19 Kasım 2008 Çarşamba

Bir Çocuğun Yaşamına Dokunmak İsterseniz Ona Bu Kitabı Alın: PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI

Çoğu zaman okuduğum karakterlerin hangisinin kim olduğunu anlamakta, isimleri aklımda tutmakta zorluk çekerim. Bazen geri döner, çoğu zaman da kitabın oldukça ilerlemiş yerlerinde ancak kim kimdiri anlayabilir hale gelirim. Bütün okuma serüvenimde kitaplardan aklımda kalanlar genel olarak olaylar, davranış biçimleri ve o davranış biçimlerinin ruh halleridir. Yani bir durum okuyucusu olduğumu söyleyebilirim.

Ve okuduğum onca kitaptan, an'lar ve olaylar dışında aklımda kalan bir iki karakter adından ötesi değildir .

Belki oturup düşünsem ve bunları bir kenara yazsam, yine de toplamda onu geçmeyecek adlık bir listem olur. Ama aklıma ve yüreğime kazınmış bir karakter vardır ki; yaşamım boyunca hiç unutmadığım ve unutmayacağım Erno Nemeçek'tir o...

Belki de, kendi statüsüne bir artısı olmayacağı için herkeslerin uzak durduğu, sosyal anlamda ilişki ya da iletişim kurmadığı, bakmadığı, yaklaşmadığı ırak tutulanlara yakın durmayı seven anarşist ruhumun oluşumunda, bu kitabın fazlasıyla etkisi vardır.

Macar yazar Ferenc Molnar tarafından yazılan kitap: İki farklı çocuk grubundan Pal Sokağı'nda yaşayan ''yoksul'' çocuklar ile statü anlamında daha üst, seçkin, ''daha iyi ailelerin'' çocukları arasındaki çatışmaları anlatır. Her birimizin çocukken yaşamış olduğu, özellikle erkek çocukların klasik mahalle savaşlarından bir örnek gibi gözükse de oldukça derindir roman...

Bir oyun alanına sahip çıkmak üzerine verilen mücadelenin içinde; iyilik, dostluk, güzellik, ihanet, liderlik, ekip olma temalarını çok gerçekçi ve sürükleyici bir biçimde işleyen kitap, son derece yalın ve samimi bir dille çocuk dünyasını da anlatır. Tüm kusursuz anlatımın yanı sıra kenetlenmek, paylaşmak, bütünleşmekle parçalanmanın farklı sonuçlarını ortaya koyarken, bir amaç uğruna gerektiğinde kendini feda etmenin erdemini de serer göz önüne ...

Bir çocuğa, söz konusu hallerin tüm duygularının okunması ve fark edilmesini sağlamanın yanı sıra okuma alışkanlığı kazandıracak, kelimenin tam anlamıyla gaz verecek, ruhunu ve duygularını şekillendirebilecek, seçkin ve çok iyi bir başlangıç kitabıdır Pal Sokağı Çocukları...

Çevremde ya da hayatın başka alanlarında gördüğüm çocuklara kendimi bildiğim günden beri zevkle satın aldığım; bir çoğunu elinden tutup bir kitapçıdan ilk kez içeri sokmama neden olan bu kitabın, onlarda nasıl bir alışkanlık yarattığını uzun yıllardır gözleyen biri olarak, bu kitabın bir çocuğa verilebilecek en iyi hediyelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Aklınızın not defterinde bulunsun!

18 Kasım 2008 Salı

Das Boat... (Denizaltı)...


''Onlarla olmak insana yaşlı hissetirir kendini; sanki çocukların savaşı!''...


Kırmızlı kadının dokunaklı sesi eşliğinde, ikinci dünya savaşının sonlarında bir yığın kayıp vermiş Alman ordusunun bir ''u-botunda'' yolculuğa başlıyorsunuz. Belki ilk kez bir film de, öfkesiz bir anlatım ve farklı bir bakış açısıyla yukardakilerin anlamsız hayalleri sonucu savaşa sürüklenmiş, görev ve ülke aşkının ötesinde idealleri olmayan ''insanlar'' görüyorsunuz...

Yorumsuzca, hiç taraf olmadan, yalın insan manzaraları sunuyor film size. İzlediğiniz bir sürü soykırım filminde hep kızdığınız Almanların; kör milliyetçiliğin konforlu salonlarında yaşayanlarının kendi insanlarına yaşattıklarını görüyorsunuz bu kez.

Savaşın herkese acı veren ve ne kadar anlamsız bir şey olduğunu politik kaygılar taşımadan, sadece insan odağından bakarak başka bir boyuttan anlatan; güzel oyunculukları, birbirinden farklı ruh hallerindeki farklı karakterleri, ve her bir karakterin farklı farklı ruh hallerindeki duygularını olağanüstü güzel yansıtan diyalogları ile çok iyi ve çok nitelikli bir film Das Boat...

Yaklaşık üç saat boyunca denizaltının içinde her anın heyecanını hissederek; bazen o klostrofobik ortamın boğucu, can sıkıntılı hallerinde nefessiz kalarak; bazen de, üzerinizdeki koca bir ağırlığın kalkmasının hafifliğiyle seyrediyorsunuz(!) filmi...

Asker olmanın disipliniyle avcıyken av, avken avcı olmanın bütün alt duygularını gözünüzün önüne seriyor film; ve insan olmanın... Belki biraz erkek bir film! Ama sinemaya film değilde ''sinema '' odaklı bakan herkesin izlemesi gereken de bir film... Muhteşemdir!

Ülkemizde pek bilinip hatırlanmayan, gözlerden ırak kalmış, Kusursuz Fırtına ile hatırlanacak Wolfgang Petersen'in bir anı roman uyarlaması olan bu destansı filminde: Bazen pikaba koyulmuş bir plağın kuytusuna sığınıp uzarken ötelere, bir anda bir sarsıntıyla uyanıverirsiniz, nefesinizi tutmuş bir halde...

Su yüzeyinde seyrederken koca denizde, nasıl bir yalnızlık olduğunu görürsünüz aslında o kalabalığın... Ve derinlikli insan manzaralarını... Ve aslında başkalarının savaşlarında ölenlerin, hep masum ''çocuklar'' olduğunu...

Sevdiğiniz eğer''sinemaysa'' mutlaka izleyin, izlemelisiniz! Muhteşem oyunculuklar görmek; enfes bir anlatımla müthiş bir sahicilik duygusu yaşamak için ...


Not:1981 yapımı bu film, satıcılar ya da kiralayanlar tarafından U-571 ile karıştırılabilir!..

16 Kasım 2008 Pazar

Sokaklar(ım)dayım ...


Bugün bi uyandım baktım saat 5 civarı...

Dün akşam üzeri ''Sen zamanı olmayan, zamansız bir yerindensin ömrümün; neyleyim ben'' le iki biralı, iki sigaralı sohbetten sonra bir sürü güzel düşüncenin yoldaşlığında eve dönerken; çok aşklı, çok genç, çok olgun, çok fırlama, çok anarşist ama en çok iyi kalpli, en çok da delikanlı yaşanmışlıklarımın güzergaha bıraktığı izlere baktım.

Ve hayatımda hep en güzel dediklerimin hakikaten en güzel olduklarını düşündüm. Benim için bu bundan güzel ayrımı yok diye kendime hava atarken; aslında, bazı en güzellerin bazı en güzellerden daha en güzel olduğunu gördüm .

Bazen aklımın beni dürtme hallerine rağmen ''şu anki'' sürecin güzelliğini sevdiğimi de delikanlı halim, en deli kanlı haliyle aklımın döşüne soktu.

Sohbetten kalanları ve yol boyu düşündüklerimi içeren bir yazı fikrindeyken sabahın erkeninde, erken deyip yatağın sıcağına gömüldüm.

Gece yağan yağmuru hissetmiştim. Yarı aralık uykumdan içeri girmiş, gördüğüm rüyalara fon olmuştu.

Yatağa döndüğümde, sıcaklığın yanına bir de hayal koydum. Hayallere masal tadında dalarak uykuya gidişin, sınırı geçiş anındaki lezzetini severim.

Bu kez oraya gelemedim, uyuyamadım ve yazmak için kalktım. Önce mektuplarıma bakayım dedim. Sonra camın önüne geçip, ellerim ceplerimde, doğanın tüm renklerini parlatmış ıslaklığa, taa uzaklardaki sabah ışıklarına bakmaya başladım; yazacak bir halim kalmadı, kalamadı. Çünkü postamda, rüzgara katılarak gönderilmiş bir öpücüğün haberi vardı.

Beni günün erkenine uyandıran: Öpücüğün, sevindirik bir koşuşturmayla elini aceleye tutturup vakitsizce yanağıma konmasıymış, onu anladım. Buna güldüm; soyut bir resmi somut yapan kalbimden.

Ellerimi cebime koyup uzaklara baktırırken, sokaklarımda dolaştıran tek bir kelimeydi aslında: ''Özledim''.

Benim için özle(n)mek: Tek tek de çok anlamlı olan ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de aslında dibinde olmaktır. Hatta içinde... Bunun tadını da severim.

Bugün, başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayacağım sanırım; yüzümde gülümseme, aklım dolu, yüreğim sıcak.

Elimde kahve kokusu, oralarda bir yerde bir kafede oturmuş seyrediyorum; soyut resimlere bakanın somut halini... Hatta; bir şeyler atıştırılan bir masada, gözlerim onun gözlerinden görüyor, kulaklarından duyuyorum belki her şeyi... Ellerim ellerinde ısınmış, kalbi bende atıyor.

Gün güzel...Vakit bol.

15 Kasım 2008 Cumartesi

Cumartesi Mırıltıları...



Pastırma yazı denen mevsimin, insanda bir sürü şey yapma isteği uyandıran cumartesi erkeninde, sessiz, yaprakların usulca dallarını terkedip ayak izlerine hışırtılı müzikler çaldırdığı sokaklardan yürüyürek ekmek almaya gidip dönüşü, bu kez deniz kıyısından değil de ana yol üzerinden yaparken, genel yapımızda var olan durumların bir filmde ya da kitapta açığa çıkarılıyor olmasına gocunan, kompleksli ve güvensiz yapımızla, tarihsel geçmişimizden algılarımıza yüklenmiş, asla öğrenmek ve sorgulamak adına eleştirel bakmaya yeltenmediğimiz bir tembellik sonucunda oluşmuş kulaktan dolma şişinmişliklerin avuntusuyla eksikliklerimizi ya da arızalarımızı göze sokanlara ve bizden farklı bir düşünceye sahip diye, doğru şeyler de yapıyor olsa tümüyle sildiğimiz insanlara karşı ortaya çıkan refleks tepkilerimiz, hatta linç girişimlerimiz üzerine düşündüm.

Dün tv'de haberleri izlerken; ismi kendinden menkul şahsiyetlerin, yazdıkları popüler kültür ürünü her biri diğerinin benzeri kitaplarla nasıl uzman karakterler olarak lanse edilip tu kaka olanı yerle bir etmek adına en iyi bilen olarak, o anki popüler karşı duruşun kalabalıklarına yandaş bir referansla parlatılışları geldi aklıma... Güldüm. Can Dündar'ı daha da sahiplenmek istedim.

İlkokul bir ya da ikinci sınıfta izlediğimiz siyah beyaz filmde tarlada karga kovalayan Mustafa ve korkuluklar gözümün önünde; kenarda mahallelerin utangaç, sessiz ve güvensiz çocuklarını başa kakmayan bir samiyetle yaşamın bilmedikleri alanlarında usul usul dolaştıran, onların duygu dünyalarına yeni farkındalıkları anne sıcağı bir okşayışla yükleyen ilkokul öğretmenime tebessüm ettim. Yanaklarından öptüm.

Sonra, Çocuk Esirgeme Kurumu ya da benzeri yerlere kendimi bildiğim günden beri yakın durduğum için farkında olduğum, çabalarını gördüğüm, oralara yakınlığımın tam tersi kadar uzak olduğum bir ideolojiye sahip iktidardaki partinin en çalışkan bakanlarından Nimet Çubukçu'ya yapılan haksız eleştirilere üzüldüm.

Belki de ilk kez bir bakan sistemin tıkanıklarını, şefkatten uzak halini değiştirmek, aşmak için bu kadar çaba ortaya koydu, koyuyor. Onca iyi şey yapmışken takdir edilmeyen, kimselerin aklına gelmeyen birinin; son iki olayla yerden yere vurulmaya çalışılıyor olmasına, spesifik olayları odak alıp aslını sorgulamadan herşey haline getiren bakış açılarına öfkelendim.

O kurumların kapısından bir kez girmemiş, 'ay şekerim yüreğim elvermiyor'cu ama statücü, ötekine sevgisiz, sosyal sorumluğu belirli derneklere üye olarak sayılara dayalı kalabalıklar oluşturup bas bas bağırmak sanan tu kakacı, egosantirik, kartvizitçi insan kitlelerine : "Narin popoloranızı hiç değilse yılda bir kez sokak aralarındaki hayatlara bakmak, okula gönderilmeyen, erken yaşlarda kocaman adamlara satılan kız çocuklarını hırpalayan ailelerin elinden alıp hiç beğenmediğiniz bakanın kurumlarından içeri sokmak için kaldırsanız; beğenmediğiniz o kurumlardaki çocukları aralıklı da olsa ziyaret ederek ruhlarına dokunurken, sürekli varlığınızla da görevini yapmayan personel üzerinde sahiplenmenizin yaratacağı 'mahalle baskısıyla' oralara çekidüzen verilmesine katkı yapabileceğinizi düşünseniz!" demek istedim.

Bütün bunları kendi kendimle konuşa konuşa eve geldim. Alt kat kapısını açmamla bizim Bitsy'nin yemek vaktinin geldiğini anlayıp, bir sürü yalakalık yaparak kulübesine koşusuna bakarken; sekiz yavru doğurup, oraya buraya verilen yavrularından sonra iki taneyle kalan komşu fadik in yuvasına bakıp ona da bir şeyler yedirdikten sonra, o an aklıma gelen bir yazı fikrine ben bile güldüm...

Hava hala enfes... Bahçede güneşe yüzümü, zeytin ağacına sırtımı dayamış gökyüzüne bakıp, elimde kahve kokusu, kulağımda keyifli bir müzik, dudaklarımda mırıltı bir şeyler atıştırıyorken; keşke şu çarşaf denizin kıyısına ''onla'' iki sandalye bi masa atıp, birlikte yürüyüp aldığımız poğaçaları martılarla pay ederken, bol dumanlı, bol kahve kokulu, bi suskunluk, bi bazı duyguların rafa kalkmışlığının biriktirdiği gevezelikler etseydikin hayalini kurdum.

Güneş bugüne çok anlam yüklüyor, günlerden cumartesi ve daha akşama vakit var.

14 Kasım 2008 Cuma

Evde Sinema Keyfi İçin Bir Öneri;)... CLOSER (Daha Yaklaş)



Oynadığı dönemde farklı düşüncelere yol açan, çok tartışılan, daha sonra da değişik sinema sitelerinde farklı algılamalarla üzerine yapılmış bir çok yorumla karşılaştığım bu filmle ilgili yazmak istediklerime, düşüncelerine çok değer verdiğim bir arkadaşımın kitap uyarlamaları üzerine bir konuşmasından alıntılarla başlamak geldi içimden: ''Kitaplar insanların hayal gücü ya da imgelem dünyasının zenginliği ile örülür. Doğal olarak görsellik hayal gücünü hapsedecektir. Bir kitabın, öznel hayal gücüne dayalı olarak farklı algılara açıldığı düşünüldüğünde'' diye devam eden yorumunun benim kullanmak istediğim en vurucu cümlesi ''Sonuçta düşünebildiğimiz ölçülerde algılarız'' dır.

Buradan bakarak, filmi bazılarının iddia ettikleri gibi toplumların değer yargılarıyla oynadığı görüşü yerine şu yönden okumayı denesek; filmi aynı oranda ahlakçı bir bakışla kötüler miydik acaba?

Bu filmin tüm derdinin aslında insanın iç dünyasının duygusal derinlik ve dalgalanmalarıyla o dünyanın karmaşık karar mekanizmalarını ortaya koyup, modern yaşamlardan cinsel dışavurumları tüm alt duygularından bakarak göz önüne sererken; aşk, sevgi, tutku, terkediliş, yalnızlık gibi bir ilişkinin tüm süreçlerini ve bireyin içine düştüğü anaforları taraf olmadan anlatmak olduğunu görüp, bütün bu kaotik durumlardan yola çıkarak insanlara: Post Modern yaşamın aşk, sevgi kavramlarını yeniden gözden geçirmesi noktasında ufuklar açan; sanki, bir ahlaksızlık önermesi gibi değil de, modern dünyanın göze soktuğu pırıltılı yaşamların günü birlik ilişkilerinin bütün açmazlarını ortaya koyan bir ahlak sorgulaması olarak bakıp, hakettiği değeri veremez miyiz?

Sadece Jude Law' ın Natalie Portman'a, Julia Roberts'la birlikte olduğunu ve kendisini terk etmek istediğini söylediği sahnede aşık olduğunu gerekçe göstererek, çaresizliğine ve dolayısıyla kendini haklılar savunusuna Natalie Portman'ın: ''Her zaman bir an vardır. Bunu yapabilirim. Buna teslim olabilirim. Ya da direnebilirim. O anı yaşadığını biliyorum; başka şansın vardı'' dediği sahne bile başlı başına ilişkiye karşı sorumluluğun gereğini işaret etmez mi?

Closer: İnsan üzerine derin analizler yapan, üstelik bunu çok iyi yapan, düşündürten, okunan bir kitap tadında, müzikleri çok güzel, tüm ortaya koyduğu davranışları ince bir mizahla da eleştiren, ilişkiler üzerine çok güzel bir filmdir. Lütfen filmin marjinal yaşamlar önerdiği önyargısından uzakta, aksine o tercihlerin sonuçlarını ve ruhlarda yarattığı tahribatları ortaya sererek doğru olanı öneren bir film olduğu algısıyla izleyin ve keyfini çıkarın...

Çünkü: Herhangi bir akşamda kanepeye çekilmiş dizlerin sarmaş dolaş hallerinde, yanında keyfe keder içecekler ve çerezlerle izlenip, filmden yola çıkarak ilişkiler, aşk, tutku, insan üzerine çokca da sohbet edilebilecek, çok iyi bir filmdir. Bence...

İyi eğlenceler;)

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP