23 Ekim 2008 Perşembe

Zamanı Eskimiş Bir Mektubun Satır Aralarından...


Elbette o da bazen güzel kadınlara bakıyordu. Ve bunu çok samimiyetle yazıyordu. Uzunca bir bakmazlığın ardından ilk defa, büyükçe bir markette o akşam için yiyecek bir şeyler ararken bir kadın, ''onu'' ilk gördüğü gündeki fark edişle gözüne takıldı.

Yüzünde hüzünle tatlanmış çocuk masumiyetinde parlak iki göz; duruşunda kendine güvenin yanına kaygılar da almış alabildiğine asil bir tavır; üzerinde yalnızca dünyada bir kişinin üzerinde o kadar güzel duracak siyah ve onun markası olabilecek saçları olan birisiydi.

Ve algısı o kadar kısa bir anda analizi yapabilmiş notu vermişti.

Sonra birisine duyduğu kızgınlık onu, ''onu'' görmezden getiren ve kasada karşılaştırmak istemeyen bir öfkeyle ve hızlı adımlarla dışarı attı .

Bu fark edişle kalbine bir sızı yerleşti. Kalbine sızı yerleşen bu adamı anladı. Anılarını onunla pay etti.

Ve çok özledi. Ve üzüldü.

Ve o kadının ördüğü duvarların bazen yıkılamayacak kadar yüksek olduğunu bildiği için cesaret edemedi. Doğabilecek öfkenin o anki düşünüşünü başka yerlere taşıyıp duygularını tahrip etmesine izin vermek istemedi.

Anılarıyla beraber, onunla ıslanmak varken yalnız arabaya yürüdü; bin tane hayalle birlikte...

Üstelik de günlerden Cumartesiydi...


Beş evvel zaman önce...

22 Ekim 2008 Çarşamba

Altyazı...




Aşk sıradan bir suç değildir!..

Breaking and Entering (Hırsız)

21 Ekim 2008 Salı

Zamanın Ötesinden Berisinden Rastgelesinden Romanımsı Bir Gün: Sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün; neyleyim ben.


Konuşurken bir şişe şarabı götürmüştük. İkinciyle birlikte birer bonfile sipariş verdik. Artık kadehler yitip giden arkadaş hayatları içindi. Onların yarım kalan hayatlarını, hayallerinde bile olmamış bir mekânda, hiç tatmadıkları, bilmedikleri yiyeceklerle, şarapla kutsuyorduk sanki...

Ne olursa olsun insan bencil diye düşündük, doğasında var bu deyip; Ayn Rand üzerinden "ben" ve "bencillik" üzerine bol esprili, kahkahalı sözler ederken, aynı anda aynı seslerle tekila içmeye karar verdik.

Bara çıkıp, oradaki orkestranın çaldığı yeni nesil için sadece şarkı, bizim için küf kokulu izbelerin diken üstü karanlıklarında dizlerine yatılmış bir ''devrimci'' romantizm anı olan Bella Ciao'ya tekilalarla eşlik ederek, son dönem izlediğimiz Amerikan kökenli bazı siyasi filmlerin bize nasıl sığ geldiğinden ve birbirlerine benzerliklerinden şikayet ettik. Bizim eleştiriyi kendi birikimimizden, pratiğimizden, dünyanın o anki halinden ve çok okuyor olmanın çok bilmişlik gazından bakarak yaptığımızı, genç insanlar için bütün bunların yeni hikâyeler olduğunu falan konuştuk. Bu ukalalığımız üzerine gülüştük. Sonra, hadi okulun bahçesine gidelim ortak kararını veren iki "anarşist" restorana inip, paltolarımızı ve kalan şarabı alarak, hesabı ödeyip çıktık .

Gecenin o vaktinde onlarca eylem konuşması yaptığımız lisenin kantin pencerelerinden içeri baktık. Bahçede yürüdük. İlk kez jandarmanın okul bahçesine girdiği, bizim onları "jandarma biz sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana" diye başlayan marşla durduracağımızı sandığımız gün kafamıza gelen dipçiklerin, nasıl hayatın gerçeği olarak bizi silkelediğini, Fransa’da Miterrand’ın bir sosyalist olarak iktidara gelmesi üzerine kendi fraksiyonlarımızla biraz da Behice Boran'ın bize çok romantik gelen; sanki romanlar içinden fışkırmış karakterler gibi duruşuna ve hikâyesine duyduğumuz sempati dolayısıyla onun düşüncelerine yakın sözcüklerle yaptığımız tartışmalarda nasıl papaz olduğumuzu; İran’da Humeyni’nin solcular desteğinde yaptığı devrime nasıl destek veren eylemler yaptığımızı, bir büyük mitingde onların devrimi lehine sloganlar attığımızı, o mitingde liderleri olarak üzerinde anlaştığımız sloganlardan gruplarımızın vazgeçip bildiklerini söylemeleri üzerine ikimizin birbirimizi nasıl yediğimizi; devrimci abilerin bilgisiz iki yüzlülüklerini, cahil ideolojilerini falan konuştuk. Bol bol güldük bu çelişkilere...

Bütün bunları konuşurken, yıkılıp yerine basket sahası yapılan havacılık odasının olduğu yerdeki betona oturup, kalan şişe şarabı; afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde gelip geçen polislerden sakınmak için saklandığımız duvar arkalarında içilen Derdalan'lar gibi, aynı şişeden içtik. Alkolden ısınmış vücutlarımız yıldızlı ayazın soğuğunu hissetmeye başlayana kadar oturduk orada...

Gitmeye karar verdiğimizde direksiyona ben geçim dedim. O, olası bir alkol kontrolünde takılmasın diye yaptım sandı. Oysa, yolda giderken başını sola çevirip kafalığa yaslanmış gözleriyle bana baksın istedim.

Gecenin ıssızında kayalara çarpıp sıçrayan dalgaların arabanın üzerinden aşarken camlarında çıkardığı sesle içerdeki müziğe eşlik ettikleri bir yerde arabayı durdurup bu kez, ben de kafamı kafalığa yaslayıp, ona döndüm. Bir yarım kalmışlığın duygularıyla, olgun bi yaşta ama o militan kızın izlerini taşıyan, kariyerinin sade şıklığındaki, yeşil gözlü, yumuşak tenli hafif çıkık elmacık yanakların, balık etinden biraz ince vücudun, yumuşacık bi sarılıkta ipeksi saçların güzel yüzüne baktım. Sarhoşluğun sınırındaki başım ahlaksızlaştı bir an... Bin sahne yazdı beynim, utanmadım.

Sahil boyunca; yağmaya başlayan yağmurun sokak lambalarıyla, asfaltla, sileceklerle haşır neşir haline hissettiklerimizle eşlik ederek, seslerin sessizliğinde evlerinin önüne geldik. Apartmanın otoparkına çektiğim arabada kaloriferin sıcağından ve gevşemişlikten sıyrılmadan oturduk bir süre daha... Sonra, yanağına bir veda öpücüğü için uzandım. Sarhoşluktan mı yoksa onun bahanesiyle mi bilmiyorum, tutturamadım. Tutturduğum yerde ne kadar kaldık bilemedim. Ama o ıslak sıcaklık muhteşemdi.

Masumdu...


...zamanın ötesinden berisinden bir saatte gecenin ilk şişesiyle devam edecek. Zamansızca yani;)



Resim:Madeliene Abling

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP