Bir bütün içinden öyle güzel bölümlere ayrılmış ki hem ince bir zevkin hem de görmüş geçirmişlikle eskiye sadakatin birleşimi muhteşem bir sonuç ortaya çıkmış... Hem klas bir restoran hem de keyifli mi keyifli bir kafe... Elbette ki kafe restoran diye bir kavram ve oluşum var. Bir çoğu özel bir yemekteymişiz hissini yaşatmazlar. Karın doyurmak için oradayızdan öte özel ve akılda kalıcı bir keyif anı değildir yaşanan. Ama Linville öyle değil. Romantik, çok özel, inisiyatifin tümüyle elimizde olduğu gerçek bir rüyayı en başında hissettiren, bizi hikâyemizin baş köşesine oturtan, yaşam çizelgemize iz bırakıcı bir çentik atan, adını unutulmazlar arasına yazdıran dördüncü boyuttan bir mekân. Bugünü geçmişteymişiz gibi yaşıyoruz. Öyle hoş bir boyut ki bu; kafe, restoran ayrımı yok. Adının başındaki Kafe tanımının da bir anlamı yok. Burası Linville.
"Şu şaraptan lütfen."
"Bir domuz şaşlık lütfen."
"Bir de Hinkal, kıymalı olsun lütfen."
Bu çocuklar özel bir eğitimden mi geçiyorlar ve bu eğitim için özel mi seçiliyorlar? diye düşünüyorum şu an, bir kültür oluşturulduğu kesin. Henüz İngilizce konuşamayan bir garsona rastlamadık. Bir kez daha genç, tatlı ve işini iyi yapan bir genç kızla karşılaşınca hepsinin bir tornadan geçirildiği gibi bir hisse kapılıyor insan. Hiç bir sorunuzu cevapsız bırakmıyorlar, her biri bulundukları yerdeki menüye hakimler. En önemlisiyse ülkelerini seviyorlar. Hissettiğim bu. Sanki aynı evde o evin mutluluğu ve gelişimi için taşın altına elini gönüllüce sokan, o mutluluğa ve gelişime gönüllüce katkı veren gençler bunlar... Yine mekânla uyumlu, hiç bir abartısı olmayan, yormayan tatlı bir genç kız. Şarapla geliyor. Galekhuri, yine kendine özel kadehleri ile masada. Onları özel kılansa fotoğraflarda büyük görünmelerinin aksine, güncelde kullanılan kadehlerden küçük olmaları.
Aslında şaşırıyoruz; menüdeki detaylara baktığımızda, dün akşam içtiğimiz -ama markasına belki de dikkat etmediğimiz- ve beğendiğimiz şarabın bölgesinden ve üzümünden olmasından yola çıkarak ama farklı bir marka olduğunu düşünerek vermiştik siparişi.
Şaşlık, dilimlenmiş çiğ soğanlar ve yanında erik sosu ile geliyor. Az sonra da ağzı hamurla kapatılmış ve fırında pişirilmiş ya da orada sonlandırılmış haliyle Hinkal. Seçtiğimiz bölümde yalnız biz varız. Pencerenin üzerinde ve önündeki yapraklarda yağmur damlaları... Hem yan sokağı hem de ana caddeyi görebiliyoruz. Caddede günle uyumlu bir devinim varken, sokak ve mekân sakin. Hava romantizme loş bir ışıkla katkı veriyor. Güzel bir seyir anı. Karşı köşedeki tatlıcı çok davetkâr. Yemeği güzel kılmak ve keyfimizi çoğaltmak için her şey planlanmış yine. Müzik zaten şahane ve ses tam da olması gerektiği kadar... eskiden, bildik, güzel şarkılar. Bizim Şiş Kebaba benzetebileceğimiz, daha iri parçalardan yapılmış Şaşlık hoş, sanki incecik bir kabukla kaplıymışçasına çıtırdıyor ısırdığımız anda, içi orta pişmiş. Marinasyon kıvamında. Biraz sert gelse de alışkın olmayan damaklarımıza, sorun olmuyor. Şarapla uyumu güzel. Lezzet yerinde.
Hinkal'in sunumu bildiklerimizden ve daha sonra deneyeceğimizden farklı, bu hali çok hoş. Ortama da yakışıyor kesinlikle. Küpün üzerine kapatılmış hamuru aldığımızda ortaya çıkan koku baş döndürücü. Kişniş vazgeçilmez bir taze baharat burada. Bizim mantılara göre epey irice olan hinkalin, kesildiğinde içinden çıkan et suyundaki kolektif tat muhteşem.
Kaç saat geçti bilmiyoruz. Daha ne kadar buradayız onu da bilmiyoruz. Sanki bir kış gününü evin çok da sıcak olmayan halinde, birbirimizin sıcağında, sakinliğin ve sessizliğin tam ortasında, doğal ışığın loşluğundaki odanın pencere önünden dışarıyı seyrederken tatlı bir sohbetle şarabın tadına varan, yüklerini boşaltmış iki avare insanız. O halde, devam.
"Bir peynirli mantar lütfen."
Hımmmmmmm âlâ. Bolca koydukları mantarı, alçak kenarlı toprak kapla fırında pişirmişler, peynir elbette ki Sulguni. Güzel baharatlandırmışlar ve kurutmamışlar. Seviyoruz; hem sunumunu, hem lezzetini.
Son yudumlarımızı da içip 59.95 Lari tutan hesabı kredi kartı ile ödüyoruz. Başta garsonumuz olmak üzere, bu güzel saatler için emek veren herkese tek tek teşekkür ediyoruz. Çok güzel anlar yaşadığımız Linville'den mutlu mesut bir şekilde dünyaya dönüyoruz.
Yağmurun güne bıraktığı koku çok hoş. Kapalı bir gün ama rengi, üzerindeki ıslaklıkla birlikte başka türlü bir güzellik. Dükkânların kısmen yakılmış iç ışıkları sıcaklık katıyorlar caddeye.
Bir günü, iki film birdenli yaşamak !
Altta ve köşedeki içki dükkânının vitrinini inceliyoruz. Sonra da köşeyi dönüyor Kote Abkhazi Caddesi'ne bakan vitrininin önünde kalıyoruz bir süre. İçkiler çok davetkâr ama biz o işi free shop'da halletmek istiyoruz. Aslında planımızda olmayan, araştırırken hiç önüme çıkmayan ancak benim fluently İngilizce konuşabilen yol arkadaşımın yabancı kaynaklarda rastladığı, Gabriadze Theatre'da bilet bulsaydık göremeyeceğimiz bir yere doğru gidiyoruz.
Ve bunun hayatımıza neler katacağını bilmiyoruz.
Ağırlıkla başka ülkelerden öğrenci olarak ya da çalışmak için gelmiş, daha doğrusu ağırlıkla yabancıların yaşadığı bir bölge izlenimini veriyor caddenin özellikle Old Tbilisi bölgesine yakın yerleri. Çok canlı. Ara sokaklara kadar dağılmış barlar, lokantalar, oteller ve hostellerle dolu. Uzakdoğulu, Afrikalı, Asyalı insanları ile renkli bir bölge. Cıvıl cıvıl ve genç. Yol boyu içki satan hoş dükkânlar var. Ağırlık fast food'larda olsa da Çin, Hint, Arap, Gürcü ve Türk lokantaları sıra sıra. Hint yemekleri satan dükkân ilgimizi çekmiyor değil. Bir fazla günümüz daha olsa, "zehirlenmek" pahasına bu mekânlarda atıştırmayı kesinlikle düşünürdük. Hatta şarap alıyormuş ayağına yatıp, cadde boyundaki çok da keyifli içki dükkânlarında tadım yapa yapa günlük alkol tüketimimizi bedavaya da getirebilirdik. Elbette ki esprisini çokça yaptık bunun. Güzel grisiniler, peynirler ve şarküteri ürünleri vardı, tadım şişelerinin yanında. Bir de şarap kadehleri hoştu, üstelik de pek davetkârlardı.
Bambis Rigi'nin arkasındayız. Henüz şehre dair hiçbir şey almadık. Old Tbilisi'deyiz şu an. Magnetlere falan bakınıyoruz. İlgimizi çeken bir şey bulamıyoruz. O halde Betlemi Street'i bulalım şimdi. Sorunca pek doğru tarifler alamıyoruz. Saklanmış bir bölge. Biraz mantık yürüterek, aslında bir labirent desek yeridir, bir sokağa girip kısa süre sonra bir üç yol ağzına geliyoruz. Derin bir ıssızlık hakim. Hissiyatımız buralarda olduğunu söylüyor. Sokaklar geldiğimiz caddenin aksine ki ondan içerideyiz şu an, cansız ve sessiz. O ara bir genç adam yanımızdan yukarı doğru yürüyor.
"Affedersiniz, Betlemi Street nerede?"
"Buradan yukarıya doğru."
"Teşekkürler, iyi akşamlar"
Daha girişteyken vuruluyoruz evlere. Oysa yukarılarda neler varmış neler. Büyüklüğe bakınca, müzedeki vagon daha bir anlam kazanıyor. Bir getto diyemeyeceğimiz kadar şık ve sevimli bir mahalle. Ama saklı! Eğer merak etmezseniz ve tavsiye edilmemişse kendisi, tesadüfen girseniz bile, kesinlikle ıssızlığa bakar, belki ürker, devam etmeye niyetlenmez ve ana caddeye geri dönersiniz. Ama bizi çeken bir şey var: Çile çekmiş ırklara yakınız ve kesinlikle görmemiz gereken bir ev. Tiflis'in vitray camlı tek evi. Mavi kaçmazımız bizim. Şu perde balkonlu ev! Al kucağına pış pışla. Kalıyoruz önünde. Çoktan el sıkıştık zaten Betlemi Street'le, sarıldık kucaklaştık içtenlikle, sevdik kendisini. Hem de çok.
Ve ta ta ta taaaaaaaaaa.... Huzurlarımızda vitray camlı ev. Sessiz olmamız konusunda bir uyarı yazısı var. Usulca çıkıyoruz merdivenleri. Şahane ağaçlarla dolu avluyu çerçeveleyen iki katlı kocaman binada bir kaç aile yaşıyor. Üst katta el ürünleri, tablolar, giysiler, kitap, not defteri, magnetler satan bir de dükkân var. Görülmeye değer. Epey kalıyoruz içinde. Kredi kartı kullanılabiliyor. Yüreğini öptüğüm tatlı kadın arkadaşlarını boş geçmiyor yine. Geri dönerken mecburen merdivenin başında kalıyoruz. İki genç kız, muhtemel ki sosyal medya hesapları için üçüncüye ki erkek arkadaşları, fotoğraf üstüne fotoğraf çektiriyorlar. Üstelik saçlarından kıyafetlerine kadar özel hazırlanmışlar. Vitray camların hemen arkasında kalan loş merdiveni kullanıyorlar ki kesinlikle doğru seçim. Vitray camlardan süzülen ışık ve günün ruhları dürtükleyen bu saatleri, özellikle moda fotoğrafları için muhteşem. Biz de avludaki bahçeyi hayranlıkla seyrediyoruz verandadan. Bir masanın üzerindeki semaver yakılmaya hazır. Hımmmm bir akşam üstü bahçede çay! İşlerine ara verince kızlar, teşekkürlerine gülümseyip merdivenleri iniyor ve çıkıyoruz evden.
Şu binaya bayılmasın da ne yapsın insan. Biz de gereğini yapıp bayılıyoruz. Ne olabileceği konusunda bir kaç yorum yapıyoruz. Şu an ne olduğunu biliyoruz, bir otel ama ne yazık ki içinin döşenmesi dışı kadar güzel değil. Oysa bir sonrası için hayaller kurdurmuştu bize. Uzun süre kaldıktan sonra önünde, yukarı, çoktan kanka olduğumuz bu ilginç ve çok sevdiğimiz mahallenin kalbine doğru yürüyoruz. Narikala'nın hemen altında mahalle, üzerimizden sürekli teleferik geçiyor. Şehre dair şu ana kadarki gözlemlerimiz Kartlis Deda'yı yani Gürcü Ana'yı çok daha anlamlı kılıyor. Görünen o ki burası anaerkil bir ülke.
Ne olduğunu bilemediğimiz ama üzerinde Home yazıyor olmasına rağmen bir diskotek ya da gece kulübü olmasını dilediğimiz mekânın önünde kalıyoruz. Aynalı kapısından gelip geçen mahallelileri izliyoruz. Yan sokağının üst tarafında güzel evler ve bir otel var. Fazla da sorgulamıyor ve kimseye de sormuyoruz. Hayalimizi kalbimize koyup onu hep öyle sevmek istiyoruz. Şimdi, yani şu satırları yazarken içim içimi yiyor. Olağanüstü keyifli bir mekânı ıskaladığımızın farkındayım artık. Hislerimizin peşinden bu kez gitmediğimiz için üzgünüm. Terasının sunduğu manzarayı, orada Tiflis'in belki de en güzel görüntüleri eşliğinde bir akşam kahvesinin ya da içkisinin tadını da tahmin edebiliyorum. Eğer düşerse yolunuz, sakın ıskalamayın. Sakın ama! Çünkü burası sadece yemek yiyip içki içilen bir yer değil. Bir sanat merkezi aynı zamanda.
Fotoğraf çekmeyi hobi edinmiş ve bu işe emek veren, manuel ayar yapmakla uğraşmayı zül saymayan sabırlı bir "emekçi" için olağanüstü güzel fotoğraflar veren fotojenik bir yer öte yandan Betlemi. Mola vermeye değecek çok hoş kafeleri ve restoranları var. En azından iki üç saati burada geçirmeyi hak ediyor kesinlikle.
Caddenin içinde barındırdığı mahalle kültürü insanı kendi geçmişine, o yıllardaki mahallenin ve mahalleli olmanın dayanılmaz tadına götürdüğü gibi, anı yaşarken kendi geçmişinin tatlarını da bir bir hatırlatmak gibi bir iyilik yapıyor insana. Sonuçta kaçınılmaz olarak dilinizden kelime kelime anılar düşüyor Betlemi'nin her bir noktasına.
Paha biçilmez manzaralar sunuyor öte yandan. Falezlerin altında akan nehir mesela, muhteşem kilise, onun önündeki heykel, sülfür banyoları hemen çaprazda... Caddenin sonundaki satılık bina al beni diyor tartışmasız. Şekil şekil hayaller bıraktırıyor her bir katına. Oradan geri gelip de aşağı inmeye karar verdiğimiz cadde fotoğraflık, iniyoruz. Yola bariyerli kaldırımdan inerken aşağı, sağımızda kalan restoran çağırıyor, biz ise iki arada bir deredeyiz. Tam köşesine geldiğimizde dışarı çıkan ve o saatlerin görüntüsüne tatlı tatlı bakan genç garsonla selamlaşıyoruz. O ara kaçınılmaz olarak gözümüze çarpıyor solumuzda, biraz aşağımızda kalan sevimli mavi tenteler. Yeşillikleri dışarı taşan yan sokakta bisiklete binen çocuklar.
Giriyoruz bu sevimli bara. Çok da güzel küçük bir bahçesi var. Mahallemizin barı. Sevimlilik zaten had safhada. İlk defa dolu dolu gülümseyen bir genç kız. Menü ile geliyor. Evet ülke genelinde bir tebessüm eksikliği göze çarpıyor fakat bu soğuk insanlar oldukları anlamına gelmiyor açıkçası, samimi ve size yardım için orada olduklarını hissettiriyorlar ve bunu da pek güzel yapıyorlar. Barın barı ve arkasındaki sahibi olduğunu düşündüğümüz genç adam da çok sevimli. Değişik objelerle desteklenmiş ortam zaten sıcak, yan tarafımızda uzun bir masada bir yemek grubu. Muhtemel ki bir yahudi aile, oldukça kalabalıklar. Bir kaç nesil bir arada. Bir kısmı belli ki misafir. Hoş, cıvıltılı, sıcak, şık bir masa.
"İki Amerikano lütfen."
"Bir de cheescake lütfen."
Amerikanolarımız ve kekimiz geliyor. Mavi tabağa bayıldık ki konseptle uyumlu. Kekin lezzeti olağanüstü olmasa da güzel. "Vay be," dedirtip de benzerlerinden öne çıkacak bir hali yok. Boşları alırken genç kız, gülümsüyor.
"Sevdiniz mi?"
"Güzeldi, sevdim."
İz bırakan, bir başka gelişe planlar kurduran sevimli Barın, şirin bahçesinden geçerek çıkıyoruz caddeye.
Her daim canlı ve sanki, şehrin farklı bölgelerinde geçirmiş olsalar da günü insanlar, sonunda vardıkları, ya da bir şekilde uğradıkları ya da uğramak zorunda kaldıkları bir toplanma yeri Old Tbilisi. Mekânlar davetkâr. Bir kaç fotoğrafın ardından karşıya geçip Bambis Rigi'de yürümeye başlıyoruz.
Dün önünde kaldığımız esprili şarap mekânı dün olduğu gibi bu akşam da gülümsetiyor. Sokakta artık ilk gelenlerle bilenler arasındaki ayrımı da yapabiliyoruz. Küçük meydana yaklaştıkça bir müzik takılıyor kulaklarımıza. Yaklaştıkça artırıyor hakimiyetini. Canlı... ve sıradan değil. Usta ellerden çıktığı belli.
Sokağın küçük meydanına vardığımızda artık her şey aşikâr. Buraya çok yakışan ve çok da beğendiğimiz küçük heykelden sağa döndüğümüz anda bingo. Bir kaç kadeh şarap ve güzel müzik için hamle yapıyoruz sokaktaki masalardan birine.
"Yalnız kişi başı 50 lari giriş ücreti var."
Vaz geçiyoruz. Bizim gibi vaz geçenlerle birlikte kaldırımın yanındaki duvarın üzerine oturuyoruz. Bir milletler topluluğunun temsilcileri gibi. Mekânın içinden hiç bir farkı yok. Bir caz grubu, enstrümanlar da klaslarını ortaya koyuyor zaten. Bir ticari geri zekâlılık örneği aslında mekânın uygulaması. Hani giriş için ücret talep etmese de içkiyi iki katı fiyata satsa biz dahil, eminim kimsenin gıkı çıkmayacak. Kapalı bir mekân olsa ona da eyvallah. Üstelik bizi çeken müzik! İçeridekiler kadar net görüp duyabiliyoruz. Birasını kapıp gelmiş mesela yanımızdaki genç kız. Ve konserin son kısmıymış meğer.
Piyano, kontrbas, keman, bateri ve akordeon döktürüyorlar. Her bir parçayı kendi üslupları ile çalıyorlar ve çok hoş bir yorumları var. Hemen yan tarafımızdaki, Avrupalı olduğu kesin genç kadın mutlulukla eşlik ediyor şarkılara. Klas kulakların arasında olduğumuzun farkındayız. Öndeki yaşlı çift müziğe takılıp kalıyorlar. Öyle romantik, öyle bir birbirlerinin koynundan dinliyorlar ki. Günün en güzel saatleri, artık usulca günün karanlığına yol alan, geçmişin binalarının, kilise ve sinagoglarının arasındaki, yüz yıllar ötesinden bir coğrafya.
Derken, o şarkı başlıyor, öylesine oynaş ve eğlenerek çalıyorlar ki sanki orada bulunan hepimiz evrensel bir milli marşı dinler coşkunluktayız. Kapılıyoruz ritme, belki de anılarımıza...
İlk kez tıfıl çağlarda, Raymond Lefevre albümlerinden birinde onun orkestra yorumundan dinlediğim; henüz özel radyoların esamesi yokken teyp kasetlerine radyo programları yaptığım yıllarda, introsu programlarımdan birinin jenerik müziği olan, daha sonra büyüdükçe asıl sahibini keşfettiğim, dinlemeye her zaman bayıldığım, büyük usta Astor Piazzola'nın Libertango'su. Öyle güzel bir yorum ki, öyle varyasyonlarla süsleniyor ki, öyle sololarla destekleniyor ki bir konserin finali ancak bu kadar güzel ve iz bırakıcı olabilir.
Erekle Caddesine girmeden bir alta, ara sokaklara dalıyoruz. Elbette ki bayılıyoruz. Geniş avlular eski evler ve içinde lüks otomobiller. Buradaki ıssızlığın aksine bir üst caddede çatal bıçak sesleri, şen kahkahalar ve şerefe kaldırılan kadehler. Mekânlar usul usul yağan yağmurla daha bir hoş görünüyorlar. Caddeye dün girdiğimizde Friends'i tercih etmiş olmamıza rağmen aklımızın fazlaca kaldığı mekânları geleceğe bırakıp yolumuza devam ediyoruz.
Bu kez Always'den (Barış Köprüsü) geçmiyor Kura'nın beri yakasını tercih ediyoruz. Bayıldığım mantar binamın dibinden geçmek istiyorum. E.T* ile birlikte Başkanlık Sarayı güzel bir poz veriyorlar, kaçırmamalı. Bir eski kale'nin bir kısmı sokakta kalmış kulesi gözümüzü alıyor birden. Dalıyoruz sokağa hemen. Kulenin önünden geçip ışıltılı bir alana çıkıyoruz. Küçük, şirin lokantalar ve marketler var; esnaf lokantası diyebiliriz bizim tabirimizle. Muhtemelen yine yabancı ağırlıklı ve öğrencilerin yoğun konakladığı bir yerdeyiz, hatta daha önce yukarıda içinden geçtiğimiz bölgenin alt tarafları olduğunu düşünüyorum şimdi. Bir şey atışırsak mı acaba? Hiç de aç gibi değiliz. Vaz geçiyoruz.
Gece şahane bir sakinlik ve tatlı tatlı, varla yok arası yağan yağmurla katmerleniyor. Işığa ve binalara boğulmamış kocaman caddelerde sakince yürümek gaz veriyor bünyeye. Benim biricik mantar binam yolun karşısında. Bir alışveriş merkezi olabileceğini düşünmüş olsam da fazlasıyla merak ediyorum. Kocaman ama çok hoş bir mimari sonuçta. Binayla son derce uyumlu kocaman bir üst geçit geçtiğimiz. Üzerine döşenmiş taşlar ıslandıkları için kaymaya pek müsait görünüyorlar. Kısmen erimiş karların yarattığı kayma korkusu bir dikkatle inerken biz, yanımızdan, otoyolda nal toplatan Ferrari hızında geçiyor bir genç. Bina çok hoş ama! Özellikle estetik yoksunu kazma yöneticiler ve yaratılıcıktan uzak ezberci mimarlar kesinlikle görmeli. Daha ilk gün çok uzaktan, evden görünce vurulmuştum. Karşı kıyıdan her geçişimizde ben, hep selam çakmıştım kendisine. Ama şimdi, önüne inmişken, daha büyük bir saygı duyuyorum bu şehre, mimarlarına* ve yönetenlere. Burası bir kamu binası çünkü: Gürcistan Kamusal Hizmet Binası. İçinde Gürcistan Ulusal Bankası ve bir kaç bakanlık barındırıyor. Şu an kapalı, ah bir fazla günümüz daha olsaydı keşke, ya da gündüz gelmeyi düşünmüş olsaydık daha önce.
Girişi arka taraf sayarsak ön cephesi Kura'nın dibinde. Alabildiğine nehir ve yeşillik. Tarih manzaralı çalışma ofisleri. Nehrin üzerinde katamaranlar... Onların önünden geçerken yarattıkları dalgalar, binanın kıyısına vuruyorlar. Elinde kahvesi pencereden, binalara boğulmamış güzel manzarayı seyrederek çalışanlar ya da aynı manzaraya bakarak kafede bir şeyler atıştıran insanlar... İmrendirici.
Binanın içine şöyle bir göz atıp, kapalı saatleri olduğu için girememenin hayıflanmasını yaşayarak geniş otoparkını geçip yemyeşil parkın içinden mahallemize doğru yürüyoruz. Nehri karşıya geçmek için köprüye giriyoruz, üst araçlara ait ve biz "gizemli" bir koridorda yürüyoruz. Köprüaltı ile çok uyumlu "esrarengiz" bir adam ve bol miktarda boş şişe var, sandık benzeri kutularda. Sanki bir şişe toplama merkezi gibi küçük ve kapalı bir de oda.
Ahhh... keşke girmeseydik köprüye, görünmez olalım hemen! Biraz ileride iki sevgili, çok gençler. Güzeller. Bu eski köprünün, gecenin en güzel saatinin bu dakikalarına öyle hoş bir renk katıyorlar ki; sırtını ve bacağının birini büküp ayak tabanını arkasındaki duvara yaslamış güzel ve zarif bir genç kız, önünde bizden çekinerek pozisyonunu değiştirmiş, ondan azıcık uzaklaşmış saygılı bir genç. Yakışıklı, sevimli bir çocuk. Göz gözeler. Aşk gözlerinden akıyor. Mahrem şeylerin tatlı, sıcak ürpertisi mekânla çok uyumlu. Kesinlikle böldük. Sessizce ve görünmez adımlarla yanlarından geçip köprünün üstüne çıkıyoruz. Çooook güzellerdi ya!
Ve Saarbrücken Meydanındayız. Leo Tolstoy'a selam çakıp eve doğru yürüyoruz. Sonra Fabrika'ya doğru kıvrılıyoruz. Artık yağmurluklar üzerimizde. Kocaman bir hostel olan eski fabrikanın bu kez içine giriyoruz. Gençler cıvıl cıvıl. Daha önce de bahsettiğim gibi kocaman bir oturma salonu, kocaman bir mutfak ve yemek salonu var. Oturma salonunda bir de kafe. Öğrenci olmaya imrendiriyor kesinlikle.
Dışarıdaki mekânlara şöyle bir göz atıyoruz. Vakit geç. Evde, masamızın üzerinde hâlâ bir şişe şarap var!
Pazar Pidesi, Bit Pazarının Nurları ve Tbilisi'ye Veda
*E.T. yol arkadaşım tarafından yeni kültür merkezinin mimarisinin yarattığı sempatiye bir atıftır.
*Mantar örtülü binanın ve E.T.'nin tasarımları İtalyan Massimiliano ve Doriana Fuksas tarafından yapılmış. Daha fazla görsel ve diğer ilginç projeleri için Fuksas'ı tıklayın