken, bir ''mim'' yazısı oluşturdum kendi kafamda; sanki bana sorulmuş gibi. Zaten hepsi zamanı eskimiş mektupta olan duygularımın ve düşüncelerimin kişisel tarihime kaydedilmiş satırları arasından seçtiklerimi hem''onlar'', ama en çok da zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın için sonsuzluğa taşımak istedim.

Bu Bir Şükran Yazısıdır...

Ben seni hiç bir koşul barındırmayan bir sevgiyle sevmiştim. Birçok sevgiliden geçip gelmiş benim hayata tutkulu kalbim, seni bir kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçtiğin o kısacık sürede bir köşesine kaydetmişti. Sanma ki bir görüşte aşktı bu. Her sevgilide bir şey bulmuştum. Ama ben daha derin şeyler arıyordum.

Kiminin masum, çekingen, saklı sevişlerini. Kiminin, hayatın imbiğinden süzülmüş hesaplı bir üstünlükle, erotizmin doruklarında, pornografinin sınırlarını zorlayan ama hiç bir sorumluluk yüklemeyen sevişmelerini...

Kiminin bir konser salonunda bütün sıcaklığı ile omuzuma düşen baştaki içten, saf romantizmini...

Kiminin bir tatil yazının son akşamında, ayrı ayrı hayatlara yol alacak bir vedayla aşktan sırılsıklam kalbini avucuma bırakıp gidişini...

Kiminin, arkadaşlarla gidilen bir yemeğe inadına deri takımla gelerek ortaya koyduğu güç çatışmasını, başının dikliğini, teslim olmamak için bir gece boyunca kavga ederek, ama ağırlıkla öpüşerek şehrin dedikoducu gözlerle bakan sokaklarında yürüyüp evine gidişimizi; apartman kapısında vedaya hazırlanırken onunla uyumamı isteyişini, (o yaşta yüklenmek zorunda olduğum sorumluluklar yüzünden) gün ışısa da eve gitmem gerek dediğimde beni pay edemeyişini; hırstan, süt çocuğu sözcükleri eşliğinde her tarafımı cimdik cimdik ettikten sonra ben gecenin karanlığına doğru yürürken arkadan haykırışını; benim dönüp apartman kapısından girmemle, bütün zincirleri boşalmış bir teslimiyetle sarılıp öpüşmesini ve sabaha doğru içten bir anlayışla beni uyandırışını...

Kiminin, bir Bodrum akşamında Aziz'in barında tanışıp, sadece ikimizde öyle hayal ettik diye, sanki bir ömürdür berabermişiz tutkusuyla yaşanan bir günlük heyecandaki gerçekçiliğini...

Kiminin içten bir ihtiyaçla yalnızca adımı söyleyişindeki armoniyi...

Kiminin yağmurlu bir günde akşam yemeği yediğimiz tavernadan ayrılırken, garsonların çağırdığı ve az uzaklıktaki arabamıza kadar bizi götürecek taksicinin para istemesi sonucu, onların jesti olması gereken bu durum karşısında ben parayı ödemeye razıyken hışımla taksiden inip garsonun elindeki bütün bahşişi geri almasındaki sahiplenme duygusunu...

Kiminin bir hastane odasında kendi yalnızlığıyla baş başa bana sürpriz bir ziyaretle yatağımın yanına ilişip yanağıma dokunan elinin şefkatini...

Kiminin her şeyini sunarak bir türlü yaratamadığı duyguyu: Yalnızca çantasından çıkardığı bir Tadelleyle yaratabilen, bir kartpostalın arkasına yazdığı şiirle duygularımı göz ucuma yığabilen insan güzelliğini...

Kiminin hiç ummadığım bir yerde, hiç ummadığım bir fark edişle ruhumun boşalmadığını söyleyerek beni şaşırtmasını...

Kiminin bir kız arkadaşın doğum gününde, yalnızca o günkü liseli bir dans esnasında, bütün benliğimi sarmalayabilen kokusunu...

Kiminin; eski kentin binlerce kültürün aşktan, tutkudan, yürekten izler bıraktığı sokaklarında gezerken, harabe bir konağın duvarından bacaklarımızı ırmağa doğru sarkıtıp karşı dağlardaki efsane aşkın izlerine bakarak ,Fuzuli’nin sevgiliye kavuşmama felsefesi üzerine konuşmasını... Aynı kiminle oradan kalkıp, elimizde dondurmalarla yeniden kendimizi o daracık sokaklara atıp, o elindeki çantasını ben kendimi sağa sola avare avare sallayarak yürürken, kayalara oyulmuş tünelin üstüne çıkıp ağız tarafından bacaklarımızı sarkıtarak, altımızda uzanan rayların bizi uzaklara taşımasına sevdalı; evden izinsiz bir telaşla dondurmasını yiyen çocuk neşesinde ağzımıza yüzümüze bulaştıra bulaştıra, ''Sen Tereza’nı arıyorsun'' deyişini sevdim..

Beni sürekli şaşırtarak, ayakları yere basan, farkında, aradıkları güveni buldukça ortaya çıkan içten pervazsızlıklarını, en çokta hırçınlıklarını sevdim. Her birini ''Seni seviyorum'' demeden sevdim... Onlar da bunu anladılar... Ama sana söyledim. Çünkü sen, her birinde hissettiklerimin bileşkesiydin. ''Tereza'' sendin.

Ve şimdi; kapımı çalıp bodoslama içeri dalanı izliyorum... Hallerimi, hallerini seviyorum.

1 Aralık 2008 Pazartesi

İyi Alman... (The Good German)


İyi Alman; önemli bir politik süreci siyah beyaz klasik kara filmler tadında, sanki o filmlerin parodisiymişcesine teatral oyunculuklarla (başta Cate Blanchett ve George Clooney olmak üzere) anlatan, (bu çok başarılı yönlerinden biri filmin) dikkat isteyen, belki zaman zaman sıkan, anlamak için geri dönmenize neden olan bir film.

Aslında duygularını ifade etmekte pek sorun yaşamayan beni yorumlama konusunda iki arada bir derede bırakan; ''Seyretmezseniz bir şey kaybeder misiniz'' noktasında hayır; ''İzlerseniz bir şey kazanır mısınız'' noktasında da evet dedirten ender filmlerden biridir.

Bir yandan çok net bildiğimiz emperyalizmin paylaşım ve çıkar süreçlerindeki (savaş öncesi ve sonrası) hesaplarının siyasal anlamda nasıl basit ahlaksızlıklar içerdiğini, ülkelerin kendi siyasal ve ekonomik savaşlarının sıradan insanlara ekonomik ve ahlaksal anlamda nasıl bedeller ödettiğini sergilerken, toplumdaki yozlaşmaları ve mecburiyetleri de anlatan; ama bunu çok karaktere dağıtıp, ana karakterler ekseninden uzaklaşarak (ki kafamızı karıştıran da bu oluyor) yapan; bu yönüyle kendinden sanki biraz soğutan... Öykünün Cate Blanchett, George Clooney ayağından baktığımızda sımsıkı saran... Bizi eski siyah beyaz savaş filmlerinin sıcacık aşklarına götüren... Yarattığı atmosfer sinemasal anlamda çok güzel olan, matruşka düzeninde entrikalar içeren, Steven Soderbergh'in önce renkli çekip sonra siyah beyaza çevirdiği ilginç bir film.

Eğer sinema sizin için bir sanatsa; sinemaya dair (elbette sıradan olmayan) ne olursa olsun size bir şey kattığına inanıyorsanız; tüm bu olumsuzluk gibi gözüken sözlerime karşılık yine de zevkli, oyunculukları ve atmosferi güzel, kesinlikle klasik sinemanın siyah beyaz filmlerinin tadını veren bu iki uçlu ilginç ve hoş filmi izleyin derim. ( Çünkü ben; bütün bu karışıklıkları kafamda yaratmasından açıkcası çok da hoşlandım. Ve siyah saçlı Cate Blanchett 'e bayıldım)

Dünkü gibi parçalı soğuk, yağmur arası güneşli ve kasveti şen '' havalı bir pazar gününde'' niyet edip de üçüncü kez izleyemediğim bu filmi: Yapacak daha güzel bir işiniz yoksa ve fikrinizde evde sinema tadında bir film izlemek varsa, en yakınınızdaki dükkana gidip kiralayın derim.

Ama beğenmezseniz de sakın bana kızmayın.

29 Kasım 2008 Cumartesi

Yemekteydik! Yazının Promosyonu Kievski ve Eggs Florentine Tarifleri

Yani bu ara kısmetim açık mı desem ne desem, bilmiyorum. Dünün öğleden sonrasının akşama dönmeye başladığı saatlerinde, son günlerde susmak bilmeyen telefonum ''Gözün aydın misafirin var.'' tonunda çalmaya başladı. Sesin sahibiyle telefon üstü hoş beşten sonra akşam buluşup biraz kaynatalım tonuna bürünen konuşma hiçbir yere kımıldamaya gönlü olmayan ben tarafından ''Akşama gelin.'' şekline bürününce, zaten hazır kıta bekleyen karşının ''Tamam falancayla geliyoruz.'' yanıtıyla son buldu.

Başka bir şehirde mesleğini icra etmekte olan bu arkadaşla, mesleğinin gereği yaz tatillerini burada geçirdiğinden sıklıkla görüşürüz aslında. Bu sefer bayramı raporla birleştirip uzattığı için süreyi, mevsim normallerinin dışına çıkıp da gelivermiş.

Tek başına muhabbeti pek çekilmeyeceğinden, böyle anların can kurtaranı bir başka arkadaşımı ''Durum bu, hemen geliyorsun.'' diyerek aradım. Kısa bir ayak sürümeden sonra ''Lan keşke o gün öldürselerdi de ömür boyu sana hayır diyemeyecek adam halinde kalmasaydım.'' lafını da sokarak, ''Kulüp toplantım da vardı.'' serzenişini araya sıkıştırırken, aslında, gitmemek için bahaneye baktığı toplantıya gerekçeyi bulmuş olmanın keyfiyle ''Tamam gelirim bir şey lazım mı?'' diyerek telefonu kapattı.

Sonra düşünmeye başladım; ''Ne yemek yapsam?'' diye. Cephanelikteki mühimmata göz atarken menü de şekillenmeye başladı kafamda. Her ne kadar şikayetçi gibi gözüksem de aslında hoşuma gitmişti bu ziyaret. Mutfakta uğraşırken düşünmeyi seven bir yapım olduğu için oyuncağıyla buluşmuş çocuk kıvamına geliverdim hemen.

Hava soğuk olduğundan ofis olarak kullanılan bölümdeki klimayı açıp, odayı dört kişilik bir restoran kıvamına getirdim öncelikle. Sonra, akşam yemeğinin mühimmatını cephanelikten usul usul çıkarmaya başladım. Bir koşu gidip manavdan eksik listemde olan ıspanağı aldım.

Mutfak tezgahının üzerine kullanacağım tüm malzemeleri ayrı ayrı tabaklara koyup dizdim.

Düşündüğüm menüdeki yemekler bana göre yapımları kolay ve bir akşam yemeği, özelikle sohbetlerle uzayacak davetler için çok uygun.

Sohbetin derin olacağı belli akşam için içecek olarak kimsenin fazla da itiraz etmeyeceği votka ve birayı tercih ettim. Votkayı deep freeze atıp, yeterli miktarda bira olmadığını fark edince, zor anların kurtarıcısını arayıp ''Gelirken bira al, ama sakın abartıp da adamın dükkanını alıp gelme.'' diye ekledim.

Kısa bir süre sonra gelen biraları da dolaba atıp mutfağa daldım. Ön hazırlıkları zaten yaptığım mutfağa girmemle birlikte, beşli çetenin erken uyarı sistemi çalışmaya başladı. Genelde diğerleri olur olmaz her şeye havladıkları için bizim Bitsy havlayana kadar ben popomu kaldırmam. O havladı mı kesin yabancı bir madde sınır ihlali yapmıştır derim. Kapının önünde stop eden motor sesine çıkan kurtarıcım konukları içeri alırken, ben de mutfaktan seslenip karşılama törenine ön girişi yaptıktan sonra, mutfak kapısında da sarılıp öpüştüm.

Bu ana gelene kadarki süre içinde, genelde göğüs eti kullanılmasına rağmen daha yağlı ve yumuşak olduğu için tercih ettiğim tavuk butlarının kemiklerinden sıyrılmış ve hiç dağıtılmamış etlerini iyice döverek incelttim. İçe gelecek yüzeylerine kendi tercihim olarak toz karabiber yerine tane karabiberleri ve tuzu döktüm. Çekilmemiş karabiberleri içki tercihim votka ve bira olduğu için kullandım. Eğer roze şarap olsaydı daha az miktarda ve toz karabiber kullanırdım. Sonra, içlerine tereyağı parçacıkları ve dilim kaşar koyup uçları kapalı bohça şeklinde beklemeye bıraktım.

Eggs Florentine için önceden hafifçe haşlayıp sularını sıktığım ıspanakları, tereyağında ölümün eşiğine getirdiğim soğanlar ve yağı daha ısıtmaya başlamadan içine attığım bir iki dış sarımsakla buluşturdum. Karabiber, tuz ekleyip kavurmaya başladım. Bu esnada, bir kızartma kabında ısınmakta olan sıvı yağ kıvama geldiği için, iki uçlarını kapatarak bohça yaptığım etleri önce una, sonra yumurta sarısına, sonra etimekleri döverek elde ettiğim ''galeta'' ununa bulayıp kızgın yağın içinde sıklıkla çevirerek, klasik cümleyi hemen kurayım "altın sarısı bir renk" alana kadar kızartım.

Dışarıda, erik ağacının dibindeki masanın kenarında, soğuğa meydan okuyan bir başkaldırının fuşya çiçeği gecenin yakışıklı laciverdine uyurken usul usul; '' bir ışık vardı/ ben ona bakıyordum./ O ışık sallanıyor sanıyordum./ Oysa hemen anladım, Ki ben kımıldanıyordum./'' halindeyken, kavrulmakta olan ıspanaklar son aşamaya yaklaştığı için hindistan cevizi ilave ettim. Az miktarda!

Onun henüz altını kapatma aşamasına gelmeden Hollandez sosun yapımına başladım. Sıcak su dolu olan bir kabın içine bir başka kase oturtup -ocağı en kısık haline alıp- suya oturttuğum kabın içine yumurta sarılarını kırdım. Yumuşamış tereyağını usul usul ve sürekli çarparak ilave etmeye başladım. Tuzunu karabiberini atıp, yumurtalar iyice ısındıktan sonra -ki dikkat edilecek nokta pişmemesi gerekiyor- çırpmaya devam ederek limonun suyunu ilave ettim. Tüm bunları yaparken de, içine çılbırdaki gibi yumurtalar elde etmek için sirke damlatılmış kaynayan bir başka kaptaki suya yumurtaları dağıtmadan kırdım. Ve ayrıca, dört beş santim boyunda küçük parmak kalınlığında kesilmiş, tabak başına iki tane düşecek şekilde havuç haşladım.

Tüm bu işlemleri hiç biri diğerinden geri kalmayacak bir ritimle yaparken, aklım da sokak arası meyhanelerden birinde halka küpeliyi hayal ederken; dilimde ''Uzun bir gün varsa, ve de kısa bir gece../ Başladıktan sonra, bitme'den öncedir./ Kısa bir gün varsa, ve de uzun bir gece../ Bittikten sonra, başlama'dan öncedir./'' dizeleri, büyükçe tabaklara ikişer adet kievski koyup, yanlarına kavurduğum ıspanaklardan yerleştirdim. Ispanağın üzerine, suda içi rafadan kalacak şekilde pişmiş yumurtalardan birer tane, kenarına tavşan kulağı gibi duracak ikişer de havuç koyup üzerine bir iki kaşık hollandez sos döktükten sonra, zaman sorunu yüzünden kızartamadığım parmak patatesler yerine, mikrodalgada ısıtılmış tırtıklı cipsleri ayrı bir tabakta olmak üzere servis ettim.

Müzikçalara Vladamir Vysotsky'nin CD'sini koyup, shot kadehlerle donmak üzere kıvamda votkaları tek yudumda içip, ufacık lokmalar halinde ağıza atılan kievskileri çiğnerken, patlayan karabiberlerin acılığını birayla dindirip, bir sürü güzel şey konuştuğumuz, lise yıllarında gezdiğimiz sohbetin de dibine vurduk. Bet seslerimizin artık hayallerimizde kalmış marşlarını üzerine dondurma koyulmuş çıtır kadayıflarla tükettikten sonra, o küçük hallerimizden çıkıp koca adamlar olarak vedalaşıp; her birimiz, bugünümüze döndük damağımızdaki lezzetlerle.

Masayı olduğu gibi bırakıp bir şişe birayı kaparak odama çıktım. Karşı dağların uykuda ışıklarına bakarak; ''Önce büyük düşündüm./ Sonra büyük büyük yaşadım/ dizeleri dilimin ucunda, Sana söyleyince söyledim sanıyorum./ Söyleyince sana sanıyorum söyledim./ Söyledim sanıyorum söyleyince sana./ Sanıyorum söyledim sana söyleyince/'' şiiriyle uykuya daldım.

Dizeler, Özdemir Asaf'ın Kımıltı,Aşka Gerekli Üç Anlatım,Bir Şeyin Adı ve Dum adlı şiirlerindendir.

28 Kasım 2008 Cuma

Son 24 Saatten Notlar...



Kahvemin yanına kremalı pasta tadında bir övünç koydum kendi hesabımdan. Oysa, önceki gece bir muhasebe yapmıştım; ufak çapta daralmıştı içim. Bir göğsün sıcağına kafamı gömüp konuşmak istemiştim. ''Sen mi gelmiştin ki uykumun bir yerinde, sabahıma hiç bir iz kalmamış geceden...'' diyerek başlayan dünümde; cismi uzakta kendi yakında olanla iş arası mesajlaşırken net üzerinden, çalan telefonda en bi abilerden birinin Sinop'a gidiyorum gelir misinine, gelirim nerdesin deyip sizin bahçenin önündeki cepteyim yanıtını alınca; hızlı hareket et ey adam emrini verip kendime, önceki gün uzakta olanı bulutlarının üzerinde getirecekken, unutmuşluğunun özürünü sunan yağmurun olası zararlarından korunmak için gerekli önlemleri alıp; kırk yılda bir de olsa, şiddetli yağmurlarda su girmesinin olası olduğu kapı altlarına acil durum havlularını tıkıştırıp bir yandan üzerimi değiştirirken, bir yandan da terk edilecek alandaki son gözden geçirmelerimi yaptım.

Gideceğimi kardeşe telefonla haber edip yol kenarında bekleyen en abinin arabasına konuşlandım. Her zamanki gibi futboldan başlayıp siyasetten devam eden sohbetlerle yol alırken; balığın her türünün bollaşıp, yağlanmaya başladığı şu evredeki uğrak yerlerimizden biri olan; incecik kıyılmış soğan, yine incecik kıyılmış maydanoz, pul biber ve kekikle harmanlanmış hamsileri ızgarada pişirip rakının yanına sunan; masalarını denize doğru uzanmış sundurmanın altına kurmuş Gümenez balıkçı barınağındaki salaş lokantalara bu kez uzaktan el sallayarak, her o yöne gidişte en azından selamlaşmak için molaladığımız benzinlikte ikram edilen sucuklu kaşarlı tostlarımıza üçer tane çayı ekliyerek yaptığımız dinlenmenin ardından; istasyonun ve Gerzenin sahibi abiyle vedalaşıp yeniden koyulduk yola.

Yapılmakta olan yenisi yüzünden yok olacak en manzaralı yollardan birinde son gidiş gelişlerimizi yapıyor olmanın keyfini çıkara çıkara, artık yeni yolun manzaralarına bakarız tesellilerine sığındık geçmişin izleri üzerinden.

Sinop'taki işler halledilip, abinin eski dostlarından birinin ziyaretinde, onun akşama kalın rakı balık yapalım teklifini de iterek elimizle, kararmakta olan günün ışıklarına eşlik eden yağmurun sileceklerdeki izlerine bakarak, eski filmlerin kadın karakterlerinden yola çıkıp kadınlardan, müzikten, sokaktan bir sürü güzel anıyı Mark Knopfler'in sesiyle pay ederek, derin gezinmeler yaptık ayak izlerimizde...

Yağmur, fırtına, soğuk ve mükemmel bir bugün... Kendimi balıkçı kasabalarında yaşıyan yalnız adam keyfinde hissediyorum kalktığım saatten beri... Ve çok enterasan; içeriler sıcacıkken dışarısı soğuk, müthiş evcimen bir hâl ve sığınılacak yuva duygusu yaratıyor bu bende...

Köpeği beslemiş, onunla yürümüş, yağmurdan korunmak için kapşonumu çekmiş, rüzgarın darmadağın ettiği sebzelerden bir iki kabak kopartmış, kargoya gidecek koliyi arabaya yüklemiş kardeşi yollamış, tüm sabah işlerini hallettikten sonra ekmek dilimlerini tabağa yerleştirip, üzerlerinde hafifçe zeytinyağı gezdirip incecik dilimlenmiş sucukları dizip, üzerine koyulmuş kaşar dilimlerini biraz kekik biraz kırmızı biberle tatlandırdıktan sonra mikrodalgada bir dakika 20 saniye tutup hımmm tadında yemiş, elinde kahve kokusu enfes bir yeşile bakarken; güzel havalara fışkırmış çiçeklerle güllerin renklerini kafamın renkleriyle katmerliyorum.

Yağan karın arkasından sulanmış soğuk tadındaki hava: -Müziğini dinlerken usul usul, elinde kahve kokusu, bazı işleri yarının erkeninden itibaren halletmeye erteleyip keyif arası iş yap diyor bana.

Dinlesem mi acaba?

26 Kasım 2008 Çarşamba

Kafam Bir Hoş Karışık; Dolayısıyla Ortaya Karışık ...



Dün sabah arayıp akşam üstü bana geleceğini söyleyen arkadaşım; güneşin dağların arkasına çekilmeye başladığı, günün ruhları dürtükleyen en güzel saatine, elinde ev yapımı bir şarapla geldi. Güzel havanın rüzgarı okşarken yanaklarımızı, sonbahara usul usul teslim erik ağacının altındaki yalnız masada, geçmişten bugüne bir sürü güzel anı katık ettik yanına...

Siyasetin kenarından geçerken, ismini bile zikretmeyi zül saydığımız kendini solcu sanan zatın son popülist tavrı üzerinden; minicik çocuklarken başladığımız siyasal mücadelelerin tüm aşamalarını, partinin dününden başlayıp bugünlere gelişindeki süreci, dağınıklığı, ihmalleri... Halktan kopuk seçkinci ve klişelere yaslanmış, hiç bir yeni önerme taşımayan, çabasız, emeksiz, kavgasız, coşkusuz, katılımcılıktan uzak sığ yönetim anlayışını falan konuştuk.

İnsanların dillerine, dinlerine, etnik kimliklerine, inançları doğrultusunda giyimlerine, düşünsel anlamda özgürlüklerine saygı duyan insanlar olarak, zaten bu partinin geçmişinde ve kimliğinde var olan halkçı ve ötekileştirmeyen tavrı dangalakça bir sürü tutum ve söylemle yok etmiş birinin, paçalardan dökülecek kadar seviyesiz ve zeka yoksunu bir kurnazlıkla, samimiyetsizce ortaya koyduğu son çıkışına da gülerken; aslında, bir sol ya da sosyal demokrat partinin önceliğinin sistemden daha az pay alan, hem siyasal hem de sosyal anlamda yaşamın kenarına sürüklenen, ötekileştirilmiş kesimlerin ellerinden tutmak olduğunu görmeyip, seçim zamanlarının şark kurnazlığında hatırlayan efendiye her ne kadar değinmemeye çalışsak da; hiç üslubumuz ve tarzımız olmadığı halde içinde kırmızı noktalı sözcüklerde bulunan selamlar göndermekten alıkoyamadık kendimizi.

Sonra bunları bir kenara bırakarak, şarap üzerinden konuşmayı sürdürdük. Eski zamanlarda hiç tadına bakmadığı, bakma gereği bile duymadığı şarap konusunda sevmeme ve içmeme hükmünü vermişti bu arkadaşım. Bir gün; ergen yılların sonunda yaşta üç iyi arkadaş, şehrimizde yeni açılan bir otelin (Yafeya) önünden geçiyorken lokantasının cazibesine kapılıp, biraz da merak ettiğimizden yeni mekanı; ufak tefek bir şeyler atıştırıp bir şeyler de içmek için bir masaya konuşlanmıştık. Ben ve diğer arkadaşın ısrarlarıyla da şarap içmeye karar vermiştik. O akşam, onun hayatının en önemli devrimlerinden biri gerçekleşmiş oldu bu sayede, tanışınca sevmişti şarabı.

O yaz Londra'ya dil kursuna gittiğinde takdiri ilahi işte, içki ithalatı yapıp marketlere pazarlayan bir şirkette yönetici olan bir kadının evinde kalmıştı. Dönüşünde; Yeni Zelenda'dan, Arjantin'den, Avusturya'dan, İtalya'dan, Fransa'dan başta olmak üzere, farklı ülkelerden bir sürü şarap getirmişti bana. Ve çok kısa bir sürede onların tümünü tüketerek bu konudaki eğitimimize önemli bir katkı yapmıştık hep birlikte.

Dün yaşamımızın içinde dolaşırken, aşkın en güzel içkisinin şarap olduğunda hem fikir olup, onun aynı zamanda derinlere dalınan anların, gözden geçirmelerin, hesaplaşmaların, afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinin yoldaşı olduğuna karar verdik; rakıyı ve birayı daha farklı konseptlere yerleştirip haklarını teslim ederek tabii ki!

O gittikten sonra, kadehimi doldurup ortalığı toparlarken ve bu esnada ufak yudumlarla da içerken son kalanları, bir an o kadehin içinde neler görülebileceğini düşünmeye başladım. Üzüm bağlarının çok olduğu dede köyünde küçükken katıldığım ve zevkle izlediğim pestil için yapılan bağ bozumlarından yola çıkarak şöyle bir tablo resmettim:

Şarabı oluşturan üzümlerin yetiştiği bağları, o bağlarda üzüm toplayan mutlu insanları, bağ bozumlarının her zaman genç ortamında birbirine sevdalı ama söyleyemeyen, yine de farkında genç kızlar ve genç erkeklerin üzümleri çiğnerken aslında birbirlerine sesi duyulmayan ama tene değen sevdalarını haykırışlarını duydum. Sonra sevilenle ateş gibi bir sevişmeye doğru yol alırken, hani insanın içini sınırda bir arzu kaplar ya ürperir; mahrem şeylerin sessiz ve titrek tonunda bir fısıltı kaplar ortalığı, ateş basar tenleri, elini uzatır eline dokunulur, sımsıcak güven dolu bir teslimiyet içindedir.

Güzeldir...

Düşünülmesi gereken ve düşünülmekte olunan başka bir durumdan çıkmak için...

24 Kasım 2008 Pazartesi

Nefes... (Breath)


Az izleyicili bir seansda, ışıkların bir kısmının sönüp filmin jeneriğinin akmaya başlamısıyla film üzerine düşünmeye başlamam bir olmuştu. Rus ekolünden bir ritmle akan filmde karşılaşacağımın, düşük bir tempo ve o ekole öykünen bir yönetim tarzıyla sanatsal kaygıların ağır bastığı bir sinema diline sahip, yoğun dikkat harcamam gereken bir seyir olacağıydı...

Bir an, soyut bir tablonun önünde imgelerden somut sonuçlar çıkaran, daha doğrusu bu kurgu ve mantık üzerine kadının iç dünyası merkezli ilişkiler, toplumsal ahlakın ve gelenekselin bakışı ve baskısını sorgulayan, daha önce izlediğim Duvara Karşı, Tutku Oyunları, Sadakatsiz, Madison Köprüsü gibi filmlerin ufak ayrıcalıklar gösteren ''nüanslarla'' işlediğinin Korecesiyle karşı karşıya olduğumu fark ettim. Benzer nitelikteki duyguların, uzakdoğu tiyatro sanatının mimiklere ve jestlere dayalı üç gün üç gece süren oyunlarına gönderme yapan bir anlatımla sunumu olduğunu hissettim.

Dışa vuramadığı duygularının baskısında, evlilik ve ahlakın hapsinde bir kadın... Kendine mübah, ötekine kıskanç, yasakçı ve ahlak dışı bakan geleneksel bir koca... Temiz, saf bir mahkumdan türetilmiş bir aşık... Hapishanede, ilişkiyi gözetleyen, bazen röntgenci bazen ahlakçı bir çevreyi simgeleyen gardiyan ve hapishane müdürü(sanırım)... Gerçek aşk ile bastırılmışlıktan kurtuluş için yaratılmış kısasa kısas bir ilişki hayali arasındaki simgeselliği anlatan, kadının heykeltraş olarak resmedilmesi; filmin dayanağını oluşturan ve anafikrine katkı yapan temel taşlardı.

Finaldeki dönüş ve gerçek aşkın gözü dönmüş kıskançlığını ortaya koyan son sahneyle birlikte, bahsettiğim, kendimce öyle algıladığım ilişki biçimlerinin toplamında filmi koyduğum nokta şu olmuştu: Evet, daha önce izlemediğim bir yönetmenden; tutku, aşk, aile, çevre, bastırılmışlık, dışarı baskısı ve ahlaka teslim edilmiş bir özgürlük üzerine kendi usulüyle sözler söyleyen bir film. En çok neresini sevdim? Finaldeki ''Her Yerde Kar Var''ın Korecesini. Çünkü o şarkının, küçük bir çocuk romantizmiyle dinlediğim ve resmettiğim, Adamo'nun sesinden çıkan sözleri ve melodileri, hayatım boyunca, her kar yağdığında kulaklarımda çınlayıp içimde kıpırtılar hissettirdiği için.

Filmi bir kez daha izler miyim?

Belki bir kış günü dışarıda kar ve soğuk varken veya bugünkü gibi soğuk, rüzgarlı, yağmurlu bir kalabalıkta, ıssızlık sunan çıtırtılı odunların sıcağında perdeleri sonuna kadar açıp o özgür ve beyaz dünyaya bakarken, içeride onu daha da parlak yapacak ağır hüzünlü bişeyler dönsün ve iki kişilik sıcak şaraba duyguları meze yapsın diye...

Kadın mahkuma aşık mı? Belki de bu filmden akılda kalacak ve yanıtı aranacak sorulardan biri bu. Bence aşık değil, acıma duygusu üzerinden bir kader paylaşımı olabilir.

Bana göre yönetmenin vurgulamak istediği de, evlilik sorunlarının bir kadında yarattığı içsel öfkelerin, içinde çocuk olan konformist bir düzenden vazgeçemeyişin, dışa vurumu... Aşkın tanımını da yönetmenimiz; bence, öyküyü anlatmakta kullandığı sıradışı yolun bir sonucu olarak, bunun cinsiyetlere bağlı bir şey olmadığını vurgulamak adına olağanın dışı bir kimlikte simgeliyor . Aşk, yürek ve savaşmak ister, ve cesaret diyor, belki de film... Ve kocaman vazgeçişler...

Sinemanın renklerini, uslup farklılıklarını ve ilişkiler üzerine filmleri seviyorsanız; bu filmi kesin izleyin derim. Yoksa sıkıntılı gelebilir.

23 Kasım 2008 Pazar

Tazelik Kokusu Alıyorum...

Hangi yolculuğa çıktıysan, bırakıp sıcaklığını yatağa; hüznün örttü uykuda kalanı...

Dün akşam müzik setinin karşısına kurulmuş, bir kadeh rakıyı almış, kanapede hafifçe kaykılıp hoparlörleri kulak hizama getirip dışarıyla bütün bağımı kesmiş, Latin cazla başlayıp, Türkçe rock özellikle Özge Fışkın'la devam edip kadın sesli latin şarkılarla final yaparken, tabağa çevrilmiş kahvemin içinde şunlar vardı ...

Camın önüne kurulmuş masa, masada mum, pencere önünde uçuşan kar tanecikleri, sarı ve turkuaz tabaklar, karın beyazında aydınlanmış sessiz bir bahçe, bahçedeki beyazın üzerine konan sığırcıklar, yanan odunların çıtırtısı, şarap, müzik, odada uçuşan sessiz kelimeler, ele dokunmuş el, yanağa kondurulmuş şefkat, yanan mangal, kucağa anlatan bir kafa, dışardan gelen lezzetli koku,

O,

Çıplak omuzlar, mutfağa gitmiş bedenler, odaya dönmüş bedenler, çatal bıçak sesleri, parlayan kadehler, ufacık öpüşler, karşı sandalyeye uzatılmış bacak, dışarı dönmüş bir yüz, uzatılmış bacağın üzerinde uzanmış bacaklar, göğüse yaslanmış sırt, kulağa fısıldanan konuşmalar, şarabın insanı çözen dozu, uçuşan duygular, saçlara dokunan bir el, lapa lapa yağan kar, taşkın ruhlar, kocaman öpüşler, sıcacık kapiçino, bol çikolatalı pasta, müzik, gece, ben, fotoğrafları çeken zaman. Tazelik kokusu...

Kendi fincanımda çıkanlara kendim bir anlam yükleyemeyeceğim için; hayırdır inşallah deyip, sabah ola hayrolanın çözümleyici tazeliğine bırakarak sorularımı; sıcak ve rüzgarlı gecenin yatağına attım kendimi...

Rüzgarın oraya buraya savurdukları yüzünden kapısı aralık kalan uykunun dünün bugüne döndüğü saatlerinde, farketmediğimi sanan ve usulca yatağıma giren düş

Uzun ve zorlu bir yoldu ama geldim ben. Sen uyuyordun, dudağının kenarında ufak bir tebessüm vardı; muhtemelen içinde bulunduğun düşlerden. Uyandırmak istemedim, usulca sokulup yanına uzanıverdim. Biraz uyudum biraz seni seyrettim, ve sonra sen uyanmadan dudağının kenarındaki o tebessüme bir öpücük kondurup geldiğim gibi usulca gidiverdim. İyi bir gün geçirmen dileğiyle kocaman bir günaydın sana,

notunu bırakıp gittiğini sansa da, kocaman kollarımla onu sarmalıyıp yol yorgunu saçlarının kokusuna masallar anlatıp, uyuttuğumu fark edemedi...

Dışarıda enfes bir yağmur var, düşü güzel uykusuna ve yatağın sıcağına bırakıp poğaçalar almaya gidiyorum.

Ve sanki yeşertiliyorum;)



Başlangıçta kalın harflerle yazılı cümle: Cevat Onursal'ın ''Yolcu''adlı şiirindendir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP