11 Ağustos 2008 Pazartesi

Bir İskelenin Uzağında...


İki evvel zaman önce bi sabahın en bi sabahında, güzelinden bir kış güneşi sancılar çekerken güne... Yığın yığın özlem ve anı yağdıran  zifirinden bi gök altında, bi bankın senli kalabalığında -ama kalabalıktan uzak- sen kokulu, bol dumanlı, uzak bakışlı saçsız yolculukta; konuşmasız, neşesiz, en çok da sırdaşsız müebbet günlerin hakedilmiş avuntusu muydu, düş müydü zaman ?

Havası coşkulu renklere çalan düş gibi bir ruhsal odada, ödül hapsinde miydim ben, yıl kadar?

Bi tutulma anı mıydı, bi kalabalık müzik içinde bi gülen düş müydü, bi güzel kadın mıydı zamanın bedenini deşen?

Ve herşeyin dili olan ama dilsizlikler doluluğunda bi bira bardağından dilsizliği delip geçen gözler; kendini seyre dalan bakışları egemenliğine alan sessizlikte, huzurlu ama, ama lımıydı?..

Pencerelerine yağmur çizgileri çizilmiş yalnızlığı kalabalıklaştıran, kalabalık içindeki iki kişilik ezgilerin 'bu denklik ne hoş' bisleri miydi; bi su gözesine yüzünü daldıran, bi çöl susuzluğuna ruhuyla dokunan, bi yazılmamış şarkının kokuları gibi tene?

Bırakın, uzun uzun dinleyeyim bir periskop derinliğinde...

"Saçlarının kokusunda yelkenlerim şişmiş, saçlarının melteminde güzel iklimlere, mavinin en bi maviden daha mavi, havanın en bi derin olduğu bi deniz ortasında, bi selvi altında, en bi memleketten türkülerin söylendiği bi bilinmez, ama düşde bilinir limana gideyim." dedim... ve özledim!


Not: Resim;Zerrin Tekindor'un -Gözümü Açarsam Günaha Gireriz-adlı akrilik çalışmasıdır.

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği...



Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği benim enlerimden başta gelenidir. Bir ideolojinin ortodoks tavrına; sorgulayan, eleştirel ve anarşist aklımın başkaldırdığı bir ilk gençlik döneminde, karakter özelliklerimin ruh ikiziydi sanki romanın kahramanı... İlk gençliğin öykünen tavrıyla bireyselleşen kimliğin başkaldırıları arasında çatışan ve gelişen bir ruhun yolunu ışıldatan bir kitap olmuştu benim için.

Ve Teraza: Geçmişte sevdiğim, gelecekte seveceğim hayatın iki önemli kadının resmedilmesiydi sanki. Juliette Binoche'yi bu filmle sevdim, onlara benzediği için...

İlk gençliğin meraklarıyla başlayan ve devam eden ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde, bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkın ayrıdına varma yolculuğundaki ruhuma, güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettiren, ilişkiler üzerine bir beslenme sürecinde sorularımı netleştiren bir kitap da olmuştur aynı zamanda.

Hem siyaset sorgulamaları, hem de ilişkiler odağında, ihraç edilmiş totaliter bir ideolojinin anaforları ile yalnızlık, aşk, tutku, cinsellik üzerine doğru yorumlar yapan çok hoş bir kitaptır. Ve bu kitaptan yapılmış filmi kaçırmam da olası değildi elbette. İlk izlediğimde, sonra defalarca izlediğimde hep sevdim filmi.

Ve Juliette Binoche: Kırılgan, seven, kıskanan, naif görünüşün ardındaki cinsel kimliğiyle inandıklarının arkasında güçlü ve savaşcı duran Teraza karakterinde müthişti... Olağanüstü güzel bir kitaptan olağanüstü bir film yapmıştı Philip Kaufman. Bana filmi her izlediğimde, kitabı ilk okuduğum ruh halinde hayran hayran bakmak düştü .

Felsefi çıkarımlarla dolu, bitmekte olan insani değerler üzerine incelikli bir düşünme, aşk üzerine bir felsefe, empoze edilmek istenene bir başkaldırı, cinsellik üzerine sorgulamaları olan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği: Hem kitap, hem de film olarak benim aşkımdır. Ötesi yok!

10 Ağustos 2008 Pazar

Buz Diyarı... Globalizmin dayattıklarının dondurucu gerçekleri...

Yazı sevme nedenlerimden bir tanesi belki de en önemlisi, odalardan dışarı atmasıdır beni. Bir diğeri de her ne kadar filmleri sinemada izlemeyi sevsem de yazın güzel ve yıldızlı gecelerinde kendi yeraltıma sığınıp; sinema salonlarından, dolayısıyla üzerine para yatırılıp kar beklentileri hedefine kurulmuş, satabilmesi için insan algısına yön verecek pazarlama unsurlarının, sinemanın klişelerinin sonuna kadar kullanılmasıyla ortaya çıkan (Hollywood) filmlerinin samimiyetine duyduğum şüpheden kurtulmuş olmaktır.

Yaz benim için yıldızlı gök altında ve yazlık sinema keyfinde, ağaçların hışırtısı ve ağustos böcekleri eşliğinde, bağımsız ve farklı filmler izlemektir. Ve Hollywood sinemasının yaratığı gerçekliklerden sıyrılıp, hayatın samimi gerçeklikleriyle yüzleşme mevsimi, ruhuma detoks zamanıdır.

Kitapları, plakları, filmleri saklı yerlerinden kapaklarıyla kurduğum iletişimle satın almayı severim. Bu belki de popüler kültüre, popülizmin dayatmalarına bir başkaldırıdır. Ve onlar beni hiç yanıltmazlar!.. Buz Diyarı böyle bir seçimdi... Film boyunca filmle ilgili aklımdan geçen tek bir ifade vardı. Enfes!..

Uygarlık ve barbarlık arasındaki sosyolojik tanımlarda ortaya koyulan referanslar hep insan odaklıdır. Bir kıyımı, öldürmeyi, ölmeyi ifade eder. Ve barbar: Yaşam ve ölüme -hayvani- bir içgüdüyle yaklaşır. Kendi yaşamını sürdürmek için kolaylıkla öldürür. Bu film global köy denen yeni dünya düzenini, kapitalizmi, adına uygarlık denen gelişmeyi hepimize hükmeden tekil -barbar- bir varlık olarak tanımlarken; sırtlarımızı, hayallerimizi, kendi yarattığı özlemlerimizi sıvazlayarak aslında bizi tüketen yüzünü bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Sistemin, yaşamakta olduğumuz çağın ''pornografisini'', hiç birimizin: ''Hayır! Bu; hayatın içinde yok,'' diyemeyeceğimiz gerçekliklerle bir bir önümüze seriyor.

Finlandiya özelinde, Avrupa Birliği'nin ana simgesi euro üzerinden genelde paraya, kirlenmenin ve yok oluşun simgeleri olarak göndermeler yaparken bu global sistemin, aslında referansı (marksizm olan) sosyal demokrat Finlandiya'nın hayatını nasıl sarstığını, insanlar odağında tüketim simgeleriyle de anlatıyor.

Bütün bunları, Kuzey Avrupa'nın soğuğunun aksine sinemasının sıcacık, gerçekçi üslubuyla hayatlar ve aileler üzerinden yapıyor. Müthiş bir kurgu, kesişen yollar, enfes diyaloglar, derin bir felsefe, sürekli merakı ayakta tutan bir ritimle olağanüstü ''insan bir film'' sunuyor bizlere...

Eğer bu yazıyı oluşturan cümlelerde size yakın ifadeler bulduysanız, sisteme karşı yeraltılarınız varsa bu, filmi de çok seveceksiniz demektir! O halde; içinde ''insan'' olan enfes bir sinema örneğine hazır olun. İyi seyirler.

Hotel Rwanda'nın Hatırlattıkları...


Bir mışlı ülkede; daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış gençler varmış. Yine bu mışlı ülkede, kendileriyle aynı yaşta ama farklı görüşteki akranları tarafından sıkıştırıldıkları okul duvarlarında demirlerle, tekme ve yumruklarla kafaları parçalanarak, bazen adres sormayan kurşunlara hedef olarak ölüme gitmiş arkadaşlar varmış. Bu çocukların bir kısmı, önce farklı görüşleri yüzünden birbirine düşürülmüş. Sonra, siz suçlusunuz denilerek sadist bir keyifle aynı koğuşlara konulup, orada birbirlerini yemeleri iştenmiş. O koğuşlardaki kaçınılmaz kavgalar sonucu huzuru bozansınız diye cezaevlerinin işkence odalarında en aşağılayıcı küfürler eşliğinde ıslatıla ıslatıla dövülmüşler. Kanlarına tuzlar basılmış.

O mışlı ülkenin büyük şehirlerinin, küçük şehirlerinin, küçük büyük kasabalarının, büyük küçük karakollarının küçük odalarında birileri; eşleri, kız kardeşleri, nişanlıları yan masalara yatırılmış bir ahlaksızlıkla sorgulanmışlar. Filistin askılarından taze taze suçlar giydirilmiş cılız cılız bedenlerine... Mışlı ülkenin mışlı hapishanelerinde, gecenin uykuda bir vaktinde, bayram tatiline yetişeyim keyfindeki soruşturucular tarafından adam yerine konmaz ifadeler alınmış.

Bu mışlı ülkede, içlerindeki ülke aşkının genç heyecanları kullanılarak kurşun attırılmış, dernek başkanlarının kişisel alacaklarının tahsili için karşıt görüşlü oldukları söylenen borçlularının katili olmaya gönderilmiş gençler de varmış. Mışlı ülkenin mışlı gençleri birbirinin gırtlağına sarılırken, yıllar sonra aynı acıları çekip günlük hayatlarına döndüklerinde hikayelerinin ne kadar benzer olduğunu fark etmişler. Mışlı ülkenin mışlı gençleri, yazdıkları metinleri miting alanlarında sahiplenip hava atan ego hevesli bazı abilerin üç beş cümlelik, klişeden öte gitmeyen ideolojik ahlakının: Aslında masalara gencecik kızları yatıran işkencecilerden pek de farkı olmadığını görmüşler .

Ve o ülkede her seferinde, saf kalplerinin çıkarsız inanmışlığıyla ezilenler için başkaldıranlar ölmüş. Kötüler, ceplerini paralarla dolduran bir satılmışlık sergilerken, bedenlerinin bir parçasını işkencede bırakanlar da nedense hep masumlarmış!

Ve birileri o ülkede, önce insanların siyasal ayrılıklarını körükleyip, sonra, etnik ve inanç farklılıklarının üzerine benzinler döküp kıyımlar yaptırmışlar. Kapıları bir gecede işaretlenip, mışlı kentlerde evleri cayır cayır yakılıp kafalarına kurşun sıkılanlar da o ülkedeymiş. O ülkede, insanlar parmaklarla işaret edilip katil kurşunlara, bombalara adres yapılmışlar. O ülkede mahalleler, sokaklar, okullar, ayrıştırılmış. O ülkede, bizden olmayan okulda okuyorlar diye, bizden olmayan mahallede oturuyorlar diye, bizim okuduğumuz gazeteyi okumuyorlar diye, bizim dinlediğimiz şarkıcıyı dinlemiyorlar diye damgalar basılıp ölümcül cezalar kesilmiş gencecik bedenlere...

Sonra günlerden bir gün birileri birilerine, alın bu ülkenin yönetimi sizin demiş . O birileri o mışlı ülkenin mışlı halkının hafızalarını silmiş. Mış tarihinden sonra doğanların hafızalarına yeni programlar yüklemiş. Ellerine yeni oyuncaklar tutuşturup; ''Düşünmeyin! Biz sizin yerinize düşünürüz,'' demiş.

Yani arkadaşlar Hotel Rwanda'yı izleyin! Ve tarihinin utançlarını halı altlarına süpürenlerin yönettiği bu mışlı ülkede, size unutturulmuş yakın tarihli bir dönemde olanların benzerlerini bu filmde görün. Ve düşünün!

Ve etrafınızdaki insanları dilleri, dinleri, etnik yapılarıyla görmeyin, insan oldukları için sevin; işaretlemeyin! Çünkü birileri fena halde onu yapmanızı istiyor sizden; sizi yok etmek için. Siz istemeyin ! Bazılarının, sanki bu toprakların insanı değilmiş gibi; özüne sözüne, şarkısına türküsüne, taşına toprağına, yazanına çizenine, yemesine içmesine, diline ninnisine yabancılaştığı ''Bu güzel ülkeyi tutkuyla sevin''

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Karpuz Kabuğundan Gemi Yapmak...


Işıklar sönüyor, iki film birbirine karışıyor...

Sıcağın sessizliğinde bir kasabadayız. Kavurucu yazın, iş saatleri yalnızlığındaki sokaklarında..

Köşe başında, esnaf bezginliğindeki karpuzcuyla, karpuz kabuğundan gemi yapma hevesindeki çırağı.

Siyah saçları zülfünde bir kız; henüz görmedik!

Berbere teslim edilmiş, kendini beğendirme saçlarının telaşında bir çocuk; cebinde sevgiliye aynası ve tarağı ile...

Şimdi! Akıp giden ağaçlara ve zamana yolcu bir tren kompartımanında, eski kenti kaydedecek bir kamera dağlardan yol bulup akan kışın ırmaklarını izliyor. Çocuk, karpuz kabuğunda yürüyor; hapsolmuş aşkın ilan edilmemiş yüküyle; uzak fotoğraf kareleri gibi sessiz!

Bir arkadaş: Söylenmemişi, söylenemeyeni kusma niyetine telaşlı, gemileri ortak!

Ön kompartımanda, meraklı yanakları al al, utangaç gülüşlü çocuklar. Saçları kırık aynada ıslanıp, siyah saçlı kıza şekillenmiş çocuk, ortağı ve diğer ortağı ki sevdasını göremedi diye karpuz kabuğundan perdede, hayallerine kıyamayıp hayallere kıydı; "deliydi". Gizlerinin telaşında, yalanların siperindeler.

Bir istasyondayız. Bir kadın bindi, badem gözlü, elinde pazar yeri gofretleri. Çocuk; sıcağın duvar dibinde, elinde çay. Siyah saçlı kız göz ucunda. Kızsa derinlerin reddedişinde bir beğenmezlikle pencereye saklanmış bakışın tülünde.  Teneke saksıda pembe çiçekler...

Şiirin hareket memuru ki az önce gişede biletçiydi, ondan önce müdür odasında istasyon müdürü, şimdi kırmızı yeşil tabelasıyla başında lacivert şapkası, uğurlar olsuna çalacak düdüğü ve yalnızlaşacak az sonraya.

Oysa akşam memurlarını çağırmıştı yalnızlığa! Geç vakitte sığıvermişlerdi bir odaya tek kişilik bir kalabalıkla... Yürüsene be adam! Hadi yürü öfkesinde, saniyede yirmi dört kareye dönüyor kollarımız. Dışarıda esen rüzgâra uzatamadan kafamızı, o treni yalayıp geçiyor sürekli; serinini camlardan koridora bırakarak.

Karşı yamaçta bir adam takılıyor kayıda, belli ki telaşları çocuklarına.. istasyonda binen kadının çantasında çarşının ekmek kokusu.. Karanlığın mumunda makinenin hayali.. Dışarıda mayıs dirilişi, rayların kenarında öbekler, beyaz yakalı köy yüzlü maviler. Senaryolar yazıyoruz karpuz kabuğuna!

Ön gruptan bir çocuk, çekingen bir hevesle soruyor, "TRT' den misiniz?"  Bir önyargının anlık ele geçirmesi, sonraya pişman bir cevap veriyor; ardında utanmanın sevecenliğini yeşerterek. Siyah saçlı kız, derinlerin öfkesinde koyuyor mektubu yüreğinin derinine ve kendi izbesinde çarpan bir nefesle okuyor sığınmış her satırın yalnızlığını...

Gelecek bir zamanda, bir filmin jeneriğinde adı okunacak -ön kompartımandan gelen- çocuk, "Senaryolar yazıyorum, kasaba gazetesine de yazılar," diyor! Sohbet koyu ve bir kamera dokunulacak kadar yakın şimdi. Genç adam çocuğa dokundu! Hayalleri hayal olmaktan çıksın diye... Siyah saçlı kızdan ses yok, yürekte merakın kaygısı... "Üstünü ört," diyor, suratındaki tokatın kızarıklığını örten çocuk. "Sen ünlü bir yönetmen olduğunda kızlar gani." Kaç gani o yüreğe örtü ki?

Meraklı yanakları al çocuk, yeni senaryolara iniyor, sıcak simit kokulu istasyonda...

Filmde kanter içinde bir öfkedeyiz; anasını sattığımın adamı yürüsün ışığın vurduğu perdede diye...

Kampanalarda istasyon sesi... Badem gözlü kadın iniyor: gofretlerle ve çarşı kokan ekmeklerle... Yamaçtaki adam uzanıyor güleç bir minnetle, elindeki torbalarla  pazara satılmış süt bidonlarına, bi de çocuklarının anasına... Düdük duyuluyor. Ağır bir gıcırtıyla hareket eden tren yalnızlığı bırakırken arkasında, kadınla adama köy yüzlü bir kurbağa katılıyor; terli önlüğünün oyuna karışmış tozuyla.

Tren uzaklaştıkça hızlanıyor... Onlar, tren uzaklaştıkça yaklaşıyorlar... "Kumlara uzanalım." diyor, arkadaşının aşkına ulak olan çocuk. Karpuz kabuğundan bir deniz, sıvanmış paçalara yan gelip yatılmış bir kumsal, kapıdan giren ışık hüzmesinde bir genç adam. Hediye paketinde çikolata... Karpuz kabuğundan gemi yaptım! der gibi.. dedi! Bir anne, bir baba, bir çocuk evlerinin huzuruna yürüyorlar sırtlarında e(K)mekleri.. "Size" diyor, "Teşekkür." diyor, "O trende.." diyor... "Karşılaşmasaydık" diyor... diyor... diyor! İki damla yaş yerinde duramıyor. Eski kente bir kaçış, bir hayata dokunuyor. Bir hayat, hayata akıyor, on evvel zaman önce...

Not:''Yazıda kastedilen şiir: Ö.Asaf'ın -kalın istasyonu-adlı şiiridir...''

3 Ağustos 2008 Pazar

Dönüş(Volver)...Geri Dönüşün ve Yüzleşmenin Filmi !





Dönüş bir kadın filmi belki; genel olarak öyle nitelendi en azından!.. Oysa Dönüş: İspanya örneğinden yola çıkarak feodal geçmişe sahip erkek egemen tüm ülkelerde yaşanan saklı, üzeri örtülen, yok sayılan, anlatılamayan çok önemli ve evrensel bir kadın sorununu; trajedi yaratmadan, duygu sömürüsüne başvurmadan yumuşak ve çok renkli bir dille anlatmayı başaran; özellikle, erkeklerin kadını ve dünyasını anlamalarına katkı yapabilecek çok güzel ve özel bir film.

Belki her akşam bir ücrada benzer bir olayın yaşandığı; abilerin, amcaların, dayıların, babaların usulca yeğenlerinin, çocuklarının koyunlarına girdiği, onları türlü türlü yalanlarla ya da tehditle korkutarak kendi çirkin emellerine, arzularına yenik düşürdüğü taciz ettiği bir ülkede, bu filme özellikle kadınların bu kadar uzak ve sessiz kalmış olması, toplumsal duyarlılığımızın ve bilincimizin nerelerde gezdiğinin de bir göstergesi...

Dönüş bu ülkede yaşayan hepimiz için, ülkemizin bir çok yerinde yaşanan kadın intiharlarının, töre cinayetlerinin niyelerinden birinin, belki de en önemlisinin bir örneği.

Almodovar önemli bir yarayı ortaya koymanın yanısıra, geri dönüşlere dayalı yüzleşmelerin egemen olduğu bir öyküyü anlatırken; üstlenmeler, meraklar, dedikodular, yaşam koşuşturmaları, batıl inançlar, dayanışmalar ve dostluklarla boyuyor filmini... Ve bu filmde tüm bu yıkımların sebebi olup üzerlerine leke bulaşmayan (yaptıkları elinin kirinden öte gitmeyen, kuyruk sallanmasaydıya referanslanan) erkekler, cenaze evinin kapısında tertemiz takım elbiseleriyle lekesiz ve şık resmediliyorlar!..

Filmi izleyin! Eğer daha önce izleyip de bir şey bulamadıysanız, bu göstergeler çerçevesinde bir kez daha izleyin. Televizyonlarda gün boyu kadınlara sunulanların perde arkasındaki samimiyetsizliğe yapılmış şık bir eleştiriye, ve bir kadının dik duruşuna vurguya dikkat edin!.. En önemlisi bu filmdeki kadınların iki kuşaktır dile getirmeye çekindikleri ''tabularının (!)'' yarattığı hüzünden nasıl sıyrılıp, yaşadıkları travmanın üstesinden nasıl (sevgiyle ve dayanışarak) geldiklerini görün...

Sağlam öyküsünün yanısıra, sinemasal nitelikleri açısından son derece renkli, sizi yavaş yavaş içine çekip bir yandan tebessüm ettirirken sürekli meraklarınızı yükseltip düşündürten, eski Türk filmleri tadındaki ''Almodovar kırmızısı'' Dönüş: İnce mizahı, küçük insan öyküleri, hoş şarkılarıyla sıcacık, duygu yüklü çok güzel bir sinema örneği de aynı zamanda...

Bir ''film'' ve iyi oyuncular izledim demek için: İzleyin!




Yönetmen :Pedro Almodóvar

Senaryo :Pedro Almodóvar

Oyuncular :Penélope Cruz, Carmen Maura, Lola Duenas, Blanca Portillo, Yohana Cobo,

Tür :Dram / Komedi

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP