18 Ekim 2008 Cumartesi

Kabızlığa Bulunmuş Tesadüfi Bir Çare... Zuzu gülmüş...Bu çok şey bugün için:))


Aslında bugün dün akşam yediğim çok keyifli bir yemeği yazacaktım. Fotoğraflarını çekmiş herşeyi hazır etmiştim; ama iki gündür beklediğim bir sonuç vardı. Onun merakı özellikle zuzu'nun neler çektiğini tahmin edebiliyor olmam sebebiyle tüm önceliğim ondan gelecek haberdi. Bu yüzden hiç bir şekilde konsantrasyon sağlayamadığımdan, bu gelenekselleşmiş bir hal alan cuma akşamları üzerine yazıyı erteliyorum.

Çünkü dün sabahtan öğlene kadarki işler ve pc başından uzak kalmam nedeniyle haberdar olamadığım durumdan şu an itibariyle bilgi sahibi olmuş bulunmaktayım.

Zihniyetleri sanal olan insanların kelimeleri de sanal olduğundan çok anlamlandıramadıkları bu alemde, kelimelerine bakarak ruhlarına dokunabildiğiniz, değerlerini kavrayabilip vücutlandırabildiğiniz insanlar vardır. Efsa benim için bunlardan biri. İçtenliği, kendine duyduğu güven, içinden yok olmamış çocuk heyecanları ve genç kız tazeliğindeki (zaten genç kız) coşkuları onun kim olduğunu bana söyledi ve benim bir kardeşim daha oldu. Önceki gün, yazısında minik kızının kabızlık problemiyle ilgili duygularını yazmıştı. Çocuğun çektiği ızdıraba çare olamamanın ne demek olduğunu bilirim. Benim için o günün sorunu buydu...

Öncelikle neye yaradığını bilmediğim, sonucu itibariyle aslında pazarlanmasındaki temel vurgu çok daha farklı olan bir pekmezin bu anlamdaki işlevselliğini tam da Arşimet'inkine benzeyen bir durumda keşfetme olayımı anlatayım:(tamamıyla tesadüf)

Canım sıkıldığında buzdolabına başvurmayı severim. Bir gün, ne yapsam hallerinde buzdolabı raflarında gezinirken, elim en son kararla süte gitti. Sonra, şekerlimi içsem falan diye karasız bir haldeyken, dolap rafında harnup pekmezi gördüm. Halam bize geldiği zamanlarda normal eşyalarının yanında kondisyon bisikleti başta olmak üzere seyyar aktar dükkanı halindeki bir valiz daha getirir.

Hala dediysem benim yaşım konusunda tahminler yaparak gözünüzde yaşlı, dökülmüş bir kadın canlandırmayın! Çoğu zaman ''hala zahmet edip de bir şey giymeseydin'' dediğimiz etek boylarında, dekoltelerde giyinen; genelde, (kadın)arkadaşların bayılıyorum böyle kadınlara dediği türden bir hatun kişidir kendisi. Kullandığı malzemelerle bu gençlik halinin ilişkisi olduğu noktasında tereddütleri olan biri olarak, zaten siyaset konusunda yeteri kadar kapıştığımızdan bir de, ben onun bu güzelliğinin ve gençliğinin aktarlardan değilde ruhundan ve kendinden olduğuna inancımı vurgulayıp giriş bölümünü noktalıyayım.

Daha önce gazete köşelerindeki reklam sütunlarından tanıdığım pekmezi dolapta görünce, çocuklarda kan olsun diye sütlerine ilave ettiğimiz pekmezlerden yola çıkarak, birde tatlı bir şey istediğinden canım, iki tatlı kaşığı atıverdim sütümün dibine... Daha bardağı bitirip içeri geçmemle tuvalete zor attım kendimi... Sonra, herhalde süt bozuktu falan diye düşündüm, üzerinde durmadım. Sonra bir başka gün; yeni aldığım süte de attığımda, daha sonra emin olmak için suya karıştırarak denediğimde durum yine aynıydı.

O gün itibariyle bu pekmezle ilişkim sonlandı kendi adıma; normal bir insan olarak.

Sonra, bir gün bir arkadaşımla arabayla şehir dışı bir yere giderken, eşiyle yaptığı telefon konuşmasının bu taraftan giden cümlelerinden ortada bir kabızlık sorunu olduğunu anladım ve başımdan geçen bu olayı anlattım. Emin olmadığımı, sütün bozukluğuna yorduğumu falan söyledim. Sen yine da alırken aktara sor ama dedim. Şehre döner dönmez daha evlerimize gitmeden hemen bir aktardan alındı harnup pekmezi... Ama tembihledim de, ''sakın tuvalete uzak bir yerde içme,'' diye...

Ertesi gün konuştuğumuzda, sonucun olumlu olduğunu öğrendim. Hatta, konu üzerine bir sürü geyik yaptık etkiye bakınca,'' lan adamlar pazarlamanın bir gereği olarak içine müsil ilacı falan atıyor olmasınlar; bu kadar kısa sürede bu kadar büyük bir sonuç! '' benzeri bir sürü şey konuşup güldük.

Önceki gün sakla bilgiyi gelir zamanı hallerden biriyle karşılaşınca, efsaya bu durumların bir kısmını anlatarak denemesini, dozu da ufaklığa göre ayarlamasını önerdim. Sonuç olumluymuş.

Yani yemek yazısı olacakken yemeğin sonucu üzerine bir yazı olması bilgilenmenin yararları da gözetildiğinde daha da hayırlı oldu sanırım. Bu yazıyı okuyup, bu hain dertten muzdaripken kurtulacak insanların hayır duaları da beni cennete götürmeye yeter. Gerçi tarihi açık bi kaç bilet daha vardı elimde... Ama kendimle birlikte cennete götürmek istediğim, daha doğrusu bensiz de olsa cennete gitmesini istediğim insan sayısındaki artışı da gözettiğimde, fazla bilet göz çıkarmaz diyorum. Aslında isteyen herkes gitsin; bana Zuzu'nun yüzündeki tebessüm ve kavuştuğu huzur; dolayısıyla annesininkiler fazlasıyla yeter.

Ve harnup pekmezi kullanacakları uyarıyorum! İçmeden önce tuvaletin boş olup olmadığını kontrol edin ve mümkün olduğunca yakın bir yerde için... Benim herhangi bir sorunum olmadığından sanmıştım bu durumu... Sorunu olanlarda da hız aynıymış efendim. Uyarmadı demeyin.

16 Ekim 2008 Perşembe

Aklımın Gitmeleri


Öğleden sonra bisiklete binip alışveriş merkezinde clark çekim, bir sevgilim neyim olur hayalleri kuran ben; sahilde esen rüzgarın ve'' usul usul yağacağım bak ayağını denk al,'' diyen yağmurun yüzünden denize düşüp yılana sarıldım. Bisikletimin yönünü rüzgarın tersine, arkadaşlarımın dükkanına doğru çevirdim.

Arkamdan esen rüzgarın şişirdiği yelkenlerle, fazlada güç harcamadan, hayallerimi yanıma alıp tek kulağımda müzik, öteki kulağımda kulağıma küpe ettiklerim, yok yok denizin sesi; düşlerimle sohbetler ede ede oraya doğru pedal bastım. İki neskafe bir sodalı sohbetlerin yanına ufak tefek kayıntılar yakıştırdık en lezzetlisinden.

Sonra, hava kararmaya yüz tutarken, zaten giyinip kuşanıp makyajımı yaparak çıktığım için evden; oğlanın yazın burada bıraktığı parfümünden birazcık havaya sıkıp, havada yakalayıp parfümü kulaklarımın arkasına, boynuma, enseme sürmüştüm; neye yarayacaksa! Clark atacak adama bu snob tavır yakışır diye ama! Yoksa menim özüm sadedir.

Ve çok sevdiğim bir balıkçıda, camın kenarından eski binalı sokağa bakan masaya oturdum. İçinde beyaz peynir, kaşar peyniri, tulum peyniri olan bir tabak; sonra bir patlıcan salatası - şöyle şakşukaya da yakın bir karışımlı ama- sonra, közlenmiş bütün bütün kırmızı biberlerin bol sarmısaklı süzme yoğurtla karıştırılmış hallisinden ısmarladım. Sonra, börülceye yakın incelikte ve küçüklükte fasulyelerden yapılmış bir zeytin yağlı söyledim. Ve bol yeşillikli, bol soğanlı bir salata (süperdi), turşu kavurması, mısır ekmeği standart zaten ve küçük bir tepsi sebzeli somon buğulama sipariş verdim. Vedeeee Efe'nin yeşil üzümlü rakısından...

Şahane bir kahve, yanında bir sigara ve minicik kadehte bir nane likörüyle de final yaptım.

Elbetteki tüm bunları bugün yapmadım. Yaptığım bir günden buraya taşıdım. Kafamı biraz siyasetin içine döndürdüğümde ortalıktaki karmaşaya, Çetin Altan'ın yazısının son paragrafındaki; Okullarda 'vatana layık olma' ilkesinin yerini, 'mesleğine layık olma' ilkesi alabilmiş olsaydı, cümlesine takıldım. Düşündüm.

Başbakanın konuşması gerekirken, İçişleri Bakanı ortalıklarda zaten yokken; konuşmak zorunda kalan askerlerin haklı mı haksız mı olduğuna karar veremiyor olmanın sıkıntısını yaşadım. Etik olarak doğru bulmadığımı; sorumluluklarını başkalarına havale edip, olası risklerden kaçanlar yüzünden konuşana bakıp, kendimi inkar ederek, kendimle çarpışmak zorunda kalıyor olmama üzüldüm. Yine o klişe laf geldi aklımın başköşesine: ''Filler tepişir çimenler ezilir.''

Zaten kapalı da olan hava yüzünden içim açılsın diye; önce ufak notlar halinde oraya buraya yazıp bıraktıklarımda dolaştım biraz... Bir yukarı yazdığımda nefes aldım, bir de yağan yağmurun hayrından sanırım; uzun bir bir mektubun son paragrafında...

''Neyse ki bloglar var'' dedim ve kendimi oralardaki duyguların kucağına teslim ettim.

Elimde kahve kokusu Efsa'ya bakıyorum; minik kızının minik sorununa çözüm önerirken yüzümde tebessümler açıyor. Sonra Vili'nin ''Son'' adlı şiirini blogrollda görünce içim cız ediyor. Bunun bir veda olduğunu hissediyorum. Bugünü Yaşama Arzu'su nun yazısı ''Paradoks''üzerine kendimden bakarak düşünüyorum, tebessümler ederek.

Sonra yazılarını okuyup, düşünüp, kelimeleriyle oynaştığım Beenmaya'nın ellerinde ısıtıyorum ellerimi.

Ve bu günden en büyük sevincim şu olacaktır: Efsa'dan gelen mesajda ki "Sorun çözüldü tamamdır." cümlesi... İnşallah yarabbim!

Onun güzel kızının yüzündeki tebessüm, benim tebessümüm olacak...

Bu ne değerlidir, bilir misiniz?

15 Ekim 2008 Çarşamba

Öfkem Büyük...


Ünlü ''enkırmenin'' yüzündeki şefkatin kurmacalığına bakınca düşündüm ki; hepimiz sahteyiz... Vicdanlarımıza veremediğimiz hesapları sahte sevgilerin arkasına yaslıyoruz....

Yine dün akşam haberlerinde ''enkırmenin'' yüzündeki mizansen şefkate bakınca, bir anlığına geçmişe gidiyorum. Küçük bir çocukken memlekete her yolculukta arabanın bagajına yıl boyu biriktirip yüklediğimiz gazeteleri hatırlıyorum; yol denmeyecek yollarda ev denmeyecek evlerden çıkmış, gazete diye bağıran insanlara atmak için...

Babannemden çok olağan hikayelermiş gibi dinlediğimiz anılardan ''kardeşlerim at sırtında kuşanıp giderlerdi, döndüklerinde göz çanakları kan kırmızı olurdu; tüm bunların vicdan azabından öldüler '' dediği cümleyi ayıklıyorum. ''Mezarlara silahlar gömmüşlerdi, bir gecede ortalık kan gölüne döndü'' dediği cümleyi de bir kenara koyuyorum. Sonra; ''bir gün baktık ki dağ taş bombalanıyor, emir verilmişki falan yerden öte taş taş üstünde kalmasın. Yanımıza ne bulduksa aldık, yola düştük'' dediğini de...

O güzergahı, köy sıcağı toprakta bağlara bahçelere bakarak yürüdüğüm yolu, kırmızı dut ağacıyla ufuk çizgisine kadarki yamaçları düşlüyorum.

Şimdi bu cümleyi ve düşümü alıp ötekilerin yanına koyuyorum.

Yıllar sonra sokak adlarının, adres tariflerinde adı geçen yerlerin nereden geldiğini buluyorum. Bunu babannenin ''komşular olarak falancayı filancayı saklamıştık'' dediği cümlelerle bağlıyorum. Dedemin köy girişinde o neşeli haliyle başka dillerden selamlaşmalarını, o farklı farklı oldukları söylenen ama benim bir farklarını göremediğim insanları da, o insanların dedemler öldüklerinde onların adlarını alıp kendi adları yapacak kadar sevdiklerini de gözümün önüne getiriyorum.

Sonra kendini solda sanan, her fırsatta orduya sırtını yaslayıp ahkam kesen, kendi beceremediğini orduya havale edip oradan medet uman siyasetçiye bakıyorum.

Yıllarca bu ülkedeki yoksulluğu, yoksunluğu, feodal düzeni, sömürüyü görmeyip oturduğu kaptan köşkünden siyaset yapmayı yeterli gören... her ferdin elini sıkmaya, derdine çare olmaya, o düzeni yıkmaya niyetliymiş de, siyasetine yüklediği kimliğin gereklerini yerine getiriyormuş da engellenmişmiş hallerinin sahteliğine sığınmış tembelliğine, ben merkezciliğine, burnunun ucunu görmez kibirine gülüyorum.

Medyanın köşelerini işgal etmiş jön ötesi havalarla yazan- çizen takımının, sermayenin onlara sağladığı lüks hayatlarla satın aldığı kalemlerine teslim edilmiş ''aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık'' hallerine bakıyorum ve gülüyorum.

Her olayda ortaya çıkan, o anlar dışında ortalarda olmayan uzmanlara bakıyorum. Lig maçlarını yorumlayan hakem eskileri gibi ahkam kesen, popülaritenin hem ekonomik hem de sosyal olanaklarına satılmış asker eskilerine bakıyorum. Tüm bu uzmanlar çetesinin aynı yerde dönüp dolaşan, asla işin kaynağına dokunamayan ''Ben neymişim be'' halli cümlelerine bakıyorum, üzülüyorum; her rütbeden Memet için.

Karda kışta ahırlarda saklı kızları okula kaydetmek, bu yoksun hayattan kurtarmak, hayata tutundurmak için öğrenci arayan isimsiz öğretmenlere üzülüyorum. Her yer vatan toprağı ama orada bana daha çok ihtiyaç var deyip el tutan doktorlara üzülüyorum. Sadece reyting pastasının payına harcanmış ''Çiçek'' için değil, bütün adlar için üzülüyorum. Çünkü yalnızlıklarını ve öteki olma hallerini biliyorum.

Sokakta, işyerinde, arkadaş toplantılarında sorunu çok kolaylıkla çözebilen insanlara bakıyorum; gülüyorum .

Haykırmak istiyorum. Duvarları yıkmak, panzerlerin üzerine çıkıp insanlara tazyikli su sıkmak istiyorum öfkemden...

Ve Memetleri düşünüyorum her rütbeden...

Hayallerini, umutlarını düşünüyorum, annelerini, çocuklarını, eşlerini, herkesleri, herkeslerini düşünüyorum .


Ve soruyorum kendimce: Rahat koltuklarda ahkam kesen siyasetçiye, medya mensubuna, herkese...

O bölgede yıllardır aşiret düzenin arkasında saklanmış köleliği, yoksulluğu hiç gördünüz mü? Sadece duydunuz belki, belki baktınız ama görmediniz. İnsanlara baktığınızda oy gördünüz siz. O oyu almanın yolunu hepiniz bildiniz, aynı yolu tuttunuz. Ağayı, aşiret reisini okşayıp palazlandırdınızmı, içlerinden birini de aday listelerinize aldınızmı yetiyordu, ötekiler sadece oydu.

Bir tek gün aklınızdan geçti mi ya da oturduğunuz aşiret sofralarında düşündünüz mü
yoksulluğu? Düşünmediniz, düşünseniz bile sesinizi çıkaramadınız. Sizin derdiniz iktidarın kaymağındaydı. Bu yüzden ağalara, beylere kaymaklar yedirdiniz. Göz yumdunuz uyuşturucuya, kaçakcılığa, köleliğe, yoksulluğa, yoksunluğa.

Dağda kaybolmuş bir koyunun hesabı gibi parlak laflar ettiniz. Töreye kurban gitmiş bir kıza bakıp, ötekilerin elinden tuttunuz mu?.

Düşünüyorum gözümün önünden geçen karelere bakarak... Ve sormak istiyorum yakalarına yapışıp sarsarak.

Siz hergün televizyondan göz kaçıran bir saklanmışlıkla anne, baba, abla, kardeş, yavuklu, amca dayı olup diken üstü bir sessizlikte kulak kabartınız mı sessizliğe?

Siz hiç şehit olmuş arkadaşlarınızın cesetlerinin son haline bakıp, hiç bir insanın tahammül edemiyeceği hallerini öfkenize kazıdınız mı? Sizler yağmur altında on dakika ıslanmaya tahammülsüz insanlar, yirmi dakikalık mesafelere bile otomobillerle gidenler, otobüs duraklarında isyan edenler... O arazileri, göz mesafesi yerlerdeki uzaklıkları yaşadınız mı ? Hissettiniz mi? Siz şehir içlerinde koruma ordularıyla gezenler, bir tek gün korumasız bir yere gitmeye cesaret edebildiniz mi? Korkaksınız çünkü, elinizden gideceklerden korkunuza körsünüz, sağırsınız ve dilsizsiniz. Onlarsa, yani Memetler, kavganın ortasına canlarını koyuyorlar hem de hergün, hepimiz için...

Saygısızsınız, siz Aktütün basıldı yazabiliyorsunuz. Onlar Aktütün basılmasın diye göğüs göğüse çarpışıp canlarını veriyorlar. Hiç mi vicdanınız yok, onca özlediğini geride bırakıp kör karanlıklara sığınmış, paraya pula, hiç bir menfaate değil toprağına canını katmış Memede...

Her Aktütün basıldı cümlesinde onlar kadar kahroluyorum. Sıradan bir maçı kaybetmenin koymuşluğunu hazmedemeyip ortalığı birbirine katanları, bir futbol maçının her bir enstantanesi için yazılan methiyeleri, ayrılan sayfaları düşünüyorum. Televizyon ekranlarındaki dur döndür, şöyle bakalım diyen tonlarca adamı görüyorum. Ve Aktütün basıldı haberine bakıp; mevzide bekleyen, arazide uyuyan Memed'in yalnızlığına yanıyorum.

Siz o çatışmanın göbeğinden inen Memed'e mikrofon uzatacak kadar gözü dönmüşsünüz, o bir tek cümleyle özetliyor yüreğindeki öfkeyi... Onun arkadaşları ölmüş beyler! Siz sıcak uykularınızdayken o, kim bilir kaç uykusuz gecenin arkasında yaşadığı çarpışmanın göbeğinden geliyor. O kalesinde gol gören bir futbolcu ya da film yıldızı değil, onun yüreğinde kaç yalnız geceyi, kaç sırrı paylaştığı arkadaşının acısı var. Sizin hiç çarpışmanın göbeğinde yanınızdaki canınız öldü mü? Ateş altında içinizden taşmış öfke, intikam duygusu, acı, keder, gözlerinizden yaşlar akarken çarpıştınız mı?

Siz hep sustunuz güneşli günlerinizde, görmediniz.

Ne zaman bir olay oldu ekmeğinizin peşine düştünüz. Oradaki cesetlerin her biri, her çarpışma, her yoksulluk ekmeğiniz oldu sizin. Onları insan görmediniz. Onlar sizi reyting savaşlarında üst sıralara taşıyacak, kâr hanelerinizdeki rakamları şıkırdatacak ürünlerdi. Tıpkı Çiçek Kız gibi.

Siz hep boş konuştunuz, sorunun derinleri sizin sorununuz olmadı. Siz akşam haberlerinde hazırdaki algılara ne heyecanlar yaratarak ilgiyi çeker, daha çok reklam alır, rakibimin üstüne çıkarım hesapları yapan yaratılmış haberlerin peşinden koştunuz. Ya haber yarattınız, ya da haberin satar tarafına baktınız. O haberin içindeki insanlar zerre kadar derdiniz olmadı. Tıpkı siyasetçilerin yaptıkları gibi, tıpkı insanları köleleştirip, o nüfusları siyasi ve ekonomik nüfuzlarını büyütmekte kullanan ağalar, beyler, aşiret resileri gibi.

Eğer herkesin biraz derdi olsaydı ''insan'', biz hala babannemin köyündeki gibi bakıyor olurduk insanlara...

Suç hepimizin... Ben utanıyorum, umarım bir gün hepimiz utanırız.

Ve Ken Loach'ın güzel filmi ülke ve özgürlüğe yazdığım bir yorumun son cümlesinde saklı sanki herşey ''her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları 'iktidar'(!) olanlar tarafından tasviyesiyle biter''. Ne yazık ki, yıllardır belli çıkarların peşinden koşan güç odakları yüzünden masumlar tükeniyor.

Elbette herşey konuşulsun, söylensin. Ama orada hiç bir hesabın kitabın, çıkarın içinde olmadan canını ortaya koyanlara saygısızlık yapılmadan, samimiyetle, dürüstçe ve gerçekten sorunlara çözüm maksatlı. Birilerinin kendilerini parlatma, kendi çıkarları ve rövanşist hesapları üzerine değil. Orada binlerce Memet, anne, baba, kardeş, çocuk, yavuklu olduğunu bilerek...

Benim öfkem buna...

14 Ekim 2008 Salı

Yaşlanınca Büyümüyormuş İnsan, Yaşadıkça Büyüyormuş


Mutlu yıllarda, bir konser öncesi yemek için gittiğimiz lokantanın terasında, kapalı bölümün tam cam önüne oturmuştuk. Kapalı bölümde, camın hemen önünde bize komşu yaşlı bir çift dikkatimi çekmişti.

Adamın önünde bir kadeh rakı, peynir, salatalık, domatesten oluşan bir tabak, eşiyle sohbet ediyordu. Biz de onların en fazla yarısı yaşta bir çifttik.

Benim önümde de rakı ve aynı tabaktan vardı. Gün üzerine konuşarak usul usul içiyorduk...

Biz ana yemeklerimizi sipariş verdiğimizde, çapraz masamıza bizden daha genç bir çift geldi.

Onlar kalktığında, biz kahve içiyorduk. Biz hesabı ödeyip çıkarken, yaşlı çift hala rakıyla peynirin keyfinde, kimseyi görmez bir sohbetin derinlerindeydiler.

O gün, ilk gençlikte aynı masalardaki tüketimimi, hızımı, tüm o davranışların egolarımı şişirmekten başka bir şey olmadığını, bunun yanısıra da doğru olanı öğrenmeye ve hayatın tadını çıkarmaya yönelik bir öğreti olduğunu düşünmüştüm.

Gerçekten hayatın tadına vardıran şey, korkusuzca duyguların peşinden koşmaktı, fark etmekti.

Hissettiğini, arzuladığını yaşama gayretiydi. Onların ulaştığı noktaların iniş çıkışlarıyla yoğruluyordu insan.

İyi yerde yemek yemenin, sevgili peşinde koşmanın, iyi giyinmenin, iyi arabaya binmenin temel duygusu: İşlevsellikten, derin tadlar almaktan ziyade egoydu; büyürken gözlediğin yaşamlardan kafanda yer etmiş öykünmelerdi. Bu kötü bir şey de değildi ama!

Önemli olan o davranışlardaki hissedişleri farketmek, onlarla yüzleşmek, niyelerini öğrenmekti. İyi yerde iyi bir yemek, tensel bir beraberlik: Çok gençken, temelde bir statü (ego) üzerinden içsel bir coşku yaratırken, aynı zamanda ruhunuzun anı paylaşma ve paylaşılandan zevk alma bölümünü de doyuruyordu belki!.

Oysa yemek, sevişmek, yaşamak aslında daha başka şeylerdi!.

Sonra şunu öğreniyordu insan: Aslında, çok lüks mekanda içilen neyse, herhangi bir yere oturup üç beş parça yiyecekle ''berduşça'' içilen de aynı şeydi! Mesele "an"ın yarattığı ya da "an"a katılan duyguydu, dekor değil!..

Ölüm gerçeğini bilmek, ve her tanık olunan ölümde eksik kalmış, tüketilmiş anlar görmek, bilinç altını tetikliyordu.

Çok gençken, pervasız ve asıl güzel olanı farketmez bir hoyratlık vardı. Oysa, elinde olanın gidebileceğinin korkusu ne kadar güzel yapıyordu anları.

Anı yaşamak denen şey çok ama çok emek isteyen bir iştir; dillere pelesenk olmuş anlamının ta ötelerinde bir manada hem de...

Görebilenler şanslı...

Ve eğitim şart uykuyla ilgili haller için; hayat okulunda.


Not: Buradaki gençlik, yaşlılık ve ölümle anlatılmak istenen salt yaş değildir!


Yazının başlığı: ''Uyku'' adlı yazının içinden bir cümledir. Uyku adlı yazı ''elimde kahve kokusu keyfini çıkardıklarım'' adlı bölümden gidilebilecek kadar yakın.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Münih...



Film ele aldığı konu ve onu işleyişi bakımından nerden baktığınıza bağlı olarak (tam da Orhan babanın sende haklısın şarkısındaki gibi:) farklı analizler ve tartışmalar yapabileceğiniz derinlikte bir ''terörizm'' sorgulamasına olanak veriyor.

Ama sonuçta tüm tartışmalarınızın gelip dayandığı bir nokta var ki; o da, şiddet şiddeti doğurur tezini doğrularcasına, filmin sonundaki toplantıda ajanların dilinden dökülen ''her öldürdüğümüz Filistinlinin yerine altı yeni Filistinli çıkıyor'' sözlerinde gizli.

Film: Terörizmle mücadelenin aslında siyasal ve sosyal anlamda ne kadar zor, çaresiz ve uyguladığı yöntemler itibariyle tartışılabilir olduğunun özetidir.

Filme kuramsal anlamda ve taraf olmadan baktığınızda, tarihin en önemli eylemlerinden birini kendi haklılığına dayandırarak yapan bir grup (Filistinliler), ön yargılı bir operasyonla tarihin en büyük fiyaskolarından birini gerçekleştirerek gereksiz yere kan döken ve yaptığını meşru kabul eden büyük bir devlet(Almanya), diğer yanda yine kendi doğruları üzerinden kendi haklılığına dayandırarak bir tür fedailer mangası oluşturup illegal ve modern toplumun adalet kurallarının ötesinde bir biçimde insan avı yapan bir başka devlet(İsrail)...

Bunlardan hangisi niteliği açısından kuramsal anlamda terörizm tanımının dışındadır?

Film tam da bu durumları önümüze seriyor ve soruyor. Ve bizi düşündürtüyor... Ve film -her öldürdüğümüz Filistinlinin yerine altısı çıkıyor- gözlemini yapan, ama gözünü kırpmadan da adam öldürebilen eşi hamile ''kahramanımızla'' birlikte, bütün tarafların insan olma vasıflarının yaptıkları işle çelişen duygularını da bize yansıtmayı başarıyor.

Siyasal sorgulamalarınızı bir yana bırakıp, taraf olmadan sadece bir film gibi baktığınızda: Klasik, illegalde birbirini yok etme savaşları veren ajan temalı filmlerin, incelikli ve zeki tadını fazlasıyla veriyor.

Çok küçük yaşlardan beri Filistin İsrail sürecini özel bir ilgiyle izleyen biri olarak, konu üzerine çekilmiş tüm filmleri izledim. Belki de en tarafsız sayılabilecek(!) ve işlediği konu(terörizm) üzerine en çok düşündürten filmlerden biri Münih düşüncesindeyim...

İzlenmeden önce ya da izledikten sonra; özelde Münih olayı, genelde de Ortadoğunun bu sorunu üzerine bir şeyler okunursa, filmin değeri çok daha iyi anlaşılabilir.

Bütün bunlar beni ilgilendirmez ben film izlerim diyorsanız da izleyin. Çünkü, çok heyecanlı ve kaliteli aksiyonları olan bir görsellik abidesidir aynı zamanda, kendinizi 70 lere ışınlamış olursunuz...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP