18 Ekim 2018 Perşembe

Film Tadında Bir Öğle Yemeği ve Bir Bonus Olarak Betlemi Street

 Öncesi

Bir bütün içinden öyle güzel bölümlere ayrılmış ki hem ince bir zevkin hem de görmüş geçirmişlikle eskiye sadakatin birleşimi muhteşem bir sonuç ortaya çıkmış... Hem klas bir restoran hem de keyifli mi keyifli bir kafe... Elbette ki kafe restoran diye bir kavram ve oluşum var. Bir çoğu özel bir yemekteymişiz hissini yaşatmazlar. Karın doyurmak için oradayızdan öte özel ve akılda kalıcı bir keyif anı değildir yaşanan. Ama Linville öyle değil. Romantik, çok özel, inisiyatifin tümüyle elimizde olduğu gerçek bir rüyayı en başında hissettiren, bizi hikâyemizin baş köşesine oturtan, yaşam çizelgemize iz bırakıcı bir çentik atan, adını unutulmazlar arasına yazdıran dördüncü boyuttan bir mekân. Bugünü geçmişteymişiz gibi yaşıyoruz. Öyle hoş bir boyut ki bu; kafe, restoran ayrımı yok. Adının başındaki Kafe tanımının da bir anlamı yok. Burası Linville.



"Şu şaraptan lütfen."

"Bir domuz şaşlık lütfen."

"Bir de Hinkal, kıymalı olsun lütfen."

Bu çocuklar özel bir eğitimden mi geçiyorlar ve bu eğitim için özel mi seçiliyorlar? diye düşünüyorum şu an, bir kültür oluşturulduğu kesin. Henüz İngilizce konuşamayan bir garsona rastlamadık. Bir kez daha genç, tatlı ve işini iyi yapan bir genç kızla karşılaşınca hepsinin bir tornadan geçirildiği gibi bir hisse kapılıyor insan. Hiç bir sorunuzu cevapsız bırakmıyorlar, her biri bulundukları yerdeki menüye hakimler. En önemlisiyse ülkelerini seviyorlar. Hissettiğim bu. Sanki aynı evde o evin mutluluğu ve gelişimi için taşın altına elini gönüllüce sokan, o mutluluğa ve gelişime gönüllüce katkı veren gençler bunlar... Yine mekânla uyumlu, hiç bir abartısı olmayan, yormayan tatlı bir genç kız. Şarapla geliyor. Galekhuri, yine kendine özel kadehleri ile masada. Onları özel kılansa fotoğraflarda büyük görünmelerinin aksine, güncelde kullanılan kadehlerden küçük olmaları.

Aslında şaşırıyoruz; menüdeki detaylara baktığımızda, dün akşam içtiğimiz -ama markasına belki de dikkat etmediğimiz- ve beğendiğimiz şarabın bölgesinden ve üzümünden olmasından yola çıkarak ama farklı bir marka olduğunu düşünerek vermiştik siparişi.


Şaşlık, dilimlenmiş çiğ soğanlar ve yanında erik sosu ile geliyor. Az sonra da ağzı hamurla kapatılmış ve fırında pişirilmiş ya da orada sonlandırılmış haliyle Hinkal. Seçtiğimiz bölümde yalnız biz varız. Pencerenin üzerinde ve önündeki yapraklarda yağmur damlaları... Hem yan sokağı hem de ana caddeyi görebiliyoruz. Caddede günle uyumlu bir devinim varken, sokak ve mekân sakin. Hava romantizme loş bir ışıkla katkı veriyor. Güzel bir seyir anı. Karşı köşedeki tatlıcı çok davetkâr. Yemeği güzel kılmak ve keyfimizi çoğaltmak için  her şey planlanmış yine. Müzik zaten şahane ve ses tam da olması gerektiği kadar... eskiden, bildik, güzel şarkılar. Bizim Şiş Kebaba benzetebileceğimiz, daha iri parçalardan yapılmış Şaşlık hoş, sanki incecik bir kabukla kaplıymışçasına çıtırdıyor ısırdığımız anda, içi orta pişmiş. Marinasyon kıvamında. Biraz sert gelse de alışkın olmayan damaklarımıza, sorun olmuyor. Şarapla uyumu güzel. Lezzet yerinde.

Hinkal'in sunumu bildiklerimizden ve daha sonra deneyeceğimizden farklı, bu hali çok hoş. Ortama da yakışıyor kesinlikle. Küpün üzerine kapatılmış hamuru aldığımızda ortaya çıkan koku baş döndürücü. Kişniş vazgeçilmez bir taze baharat burada. Bizim mantılara göre epey irice olan hinkalin, kesildiğinde içinden çıkan et suyundaki  kolektif tat muhteşem.


Kaç saat geçti bilmiyoruz. Daha ne kadar buradayız onu da bilmiyoruz. Sanki bir kış gününü evin çok da sıcak olmayan halinde, birbirimizin sıcağında, sakinliğin ve sessizliğin  tam ortasında, doğal ışığın loşluğundaki odanın pencere önünden dışarıyı seyrederken tatlı bir sohbetle şarabın tadına varan, yüklerini boşaltmış iki avare insanız.  O halde, devam.

"Bir peynirli mantar lütfen."

Hımmmmmmm âlâ. Bolca koydukları mantarı, alçak kenarlı toprak kapla fırında pişirmişler, peynir elbette ki Sulguni. Güzel baharatlandırmışlar ve kurutmamışlar. Seviyoruz; hem sunumunu, hem lezzetini.

Son yudumlarımızı da içip 59.95 Lari tutan hesabı kredi kartı ile ödüyoruz. Başta garsonumuz olmak üzere, bu güzel saatler için emek veren herkese tek tek teşekkür ediyoruz.  Çok güzel anlar yaşadığımız Linville'den mutlu mesut bir şekilde dünyaya dönüyoruz.


Yağmurun güne bıraktığı koku çok hoş. Kapalı bir gün ama rengi, üzerindeki ıslaklıkla birlikte başka türlü bir güzellik. Dükkânların kısmen yakılmış iç ışıkları sıcaklık katıyorlar caddeye.



Bir günü, iki film birdenli yaşamak !

Altta ve köşedeki içki dükkânının vitrinini inceliyoruz. Sonra da köşeyi dönüyor Kote Abkhazi Caddesi'ne bakan vitrininin önünde kalıyoruz bir süre. İçkiler çok davetkâr ama biz o işi free shop'da halletmek istiyoruz. Aslında planımızda olmayan, araştırırken hiç önüme çıkmayan ancak benim fluently İngilizce konuşabilen yol arkadaşımın yabancı kaynaklarda rastladığı, Gabriadze Theatre'da bilet bulsaydık göremeyeceğimiz bir yere doğru gidiyoruz.

Ve bunun hayatımıza neler katacağını bilmiyoruz.


Ağırlıkla başka ülkelerden öğrenci olarak ya da çalışmak için gelmiş, daha doğrusu ağırlıkla yabancıların yaşadığı bir bölge izlenimini veriyor caddenin özellikle  Old Tbilisi bölgesine yakın yerleri. Çok canlı. Ara sokaklara kadar dağılmış barlar, lokantalar, oteller ve hostellerle dolu. Uzakdoğulu, Afrikalı, Asyalı insanları ile renkli bir bölge. Cıvıl cıvıl ve genç. Yol boyu içki satan hoş dükkânlar var. Ağırlık fast food'larda olsa da Çin, Hint, Arap, Gürcü ve Türk lokantaları sıra sıra. Hint yemekleri satan dükkân ilgimizi çekmiyor değil. Bir fazla günümüz daha olsa, "zehirlenmek" pahasına bu mekânlarda atıştırmayı kesinlikle düşünürdük. Hatta şarap alıyormuş ayağına yatıp, cadde boyundaki çok da keyifli içki dükkânlarında tadım yapa yapa günlük alkol tüketimimizi bedavaya da getirebilirdik. Elbette ki esprisini çokça yaptık bunun. Güzel grisiniler, peynirler ve şarküteri ürünleri vardı, tadım şişelerinin yanında. Bir de şarap kadehleri hoştu, üstelik de pek davetkârlardı.

Bambis Rigi'nin arkasındayız. Henüz şehre dair hiçbir şey almadık. Old Tbilisi'deyiz şu an. Magnetlere falan bakınıyoruz. İlgimizi çeken bir şey bulamıyoruz. O halde Betlemi Street'i bulalım şimdi. Sorunca pek doğru tarifler alamıyoruz. Saklanmış bir bölge. Biraz mantık yürüterek, aslında bir labirent desek yeridir, bir sokağa girip kısa süre sonra bir üç yol ağzına geliyoruz. Derin bir ıssızlık hakim. Hissiyatımız buralarda olduğunu söylüyor. Sokaklar geldiğimiz caddenin aksine ki ondan içerideyiz şu an, cansız ve sessiz. O ara bir genç adam yanımızdan yukarı doğru yürüyor.

"Affedersiniz, Betlemi Street nerede?"

"Buradan yukarıya doğru."

"Teşekkürler, iyi akşamlar"


Daha girişteyken vuruluyoruz evlere. Oysa yukarılarda neler varmış neler. Büyüklüğe bakınca, müzedeki vagon daha bir anlam kazanıyor. Bir getto diyemeyeceğimiz kadar şık ve sevimli bir mahalle. Ama saklı! Eğer merak etmezseniz ve tavsiye edilmemişse kendisi, tesadüfen girseniz bile, kesinlikle ıssızlığa bakar, belki ürker, devam etmeye niyetlenmez ve ana caddeye geri dönersiniz. Ama bizi çeken bir şey var: Çile çekmiş ırklara yakınız ve kesinlikle görmemiz gereken bir ev. Tiflis'in vitray camlı tek evi.  Mavi kaçmazımız bizim. Şu perde balkonlu ev! Al kucağına pış pışla. Kalıyoruz önünde. Çoktan el sıkıştık zaten Betlemi Street'le, sarıldık kucaklaştık içtenlikle, sevdik kendisini. Hem de çok.

Ve ta ta ta taaaaaaaaaa.... Huzurlarımızda vitray camlı ev. Sessiz olmamız konusunda bir uyarı yazısı var. Usulca çıkıyoruz merdivenleri. Şahane ağaçlarla dolu avluyu çerçeveleyen iki katlı kocaman binada bir kaç aile yaşıyor. Üst katta el ürünleri, tablolar, giysiler, kitap, not defteri, magnetler satan bir de dükkân var. Görülmeye değer. Epey kalıyoruz içinde. Kredi kartı kullanılabiliyor. Yüreğini öptüğüm tatlı kadın arkadaşlarını boş geçmiyor yine. Geri dönerken mecburen merdivenin başında kalıyoruz. İki genç kız, muhtemel ki sosyal medya hesapları için üçüncüye ki erkek arkadaşları, fotoğraf üstüne fotoğraf çektiriyorlar. Üstelik saçlarından kıyafetlerine kadar özel hazırlanmışlar. Vitray camların hemen arkasında kalan loş merdiveni kullanıyorlar ki kesinlikle doğru seçim. Vitray camlardan süzülen ışık ve günün ruhları dürtükleyen bu saatleri, özellikle moda fotoğrafları için muhteşem. Biz de avludaki bahçeyi hayranlıkla seyrediyoruz verandadan. Bir masanın üzerindeki semaver yakılmaya hazır. Hımmmm bir akşam üstü bahçede çay! İşlerine ara verince kızlar, teşekkürlerine gülümseyip merdivenleri iniyor ve çıkıyoruz evden.


Şu binaya bayılmasın da ne yapsın insan. Biz de gereğini yapıp bayılıyoruz. Ne olabileceği konusunda bir kaç yorum yapıyoruz. Şu an ne olduğunu biliyoruz, bir otel ama ne yazık ki içinin döşenmesi dışı kadar güzel değil. Oysa bir sonrası için hayaller kurdurmuştu bize. Uzun süre kaldıktan sonra önünde, yukarı, çoktan kanka olduğumuz bu ilginç ve çok sevdiğimiz mahallenin kalbine doğru yürüyoruz. Narikala'nın hemen altında mahalle, üzerimizden sürekli teleferik geçiyor. Şehre dair şu ana kadarki gözlemlerimiz Kartlis Deda'yı yani Gürcü Ana'yı çok daha anlamlı kılıyor. Görünen o ki burası anaerkil bir ülke.


Ne olduğunu bilemediğimiz ama üzerinde Home yazıyor olmasına rağmen bir diskotek ya da gece kulübü olmasını dilediğimiz mekânın önünde kalıyoruz. Aynalı kapısından gelip geçen mahallelileri izliyoruz. Yan sokağının üst tarafında güzel evler ve bir otel var. Fazla da sorgulamıyor ve kimseye de sormuyoruz. Hayalimizi kalbimize koyup onu hep öyle sevmek istiyoruz. Şimdi, yani şu satırları yazarken içim içimi yiyor. Olağanüstü keyifli bir mekânı ıskaladığımızın farkındayım artık. Hislerimizin peşinden bu kez gitmediğimiz için üzgünüm. Terasının sunduğu manzarayı, orada Tiflis'in belki de en güzel görüntüleri eşliğinde bir akşam kahvesinin ya da  içkisinin tadını da tahmin edebiliyorum. Eğer düşerse yolunuz, sakın ıskalamayın. Sakın ama! Çünkü burası sadece yemek yiyip içki içilen bir yer değil. Bir sanat merkezi aynı zamanda.


Fotoğraf çekmeyi hobi edinmiş ve bu işe emek veren,  manuel ayar yapmakla uğraşmayı zül saymayan sabırlı bir "emekçi" için olağanüstü güzel fotoğraflar veren fotojenik bir yer öte yandan Betlemi. Mola vermeye değecek çok hoş kafeleri ve restoranları var. En azından iki üç saati burada geçirmeyi hak ediyor kesinlikle.


Caddenin içinde barındırdığı mahalle kültürü insanı kendi geçmişine, o yıllardaki mahallenin ve mahalleli olmanın dayanılmaz tadına götürdüğü gibi, anı yaşarken kendi geçmişinin tatlarını da bir bir hatırlatmak gibi bir iyilik yapıyor insana. Sonuçta kaçınılmaz olarak dilinizden  kelime kelime anılar düşüyor Betlemi'nin her bir noktasına.


Paha biçilmez manzaralar sunuyor öte yandan. Falezlerin altında akan nehir mesela, muhteşem kilise, onun önündeki heykel, sülfür banyoları hemen çaprazda... Caddenin sonundaki satılık bina al beni diyor tartışmasız. Şekil şekil hayaller bıraktırıyor her bir katına. Oradan geri gelip de aşağı inmeye karar verdiğimiz cadde fotoğraflık, iniyoruz. Yola bariyerli kaldırımdan inerken aşağı, sağımızda kalan restoran çağırıyor, biz ise iki arada bir deredeyiz. Tam köşesine geldiğimizde dışarı çıkan ve o saatlerin görüntüsüne tatlı tatlı bakan genç garsonla selamlaşıyoruz. O ara kaçınılmaz olarak gözümüze çarpıyor solumuzda, biraz aşağımızda kalan sevimli mavi tenteler. Yeşillikleri dışarı taşan yan sokakta bisiklete binen çocuklar.


Giriyoruz bu sevimli bara. Çok da güzel küçük bir bahçesi var. Mahallemizin barı. Sevimlilik zaten had safhada. İlk defa  dolu dolu gülümseyen bir genç kız. Menü ile geliyor. Evet ülke genelinde bir tebessüm eksikliği göze çarpıyor fakat bu soğuk insanlar oldukları anlamına gelmiyor açıkçası, samimi ve size yardım için orada olduklarını hissettiriyorlar ve bunu da pek güzel yapıyorlar. Barın barı ve arkasındaki sahibi olduğunu düşündüğümüz genç adam da çok sevimli. Değişik objelerle desteklenmiş ortam zaten sıcak, yan tarafımızda uzun bir masada bir yemek grubu. Muhtemel ki bir yahudi aile, oldukça kalabalıklar. Bir kaç nesil bir arada. Bir kısmı belli ki misafir. Hoş, cıvıltılı, sıcak, şık bir masa. 

"İki Amerikano lütfen."

"Bir de cheescake lütfen."


Amerikanolarımız ve kekimiz geliyor. Mavi tabağa bayıldık ki konseptle uyumlu. Kekin lezzeti olağanüstü olmasa da güzel. "Vay be," dedirtip de benzerlerinden öne çıkacak bir hali yok.  Boşları alırken genç kız, gülümsüyor.

"Sevdiniz mi?"

"Güzeldi, sevdim." 

İz bırakan, bir başka gelişe planlar kurduran sevimli Barın, şirin bahçesinden geçerek çıkıyoruz caddeye. 


Her daim canlı ve sanki, şehrin farklı bölgelerinde geçirmiş olsalar da günü insanlar, sonunda vardıkları, ya da bir şekilde uğradıkları ya da uğramak zorunda kaldıkları bir toplanma yeri Old Tbilisi. Mekânlar davetkâr. Bir kaç fotoğrafın ardından karşıya geçip Bambis  Rigi'de yürümeye başlıyoruz.

Dün önünde kaldığımız esprili şarap mekânı dün olduğu gibi bu akşam da  gülümsetiyor. Sokakta artık ilk gelenlerle bilenler arasındaki ayrımı da yapabiliyoruz. Küçük meydana yaklaştıkça bir müzik takılıyor kulaklarımıza. Yaklaştıkça artırıyor hakimiyetini. Canlı... ve sıradan değil. Usta ellerden çıktığı belli.


Sokağın küçük meydanına vardığımızda artık her şey aşikâr. Buraya çok yakışan ve çok da beğendiğimiz küçük heykelden sağa döndüğümüz anda bingo. Bir kaç kadeh şarap ve güzel müzik için hamle yapıyoruz sokaktaki masalardan birine.

"Yalnız kişi başı 50 lari giriş ücreti var."

Vaz geçiyoruz. Bizim gibi vaz geçenlerle birlikte kaldırımın yanındaki duvarın üzerine oturuyoruz.  Bir milletler topluluğunun temsilcileri gibi. Mekânın içinden hiç bir farkı yok. Bir caz grubu, enstrümanlar da klaslarını ortaya koyuyor zaten. Bir ticari geri zekâlılık örneği aslında mekânın uygulaması. Hani giriş için ücret talep etmese de içkiyi iki katı fiyata satsa biz dahil, eminim kimsenin gıkı çıkmayacak. Kapalı bir mekân olsa ona da eyvallah. Üstelik bizi çeken müzik! İçeridekiler kadar net görüp duyabiliyoruz. Birasını kapıp gelmiş mesela yanımızdaki genç kız. Ve  konserin son kısmıymış meğer.


Piyano, kontrbas, keman, bateri ve akordeon döktürüyorlar. Her bir parçayı kendi üslupları ile çalıyorlar ve çok hoş bir yorumları var. Hemen yan tarafımızdaki, Avrupalı olduğu kesin genç kadın mutlulukla eşlik ediyor şarkılara. Klas kulakların arasında olduğumuzun farkındayız. Öndeki yaşlı çift  müziğe takılıp kalıyorlar. Öyle romantik, öyle bir birbirlerinin koynundan dinliyorlar ki. Günün en güzel saatleri, artık usulca günün karanlığına yol alan, geçmişin binalarının, kilise ve sinagoglarının arasındaki, yüz yıllar ötesinden bir coğrafya.


Derken, o şarkı başlıyor, öylesine oynaş ve eğlenerek çalıyorlar ki sanki orada bulunan hepimiz evrensel bir milli marşı dinler coşkunluktayız. Kapılıyoruz ritme, belki de anılarımıza...

İlk kez tıfıl çağlarda, Raymond Lefevre albümlerinden birinde onun orkestra yorumundan dinlediğim; henüz özel radyoların esamesi yokken  teyp kasetlerine radyo programları yaptığım yıllarda, introsu programlarımdan birinin jenerik müziği olan, daha sonra büyüdükçe asıl sahibini keşfettiğim, dinlemeye her zaman bayıldığım, büyük usta Astor Piazzola'nın Libertango'su. Öyle güzel bir yorum ki, öyle varyasyonlarla süsleniyor ki, öyle sololarla destekleniyor ki bir konserin finali ancak bu kadar güzel ve iz bırakıcı olabilir.


Erekle Caddesine girmeden bir alta, ara sokaklara dalıyoruz. Elbette ki bayılıyoruz. Geniş avlular eski evler ve içinde lüks otomobiller. Buradaki ıssızlığın aksine bir üst caddede çatal bıçak sesleri, şen kahkahalar ve şerefe kaldırılan kadehler. Mekânlar usul usul yağan yağmurla daha bir hoş görünüyorlar. Caddeye dün girdiğimizde Friends'i tercih etmiş olmamıza rağmen aklımızın fazlaca kaldığı mekânları geleceğe bırakıp yolumuza devam ediyoruz.


Bu kez Always'den (Barış Köprüsü) geçmiyor Kura'nın beri yakasını tercih ediyoruz. Bayıldığım mantar binamın dibinden geçmek istiyorum. E.T* ile birlikte Başkanlık Sarayı güzel bir poz veriyorlar, kaçırmamalı. Bir eski kale'nin bir kısmı sokakta kalmış kulesi gözümüzü alıyor birden. Dalıyoruz sokağa hemen. Kulenin önünden geçip ışıltılı bir alana çıkıyoruz. Küçük, şirin lokantalar ve marketler var; esnaf lokantası diyebiliriz bizim tabirimizle. Muhtemelen yine yabancı ağırlıklı ve öğrencilerin yoğun konakladığı bir yerdeyiz, hatta daha önce yukarıda içinden geçtiğimiz bölgenin alt tarafları olduğunu düşünüyorum şimdi. Bir şey atışırsak mı acaba? Hiç de aç gibi değiliz. Vaz geçiyoruz.


Gece şahane bir sakinlik ve tatlı tatlı, varla yok arası yağan yağmurla katmerleniyor. Işığa ve binalara boğulmamış kocaman caddelerde sakince yürümek gaz veriyor bünyeye. Benim biricik mantar binam yolun karşısında. Bir alışveriş merkezi olabileceğini düşünmüş olsam da fazlasıyla merak ediyorum. Kocaman ama çok hoş bir mimari sonuçta. Binayla son derce uyumlu kocaman bir üst geçit geçtiğimiz. Üzerine döşenmiş taşlar ıslandıkları için kaymaya pek müsait görünüyorlar. Kısmen erimiş karların yarattığı kayma korkusu bir dikkatle inerken biz, yanımızdan, otoyolda nal toplatan Ferrari hızında geçiyor bir genç. Bina çok hoş ama! Özellikle estetik yoksunu kazma yöneticiler ve yaratılıcıktan uzak ezberci mimarlar kesinlikle görmeli. Daha ilk gün çok uzaktan, evden görünce vurulmuştum. Karşı kıyıdan her geçişimizde ben, hep selam çakmıştım kendisine. Ama şimdi, önüne inmişken, daha büyük bir saygı duyuyorum bu şehre, mimarlarına* ve yönetenlere. Burası bir kamu binası çünkü: Gürcistan Kamusal Hizmet Binası. İçinde Gürcistan Ulusal Bankası ve bir kaç bakanlık barındırıyor. Şu an kapalı, ah bir fazla günümüz daha olsaydı keşke, ya da gündüz gelmeyi düşünmüş olsaydık daha önce.

Girişi arka taraf sayarsak ön cephesi Kura'nın dibinde. Alabildiğine nehir ve yeşillik. Tarih manzaralı çalışma ofisleri. Nehrin üzerinde  katamaranlar... Onların önünden geçerken yarattıkları dalgalar, binanın kıyısına vuruyorlar. Elinde kahvesi pencereden, binalara boğulmamış güzel manzarayı seyrederek çalışanlar ya da aynı manzaraya bakarak kafede bir şeyler atıştıran insanlar... İmrendirici.


Binanın içine şöyle bir göz atıp, kapalı saatleri olduğu için girememenin hayıflanmasını yaşayarak geniş otoparkını geçip yemyeşil parkın içinden  mahallemize doğru yürüyoruz. Nehri karşıya geçmek için köprüye giriyoruz, üst araçlara ait ve biz "gizemli" bir koridorda yürüyoruz. Köprüaltı ile çok uyumlu "esrarengiz" bir adam ve bol miktarda boş şişe var, sandık benzeri kutularda. Sanki bir şişe toplama merkezi gibi küçük ve kapalı bir de oda.

Ahhh... keşke girmeseydik köprüye, görünmez olalım hemen! Biraz ileride iki sevgili, çok gençler. Güzeller. Bu eski köprünün, gecenin en güzel saatinin bu dakikalarına öyle hoş bir renk katıyorlar ki; sırtını ve bacağının birini büküp ayak tabanını arkasındaki duvara yaslamış güzel ve zarif bir genç kız, önünde bizden çekinerek pozisyonunu değiştirmiş, ondan azıcık uzaklaşmış saygılı bir genç. Yakışıklı, sevimli bir çocuk. Göz gözeler. Aşk gözlerinden akıyor. Mahrem şeylerin tatlı, sıcak ürpertisi mekânla çok uyumlu. Kesinlikle böldük. Sessizce ve görünmez adımlarla yanlarından geçip köprünün üstüne çıkıyoruz. Çooook güzellerdi ya!


Ve Saarbrücken Meydanındayız. Leo Tolstoy'a selam çakıp eve doğru yürüyoruz. Sonra Fabrika'ya doğru kıvrılıyoruz. Artık yağmurluklar üzerimizde. Kocaman bir hostel olan eski fabrikanın bu kez içine giriyoruz. Gençler cıvıl cıvıl. Daha önce de bahsettiğim gibi kocaman bir oturma salonu, kocaman bir mutfak ve yemek salonu var. Oturma salonunda bir de kafe. Öğrenci olmaya imrendiriyor kesinlikle.

Dışarıdaki mekânlara şöyle bir göz atıyoruz. Vakit geç. Evde, masamızın üzerinde hâlâ bir şişe şarap var!


Pazar Pidesi, Bit Pazarının Nurları ve Tbilisi'ye Veda

*E.T.  yol arkadaşım tarafından yeni kültür merkezinin mimarisinin yarattığı sempatiye bir atıftır.
*Mantar örtülü binanın  ve E.T.'nin tasarımları  İtalyan Massimiliano ve Doriana Fuksas tarafından yapılmış. Daha fazla görsel ve diğer ilginç projeleri için Fuksas'ı tıklayın

5 Ekim 2018 Cuma

Rustavelli Avenue, Cafe Linville ve Bir Derin Ukde

 Öncesi

"Bugün, dün bir anda biraz da esprisine kurduğumuz sonra da benimsediğimiz iki aşamalı planımızı gerçeğe dönüştürme günü. İçimiz kıpır kıpır. Önce Marjanishvili'den metroya binip Rustaveli Avenue'nun başlangıç noktasındaki Rustaveli Durağına gideceğiz. İkisi, belki de daha üst segmentte ve daha popüler, daha çok övülen ve önerilen, biri ise  yaşamla bağı daha kuvvetli olanların hemen ve sıcak bir ilişki kurabilecekleri duygusu yaratan, daha sakin, daha romantik, daha baş başa bir gün ve tadına doyulmaz bir öğleden sonra vadeden, bunu hissettiren üç kıymetli restorandan birinde bir öğle yemeği eşliğinde şarap içmek; diğeri ise Gabriadze Theatre'da akşam seansında bir oyun izleyip, belki Cafe Gabriadze'de, belki de onun bir kaç  adım ötesindeki piyanonun yanı başı bir mekanda akşam yemeğini bir  parodi tadına getirip, belki de bir kaç farklı noktada -kadeh- şaraplar eşliğinde "gurmece" takılıp, oyun ve tadılan şaraplar üzerine "entelce" konuşmak. 

Ve bu iki sürecin önü, arası ve arkasını da seçilen bir müze ve günün sunacakları ile doldurmak.

Gözüme kestirdiğim ise Konstantin Simanov'un en beğendiğim romanlar kategorisindeki yeri daim, iki ana karakterin yanı sıra farklı insan hikayeleri ile muhteşem savaş tasvirleri yaptığı, okuyana o anları gerçekmişçesine yaşattığı savaş destanı Yaşayanlar ve Ölüler'den ilhamla Stalingrad" 




2 Haziran Cumartesi


Erken uyanıyorum, Mtatsminda Dağının, Uzaylının ve dönme dolabın üzerindeki bulutlar, henüz görünmeyen güneş, geceden kalan serin, günün rengi konusunda uyarı veriyorlar... avlumuz ve daireler henüz uykuda... salondaki kanepeye uzanıp yeni tanıdığım yazarın fena halde akıcı, bir film görselliği ile aklıma nakşettiği kitabını elime alıyorum, muhteşem dünün tadı damağımda, bugünse bir mutlu yürek çarpıntısı, şahane bir heyecan. Yüreğime ve bedenime geceden sinmiş sıcaklığa ise bayılıyorum. Muzır bir gülümseme göz kırpıyor nedense.

Avluya bakarak kahvelerimizi bitiriyoruz.

Yağmurluklar sırt çantasına atılıyor ve henüz sabah mahmurluğundaki avlumuzdan usulca Davit Aghmashenebeli'ye çıkıyoruz. Gecenin yorgunluğundan çıkamamış mekanların önünden yürürken vitrinindeki sıcaklıkla çağıran, beni çoktan ele geçirmiş, mahallemizin küçük çörekçi- börekçi-  pastacısına dalıyoruz. Her şey 1-1,5 Lari civarında. Yemek planı olmasa dükkanı kaldırmamak elde değil. Haçapurinin peyniri hamuruna yedirilmiş türünün  benzeri bir ürün alıyorum. Ne güzel gülen bir satıcı; yine genç bir kadın. Ağaçlıklarla güzelleşmiş caddemizin orta çağdaki halleri korunarak yenilenmiş, pastele yakın renkleri doğru seçilmiş, önlerindeki sıra sıra ağaçlarla uyumlu binalarının arasında, elimdekinin tadını çıkara çıkara İstasyona doğru yürüyoruz.

Marjanishvili'ye yaklaşıyoruz ki bize doğru şakacı bir çocuk afacanlığıyla  hamle yapan Beyefendiyi görüyorum. En Sevdiğim Kadın fark etmedi. Hamle de ona doğru zaten; İsrailli dostlarımız... Kısa bir sohbet, bir kaç espri, gülen yüzler ve farklı yönlere doğru yeniden hareket. Hâlâ gülüyoruz. Tatlı Adam. Zarif, her daim sıcak ifadesi bizimki işte! diyen, şefkatli gülüşün sahibi Bilge Kadın. İlginç ve sevimli bir uyum, seviyoruz kendilerini. Güneş meydanı parlatıyor. İstasyonun içinde olduğu bina zaten şahane


Metroyu çok merak ediyordum. Yılların ötesinden ne hikayeler anlatacaktı bana? Sovyet izleri arıyordum. Aslında tanesi 2 Lari olan toplu taşım kartlarımızı aldığımız gün, yürüyen merdivenin dişlileri ve halatları bazı ip uçları veriyordu.

Yürüyen merdivenlerin başındaki abla; mimiksiz yüzündeki sert hava, hacimli bedeni, çalı süpürgesi siyah saçları, net ve kısa konuşmasındaki sertlik ile hikayenin muhteşem  figürü. Sovyetler Birliğinin 4. projesi olan Tiflis Metro'sunun yürüyen merdivenlerinin dikliği ve ucunun görünmezliği meçhule giden yolcu tadı veriyor. Belki de soğuk savaş döneminin nükleer tehdididir bu derinliğin sebebi, kim bilir? Sanki iş kaybı olmasın diye planlanmış makine düzeni bir mantığın vardiya değişimlerindeki senkronizasyonu sağlaması için düşünüldüğü hissi veren bir hızla iniyor ve çıkıyor merdivenler. Alışkın olmayan için ve dikliği göz önüne alınca -en azından alışana kadar- tutunmadan ayakta durmak zor. Sıkı durun! Ama dipten gelen ve  boyut değiştiriyormuşuz duygusu veren nemli serinlik heyecan verici. Metronun her yerine sinmiş Sovyet izlerineyse bayılıyorum.


Birinci gelen bizim hattımız değil. Acelesi varmış bir hızla gelip, yine aceleyle kalkması arasındaki kapıların açılıp kapanma süresine dikkat! Bir anda boşalan durağın ardından gelense bizimki, aman kuyruğu kaptırmayalım! 0,5 Lari ücret ve aynı parayla 1,5 saat içinde istediğiniz kadar binebiliyorsunuz toplu taşım araçlarına.

Yaklaşık 15 dakikalık bir yolculuğun ardından vardığımız Rustaveli İstasyonunun aynı diklikteki merdivenlerini çıktıktan sonra bir banka oturup çevre tayini yapıyoruz; sakin, serin, güneşsiz ama güzel bir Cumartesi. Bulunduğumuz yer Rustaveli Caddesinin Özgürlük Meydanı yönündeki başlangıç noktası. Bizim bölgemizde konaklayan biri için muhteşem bir şey bu: Şehrin en önemli noktalarını gezen bir ring yapıp eve ulaşmak mümkün. Üstelik kolaylıkla çözülebilen bir şehir yürüyerek gezince Tiflis. Oturduğumuz yerden gördüğümüz pek çok uzak- yakın yeri kolaylıkla anlamlandırabiliyoruz. Bugün itibari ile yolda çevirip biri adres sorsa kolaylıkla tarif edebiliriz.


Bugünle geçmişin kaynaştığı, bugünün geçmişi rahatsız etmediği bu uyumlu caddenin daha önce görmediğimiz bölümündeyiz şimdi. Muhteşem binaları var. Önünde güzel bir havuzu ve fıskiyeleri olan Shota Rustaveli heykeli ve onun tam karşısındaki bina ve onun karşısındaki, bir an eski Alman şehirlerini çağırıyor ki daha sonra tanık olduğumuz ve gördüğümüz pek çok şey, bu ülkenin sanki bir batı ülkesi, ya da ona yakın olduğu hissini veriyor. 

Günün matlığına şahane bir parlaklık sağlayan usulcacık yağmurun altında, kâh küçük şarap, kâh sevimli kahve dükkanlarına, ilginç hostellere, şık giyim mağazalarına bakarak yürüyoruz.

 "Hımmmmm şurası İnstagramdaki Fabrika fotoğrafıma mesaj yazan mekan."

Bir şarap dükkanı, anladığımız kadarıyla iki genç kadının işlettiği. Hani gün için dün ani bir tetiklenmeyle bazı planlar oluşturmamış olsaydık, bugünün tamamını kesinlikle bu cadde üzerinde geçirebilirdik.

1839 Petersburg doğumlu mimar Victor Schröter tarafından projelendirilip 1851 yılında açılan Georgian National Opera Theater'ın binası muhteşem; bir ampul yakıp, bir hevesi harekete geçirip bir hevese eklemliyor hemen kendisini. Yine görkemli bir barok mimarinin üzerinde asılı renkli  afiş dikkatimizi çekiyor uzaktan. 1887'de hayata geçirilmiş Rustaveli Theatre burası. Tam karşısındaki kaldırımdayız ve uzun süre kalıyoruz orada. Yolun kenarındaki banklar, caddenin genel havası ile ne kadar da uyumlu. Görkemli, akustiği muhteşem bir salondaki Rock Festivali, hayal kurduruyor elbette.


Cadde üzerindeki pek çok bina içimdeki çocuğu sürekli didikliyor. Ben ki akan caddeleri, özellikle ortalık çekildikten sonra balkonda oturup izlemeye bayılan bir çocuğum hâlâ, o zaman bu muhteşem, uzun ve düz caddeyi geçmişin izleri sinmiş binalarının birinin balkonundan izlemeliyim kesinlikle. Festivalin tarihi üzerinden bir hayal şekillendiriyoruz keyifle. Bu kez Rustaveli üzerinde bir yerde kalmalıyız sanki. Bu caddede bir günü her anlamda dolu dolu yaşamak için her şey var çünkü.


Eylem alanında bu kez aileler var,  üç gündür eylemin tüm unsurları hem yazılı basında hem de televizyonlarda. Oysaki daha ilk gün, polisleri protesto eden yürüyüş sırasında yılanların başı ezilmeliydi! Üç gündür söz hakkı tanımak, üstelik sürekli alanda doktor bulundurmak, televizyonların ve yazılı basının sürekli takibine izin vermek, dinlenmek için kurulmuş çadırlara göz yummak da neyin nesi ki?!

Bu arada yağmur hızını artırıyor, yağmurluklar görev başına. Hızlı adımlarla alt geçide varıp karşıya geçiyoruz. Sevimli bir yağmur aslında, arada bir gaza bassa da genellikle yağmurun tadını çıkar dostum hızında.  Müze için güzel bir saat ve güzel bir hava. Kişi başı 7 Lariyi kredi kartı ile ödeyip, kafesinden iki de su kapıp dalıyoruz tarihin derinliklerine. O coğrafyada yaşamış tüm medeniyetlerden izler var, güzel düzenlenmiş bu müzede. Hititler ile burada da karşılaşmak heyecan verici.


İlk katta kafa tasları ve hayvan fosilleri ile dolu bir bölüm var. Kafatasçı insanlar olmasak da tarihsel süreçler için izler bırakan alan, bir çok taşı yerli yerine oturtmamıza da olanak sağlıyor. Eğer müzelere ve insanlık gelişimine meraklı biriyseniz epey zamanınızı alabilir Gürcistan Ulusal Müzesi. Sevimli kafesi ve özellikle dış alanı, arasında kaldığı binalar ile birlikte huzur ve sakinlik vadediyor. Şu hayattaki en keyifli kahvelerimizden birini içiyoruz; havanın rengi, ıslaklık ve tarihle yoğrulmuş bu romansal avluda. Yine karşılaşıyoruz İsrailli Çiftle. Müzenin Satış Mağazasında yine yapıyor muzipliğini Abi.

Üst katlardan birinde, bir büyük taş dikkatimizi çekiyor, bir tür tuvalet taşı olabileceği üzerine yoğunlaşıyoruz. Muhtemel ki benzer sahne ile çok kere karşılaşmış, az önce bir sandalyede oturmakta olan zarif hanımefendi bitiveriyor ensemizde. Anlıyoruz ki bir "set üstü ocak" bu. Daha küçüğü ise alt parçası ile yekpare bir biçimde camekanın içinde. Tam anlamı ile bir "piknik tüp" bu da! Tombul gövdesinin alt kısmındaki delikleri ile birlikte tıpkı basım sanki. Tek fark bunun yekpare ve topraktan olması. Gülümsetiyor bizi. Her katta bilgi vermeye hazır, anında omuz dibinizde biten görevli insanların olması ne hoş.


Kıyafetler, takılar, dokumalar olan bölümlerden nispeten hızlı geçiyoruz. Bazı tablolar kesinlikle fren yaptırıp önlerinde bırakarak, uzun uzun düşündürtmeyi ve küçük ip uçları bulup, onları hikayenin bütününe ekleyerek bu küçük ülkeye sempatimizi artırmayı başarıyorlar. Bir çok müze ile ki bizim ülkedekileri de dahil kıyasladığında insan, küçümsemek gibi bir eyleme maruz kalabiliyor; ama burası bağımsızlığını yeni kazanmış bir ülke, yoğun bir biçimlendirmenin etkisinde kaldığı dönemden hızla sıyrılmaya çalışılırken kendi olmayı da istiyor ve bunu başarma yolunda hızlı adımlar attığını hissettiriyor insana.


Ve sanki tüm katlardan bağımsızcasına düzenlenmiş, siyah, kırmızı ve yeşilin hakim olduğu, geçmişten bugüne verilen bağımsızlık mücadelesinin sergilendiği, yoğun Sovyet egemenliğinin izleri ve ülkeyi biçimlendirme baskısının hissedildiği, tüm o süreçlerin insan aklına çok güzel özetlenip nakşedildiği kata geliyoruz. Girişte, hemen soldaki kırmızı ışığın ve karanlığın hakim olduğu bölümdeki ahşap yük vagonunu görünce, bir cızzzz sesi geliyor kalbinizden.  Koca bir treni canlandırmamak mümkün olamıyor. Stalin tümüyle var bu salonda. Çalışma masası kaçmaz. Ama Gürcüler, bu müzeyi düzenleyenler öyle arafta bırakmışlar ki; simgelerle ve ona ait olanlarla Stalin'i. Gürcü olduğu için onunla gurur mu duyuyorlar yoksa yeriyorlar mı... kızgınlar mı yoksa? Yanıtı, size sordukları sorularla birlikte tarihe bırakmış gibiler. Duygularının aslını anlamak açısından meraklı bir ikilemin tam ortasındayız şimdi.


Şu an ülke genelinde fark edilen şeylerden biri de Almanya'nın bu ülkeye en çok destek veren ülke olduğu hissi. Bir tür hamilik yaptığı. Bunun derinliklerini ve tarihsel sürecini de bu müzede görmek mümkün. Özellikle Alman  Sosyal Demokratlarının geçmişten beri bağımsızlık mücadelesine verdiği desteğinin izleri, bağımsızlık önderlerini sahiplenişi, sürgünlere ya da kaçanlara kucak açışı bu müzede açık seçik gözler önüne seriliyor.

Çocukluktan beri meteoroloji ile komşu olmanın kazandırdıklarının faydalarını burada da yaşıyoruz. Bunun çok kere altını çiziyorum yaşam boyu elbette, havamı da atıyorum. Bulutlara bakıp, havanın renklerini koklayarak 30 dakikalık kesin tahminler yapabiliyorum. Dışarı çıktığımızda kısa süreli ve daha hızlı bir yağmurla karşılaşacağımızın bilincindeyiz. Oysaki avluda kahvelerimizi içerken bir damla bile yağmıyordu. Çıkmasak mı? diye düşünüyoruz ama kısa süreli olacağını da biliyoruz, o halde gerektiğinde saçak altlarından yürüyerek tadını çıkaralım yağmurun.

Puşkin'e kıvrıldığımızda yağmur bitiyor. Eksik bıraktığımız bir şey var mı? diyen gözlerle yürüyoruz Puşkin'den Gabriadze'ye doğru. Bir an öncenin sessiz telaşındayız artık. Ya bilet kalmazsa aceleciliğinin hakim olduğu adımlarla yürüyoruz. Heyecanımız adımlarımızdan hızlı. O çoktan gişenin önünde sanki. 

Sokağa giriyoruz. Sendika binasının önündeki bankta birlikte oturan biri işçi biri memur iki emekçi heykeline selam çakıyoruz. Kesinlikle çok sevimliler. Ohhh! Gişenin önünde kimse yok. Kapalı mı yoksa? Bir kaygı. Planların bozulacağı korkusu. Güne dair heveslerin şahane heyecanı...  güne iştah. Çocuk sevinçler... ve kaygılar elbette. Karşıtlıkları ile iç içe bir sürü soru ve geçişleri ile birlikte muhteşem bir duygu yoğunluğu. Hahh, işte dün tatlı tatlı sohbet ettiğimiz abla. Onu kuleyle uyumlu küçük ofisinde görmek lazım kesinlikle; bir masal odada bir masal abla. Elinde kahve fincanı ile ofise doğru geliyor. Stalingrad bugün gösterimde değil. Olsun!

 "Merhaba."

"İki bilet almak istiyoruz."


Düşünebilmeliydik aslında! Derin bir hayıflanma. Mutsuz değiliz ama. İki çocuğun hevesinin, heyecanının, bir an önce telaşlarının, hayallerinin yıkılışı anındaki hislerinin başını okşayan yetişkin iki kişiyiz biz şimdi. Paha biçilmez bir ruh hali, aynı bedenlerde iki çocuk ve durumu olgunlukla karşılayan iki yetişkin. Gülümsüyoruz. Evet, biletlerin kalmamış olacağını düşünmeliydik. Bir oyun izleriz diye düşünmemiştik demek ki buraya gelirken. Belki de bu şehrin bizi bu kadar içine alacağını hesap etmemiştik. Oysa ki etmeliydik. Bir kültür şehri gerçeğini kabul eden gözlerle baksaydık, en az bir haftalık biletlerin satılmış olabileceğini öngörür ve çok önceden internet sitelerinden alırdık biletlerimizi... kesinlikle alırdık, almalıydık. Alın!


Enfes bir hava. Sanki kış renginde bir sonbahar, lakin biliyoruz ki ilk yaz. Bir sebebi olmalı! Bir durum değerlendirmesi yapıp vuruyoruz kendimizi çatıdaki eski tip televizyon antenlerine bayıldığım iki eski evin arasından eski izleri taşıyan sokağa. Üç restorandan Pur Pur ve Barberestan'ı eliyoruz; sanki bu güzel, romansı havayı, bu güzel günü renklendireceklermiş gibi hissetmiyoruz. Ona doğru... aslında en çok merak ettiğimize doğru... bugünün hikayesinin ana karakterlerinden birisi olacağı hissini verene doğru ara sokakların tadını çıkara çıkara, başka bölgelerde gördüğümüz, neredeyse birbirinin aynı noktalara, üç yol ağızlarına kurulmuş İngiliz evlerini çağrıştıran tuğla binalara hayran kalarak, gördüğümüz her sokağa, eskide kalmışlığa, küçük küçük bakkallara, kafelere, antikacılara  ve sakinliğe bayılarak yürüyoruz.

Sonunda bir caddeye ulaşıyor, biraz yürüdükten sonra bir başkasına sapıyoruz. O burada, hemen sokağın başında olmalı. Neden bulamıyoruz o halde? Numara mı yanlış? Ya da değişti mi acaba?

Sokağın neredeyse sonundan geri dönüyoruz. Sokakla caddenin kesiştiği noktada bir içki dükkanı var. Eğer çift numaralar bu tarafsa burası olmalı, ki öyle. O ara, üzeri renkli ve desen boyanmış kapı dikkatimizi çekiyor. Süper. Huzurlarımızda Cafe Linville. Kapıdan girip eski merdivenlerini çıkmaya başlıyoruz. Küçük avludaki ağaçlar, çiçekler sevimli bir cangıl. Çıktığımız verandadaki eskilik şahane. Mutfak, lavabo, müdüriyet gibi kapıların önünden geçip salonların ana kapısının önünde kalıyoruz. Üstelik mavi yahu. Bir genç kız karşılıyor bizi. İçeride gelin- damat ve bir Gürcistan klasiği olarak kızlı erkekli sağdıçlar var. Şıklık yine doruklarda. Muhtemel ki saatlik kiraya veriliyor çekim için. Bir süre sonra müdüre hanım, biraz da serzenişle ve kesinlik içeren bir ifade ile uyarıyor içeriyi. Biz içeri geçip, beğendiğimiz bölümde, pencerenin önündeki masaya oturuyoruz. Günün en güzel saatleri.  Mekan bayılmalık. Hemen sağ yanımdaki duvara gömülü, ısısını duvar içlerinden özel bir sistemle odalara gönderen şömine ihtişamlı. Bir eski evden evrilmiş, geçmişin salonlarına ışınlandığımız şahane bir mekan burası. İçeriğinden bağımsız olarak, gördüğümüz en güzel menülerden biri geliyor. Yine İngilizce konuşabilen tatlı bir genç kız. 

Mutluyuz!


Film Tadında Bir Öğle Yemeği ve Bir Bonus Olarak Betlemi Street

23 Ağustos 2018 Perşembe

Bambis Rigi ve Eski Tiflis'de Bir Bohem Akşam

 Öncesi

Günün ruhları dürtükleyen saatlerindeyiz. Vaktin rengi şapşahane. İştahımızda en ufak bir yorgunluk, en ufak bir güç kaybı yok; aksine, tazelenmiş bir heyecanla ikinci perde başlıyor sanki. Şimdi bu ılık şehrin Old Tbilisi denen bölgesinin kutsal olanlarla yeme içme noktalarının iç içe olduğu kısmındayız. Çok davetkâr mekânlarla dolu, farklı ülkelere ait olmalarına rağmen yaşamla ilişkileri benzer, pek çok ortak paydaları olan insanlarla kalabalıklaşmış, zenginleşmiş ve farklı kültürlerin bilmediğimiz renkleri ile boyanmış bu kadim sokakların olağanüstü müziğinin tadını çıkarma vakti.

Gördüğüm anda heyecanın dibine vurduğum mimarinin kan akışı yüksek damarlarında, bayıla bayıla yürüyoruz. Kâh durup ilginç bir mesajla çağıran barların fotoğrafını çekiyor. Kâh bir objenin cin fikirlerine göz atıp yorumlar yapıyoruz. Sanki yoğun bir günü ve izlerini bölgeye girdiğimiz anda bir askıya asmışız gibi taze ve yepyeniyiz.


Yukarıdan gördüğüm dış ve iç bükey iki güzel binanın arasındaki Bambis Rigi Sokağı oldukça kozmopolit; çok keyifli hikâyeler anlatıyor ve çok eğlenceli. Sanat galerileri, barları, kafeleri, her yerden gelen farklı müzik sesleri, mağazaları, takı tasarımları ve seyahat acentaları ile başka; biraz pavyon havasında oldukları izlenimi yaratan, biraz da avcı olabilecekleri fikrini hakim kılan davetkâr bir kırmızı ve siyahın hakim renk olduğu -cazibeli- mekânları ve o mekânların  kapısında gördüğümüz çok renkli, kıvamında bir abartıyla ama hoş boyanmış, bir Fellini filminin oyuncuları tadındaki sevimli genç kadınlarla da başka bir hikâyenin içinde gezdiriyor sokak bizi. Hani yemek sonrasında, tatlı bir çakırlık içindeyken tekrar buraya dönsek, bunlardan birinin sokaktaki rüküş koltuklarına otursak, bir bira ya da kahve içsek hiç fena olmazdı gibi geliyor şimdi.


Erekle Caddesine gelmeden ulaştığımız minik meydandan sola dönüyoruz, sonra bildiğimiz bir şarap mekânını buluyoruz. Dışarıdaki masası bir an olur dedirtiyorsa da mekânda bir hayat belirtisi yok. Masanın üzerindeki menüsünü inceliyoruz bir süre, sonra bir genç geliyor dışarı... ya mekânda yeni ya konuya uzak, içeriyi dolaşıyoruz ki kimse yok. Yaz değil de bir kış ya da sonbahar akşamı için güzel sanki mekân. Şarap skalası epey geniş ki aynı zamanda satıyorlar da. Sorularımıza pek yanıt veremiyor genç ve yardım istediği yerden de ses gelmiyor.

Çıkınca dışarı bir eski, Hugo romanlarındakine benzer, sanki yetimhanesi de varmış hissi veren,  ziyaret eden insanlarla canlı kilisenin önünden, Sinagog'a doğru yürüyoruz. Yürürken geniş bir tarihsel sürecin içindeyiz; bugün, dün, 100 yıl önce, bugün, bin yıl önce, bugün, orta çağ, şimdi şeklinde bir zaman yolculuğu. Heyecanımız Sinagog ama! İhtişamlı, sakin ve vakur... Mimarisini ve bize söylediklerini çok seviyoruz. Kapıdayız. Güvenlik üst düzeyde. Bir görevli yanaşıyor, 

"Neredensiniz?"

"Türkiyedeniz."

Şabat nedeniyle gezemeyeceğimizi söylüyor. Üzülüyoruz, hem İsrailli dostlarımız vardı sabah tanıştığımız. Umuyoruz ki karşılaşırız. 


Old Tbilisi denen bölgenin meydanına bakan, işlek caddenin kenarındaki bir büfeden en sevdiğim yol arkadaşım sigara takviyesi yapıyor. Sanki bu şehirde hep kadınlar çalışıyor.

Sinagoğun alt tarafından kıvrılıp arka caddeye doğru yürürken önünde kalakaldığımız; Dickens zamanlarında, daha çok  bir deniz şehrinde, hemen limanın dibindeki, ıslak bir gecede sığınılmış görkemli ama ıssız bir han lezzeti yaratan, akşamın o saatinin ışıklarına pek yakışan, kendinden emin, tatlı bir iddiası olan fakat asla kasılmayan bilge binaya bayılıyoruz. Belki de Sinagoğa bağlı bir yetimhaneydi, kim bilir? Ya da geliri ona bırakılmış bir iş hanı.


Tekrar Bambis Rigi'den giriyoruz. Bu akşamın mekânına karar vereceğiz. Buradaki mekânlar sanki bize hitap etmiyor pek, bir akşam yemeği için ama!..  Erekle Caddesindekiler daha hoş ve bir akşam yemeği için kuvvetli menüleri varmış hissi yaratıyorlar. İki tur atıyoruz. Aklımızı çelen çok mekân var. Bulunduğu nokta ve bize verdiği hissiyat nedeniyle -aklımızda kalan başka mekânlar olsa da- Friends House'da karar kılıyoruz. Sevimli, kıpırtılı, içimize sinen ve bizi ısıtan bir mekân oluyor hemen. Çünkü bize bakan genç kızla iletişim güzel. Her sorumuza ilgiyle cevap veriyor, menüye hakim ve açıklamaları doyurucu. Ayrıca lavaboların olduğu ve kışın daha çok kullanıldığını düşündüğümüz şömineli, şık ama hoş ve abartısız döşenmiş kapalı bölümleri hayal kurdurmayı başarıyor. Bir sonbahar ya da kış akşamı, şarap ve eşlikçileri ve de piyano güzel olur.


Üzüm konusunda kararlıyız, coğrafya konusunda da... Üzümler, kıymetli şaraplar için kıymetli üzümlerin yetiştirildiği Teliani Valley'deki Kakhati bölgesinden. Ünlü bir cins, Saperavi. Glekhuri'ler aynı bölgedeki Kisiskhevi adlı köyde, yıllanmış küplerde fermente ediliyorlarmış. Kanlarımız kaynaşıyor sanki. İç güdülerimize güveniyoruz. 

" O halde bir şişe Glekhuri lütfen."

"Bir Jonjuli. "

"Bir Sulguni "

"Bir de Chakapuli lütfen"


Şarap kendine özel kadehleri ile geliyor, diğer masadakilere benzemiyor. Firmanın promosyonu olduğunu düşünüyoruz. Elimizin alıştıklarından farklı olması bir an garip gelse de hemen kaynaşıyor, yakıştırıyor ve bu şarabı başka bir kadehle hayal edemez hale gelip, onunla özdeşleştiriyoruz, Galekhuri'yi..

Yiyecekler gelene kadar biraz havalandırıyoruz şarabı. Damaklarımız meraklı. Bizse sabırlıyız. Köyü hayal ediyoruz. Hımmmmmm... küpte oluşturulmuş şaraplar! Hititleri şükranla anıyor, kadim zamanlara gidiyoruz.

"Ne keteydi ama, di mi?" ;))*

Jonjoli ki kendisi soğanla harmanlanmış ıhlamur turşusu, masadaki yerini alıyor. Hemen ardından bir tür saganaki ya da kuymak sayabileceğimiz Sulguni geliyor ki bir peynir türünün adı bu. Haçapuri'de de kullanılıyor. Kesinlikle sıkı bir peynir ve lezzetli.

"Sana bana, Hititlere, bağ bozumlarına, Kisiskhevi'ye ve bizi seven Tbilisi'ye."

Rengi ve duruluğu ile genç ama tadıyla olgun bir şarap Galekhuri. Tatlıya daha yakın ama baskın ve rahatsız edici bir tatlılığı olmayan yumuşak içimli, dolgun ve keyif veren, tutarlı bir şarap bu. Lezzetli. Sevdik kendisini, tanıştık, memnun olduk ve kaynaştık.


Ihlamur turşusu nasıl ola ki dememiştik, tasavvurumuz ıhlamur kokulu bir lezzet akşamında bizi mutlu edeceği noktasındaydı. Hani belki biraz ukalalık yapsak, yumuşak içimli bir şarap ile eşleyemeyebilirdik kendisini. Ama bu şarap orta damaktan genize giden yolculuğunda "O kadar da hafife almayın beni," diyor kesinlikle. Saygı duyduk. Sevdik, cümbüşümüz renklendi.


Kıpır kıpır tereyağı, peynir, mısır unu muh-te-şem. Şarapla bayıldılar birbirlerine, siz ne alem dercesine bakıyorlar bize.  

"Ölelim mi yani?"

"......................."

"Ölelim o halde."

Birer yudum... iyice kaynaştığımız şaraptan. Gözlerimizi ve diğer duyularımızı dünyaya kapatıyoruz. Sadece buruna gelen sulguninin kokusunu hissediyoruz. Bir yudum şarabı, tüm renklerine ayırıp, her bir rengini yudum yudum hissediyor ve dilde, damakta ve genizde kalmış muhteşem izleriyle sulginiyi birleştiriyoruz. Öldük. Hem de kaç kere. Birlikte, tek tek, şarapta peynir izi, izde şarap tadını arayıp bularak, her bir nüansa bayım bayım bayılarak ölüyoruz.


Adını doğru yazdığımdan şüpheli olduğum, taze kişnişlerin, kaburga parçalarıyla birlikte suyunu lezzetlendirdiği, karabiber tadının hissedildiği, mayhoş ve meyvemsi suyuna ekmek banılası ve yudum yudum içilesi, küçük ve derin güveçlerde pişirilip öyle servis edilen lezzetli bir haşlama Chakapuli. Lakin bir hata yaptık biz; baştan söyledik ve daha meze sınıfından saydıklarımızı tüketmemişken ve bizim bir yemek süremiz en az 3 saat sürdüğünden, kaçınılmaz olarak soğuttuk. Oysaki meze saydıklarımızın sonuna yaklaşmışken sipariş etmeliydik ve hatta bir final çorbası muamelesi bile yapabilirdik kendisine. Malum... kuzu etinin soğumuş halinin yarattığı kısmen donmuş yağ efekti, pek hoş olmuyor.


Tam karşımızda enfes caz parçaları çalan iki kişi ve bir ritim box'dan oluşan bir grup var. Takılınası bir mekan KGB.  Çok kendine münhasır, tabelasındaki harflerdeki kırmızısı bayılınılası..

Güzel çalıyor abiler ve repertuvarları geceye ve mekâna çok yakışıyor. Sevdik kendilerini, teşekkür ettik gecemize kattıkları renk için. Ama tarihsel binanın penceresinden sokağa bilmem kaçıncı kere bakan abla olağanüstü. Seviyoruz kendisini...

Bir de sosis siparişi veriyoruz o ara. Bir süre sonra geliyor. İlk gün akşam evde yediğimiz sosislerin tadı hâlâ damağımızda.


Aman tanrım!.. El yapımı bunlar ve çok enteresanlar; çünkü içlerinde kokoreç var. E baharatlar da kıvamında, üstelik çok güzel kızartılmışlar, şarapla da eşleştirdik kendilerini ki bu keyifli akşamda ukalalığa hiç gerek yok. Ama bu geceye anlam katan, bir akşam yemeğinin keyfi nasıl çıkarılır konusunda ders veren bir çift vardı yakın masalardan birinde; bizden yaşça büyük, muhtemelen Avrupalı. Öyle tadını çıkara çıkara yiyip içtiler ki, kendi "fine dining"lerini adeta kendileri oluşturdular. Helal olsun.

Ödememizi kredi kartı ile yapıyoruz, işini iyi yapan tatlı garsonumuza da bahşişini zevkle bırakıp kendisine teşekkür edip salıyoruz kendimizi geceye. Aklımızın kaldığı, gerçekten keyifli mekânların arasından geçerek bir kez daha ama bu kez kablosuz ledleri ile aydınlanmış Always'den geçiyoruz.

Bitmesin istenen gecelerden biri daha, hava olağanüstü güzel, kafamızı çevirdiğimiz her noktada güzel aydınlatılmış, her biri birer simge olabilecek binalar ve tarih, öte yanda durun daha bitmedi diyen bir şehir, gecesi başka güzel Kura Nehri, arkamızda Kartlis Deda.

O ara yolumuzu değiştiren bir ses geliyor, Rike Park'ın içinden. Güzel müzik. Gitarın sesi hoş geliyor. Önlerinden geçip bir banka oturuyoruz. Güzel parçalar çalıyorlar ama yakından o kadar da başarılı gelmiyor. Bu hali de seviyoruz. Her şarkıda alkışlıyoruz. Göz teması da kurduk. O şimdi daha mutlu ve daha coşkulu. Bir süre daha kalıp, teşekkür edip, kasasını da besleyerek parktan çıkıp Kura'nın kıyısından, gecenin sessizliğinde kadim ağaçların altından, birbirimizin sıcağına sokularak, serin geceden eve doğru yürüyoruz. Bir minik katamaran yanaşıyor iskeleye, içinde, gecenin tadına son kadehlerini kaldıran insanlar. Karşımızdan koşuya çıkmış bir genç adam geliyor. Sağ yanımızda ve tepede, gözüm üzerinizde dercesine şehrin her noktasını gören, ve şehrin her noktasından görülebilen ışıl ışıl başkanlık sarayı. Arkamızdan hızlı adımlarla gelen tokyo sesleri. Genç bir çocuk, su kokulu.

"Boat trip ister misiniz?"

"Hayır."

Aslında, özellikle falezlerin olduğu coğrafyada, bir kanyondan geçermişçesine bir keyifle kadeh kadeh şarabı yuvarlamak geçmedi değil aklımızdan. Lakin tercihler yapmaya da-bazen- mecbur kalıyor insan.  Velhasıl-ı kelam bu şehir -en az- iki kere gelmelik şehirlerden... Önce tanışmak gerek kendisiyle, diğer şehirlere benzemeden.


Artık mahallemiz sınırları içindeyiz. Leo Tolstoy Caddesi alaca karanlık kuşağı gibi. Zifir. Girdiğimiz anda arkamızdaki ışıltılı alandan tümüyle soyutlanıyoruz. Evlerden dışarı sarkan neredeyse hiç bir ışık yok. Sokak lambaları konik bir hüzme ile diplerini aydınlatıyor sadece. Bir kaç yüzyıl gerideyiz şu an. Ardımızdan gelen bir çift ayağın ritmi vallahi yakışıyor geceye. Dar bir girişten üst kattaki ışığa çıkılan merdivene konsantreyiz. Sanatsal bir fotoğraf işten bile değil. O an, ayak sesleri ensemizde duruyor. Alaca karanlık kuşağında güzel bir kız. Gülümsüyor. Gülümsüyor ve çekiliyoruz kenara.


"Hadi çekin uyku tulumlarınızı, kapın ikişer birayı meydandaki marketten, kıvrılın merdivenin dibine, yakın sigaraları ve geçirin geceyi benimle," diyor Leo Tolstoy.  

"Yapmazsak namerdiz."

"Sen kimlerle aşık attığının farkında mısın ağam?"


Neşeyle kadehler kaldırmış, şehrin bin bir güzelliğini seyrederken  mutluluk şarkıları söylemiş, tadımlıklar ve her renkten şarapla felekten çaldıkları gün için hayata şükretmiş mutlu insan izleri sinmiş, yeni gün ve yeni insanlar için dinlenmekte olan minibüs çok ama çok hoş, yakışıyor caddeye ve alaca karanlığa. 


Ama şu dükkân, boynuna sarılınası şu dükkân, önünde dakikalarca kalınası şu dükkân çok kıymetli. Kapıların henüz açıldığı yılların simgesi, tarihe ışık tutan bir yedek parça dükkânı... mı? Arkeolojik bir eser, öyleyse!? Zamanı yaşamış ve bu meslekten insanlar için çok manalı.  Mesleğin içinde uzun yıllar yer almış, ona dokunmuş, çocuk gözlerle başlayarak ondan biriktirmiş, ve üzerine bir şeyler yazabilecek, bunu düşünen insanlar için  paha biçilmez bir nimet.

Ama durun, sadece onlar, bu mesleği yaşamış olanlar için mi manalı? Hayır. O meslek sahiplerinin çoğundan, çok ama çok daha sahiplenen, çok daha bayılan, an itibariyle balonlar uçurup havai fişekler patlatan birisi daha var. Aslında yüreği güzel atan, tüm bu caddenin ruhuyla eşleşebilen, geceyi seven, okuyan ve hisseden herkesin içinde uçuracağı balonları var sanki, bu caddede bu dükkânın önündeyken. Yoksa her şey alaca karanlık kuşağın da mı?


Günün finaline öyle yakışıyor ki LeoTolstoy. Ayaklarımızı yerden kesiyor. Caddenin bizim ev yönündeki bitimi Saarbrücken Meydanı. Işıltılı bir coğrafyadayız artık. Şu marketten bir şeyler alalım.

Hemingway'e selam çakıyoruz. Son kadehler, baygın gözler ve tamamlanamamış sohbetler var daha.. Boru dansı grafitili mekânın önünde bodygard görünümlü iki adam. Selamlaşmamıza az kaldı. Aynı mahalledeyiz. Karşısındaki kafede gecenin son kahvelerini içen genç bir çift. Hımmmmmm gece!

"Dondurma yemeliyiz!"

Aslında bir çocukluk anısı olarak kalmış bir pastane ve vals yapılan görkemli salonlardan bir hanımefendi var aklımda; Rus olarak  nakşettiğim, topuz yapılmış gümüş parlağı sarı saçları, kulağındaki inci küpeleri, orta yaş üstü, uzun boylu ve hatları düzgün 44 beden haliyle.

İki ortaokul çocuğu çekingen adınlarla girmiştik pastaneye, öncesinde para hesabımızı da yapmıştık. İki salep söylemiştik; olağanüstü güzel döşenmiş, yuvarlak masalarında güzel örtüler, tavanlarında avizeleri olan, sandalyeleri bizimkilere benzemeyen ve kolçaklı, ışığı peri masalı Şato Pastanesi'nde.  Evlerin vitrinlerinde kıymetli misafirleri bekleyen fincanlarla gelmişti saleplerimiz. O günden beri bilirim ki Gürcüler pastaneci. Bir pastane istiyorum aslında, Tiflis'te bir pastane.

Evin az ilerisindeki dondurmacı da olur, şimdilik. Vakit geç. Dışarıdaki masalardan birini kapıyoruz. Cadde usul usul akıyor artık. Arka masada buraya çalışmaya gelmiş başka ülke işçileri, muhabbetleri çok konuşkan... İçeri girip dondurmalarımızı seçiyoruz. Sevimli bir genç kız. Önerilerini dinliyoruz.


Hımmmmmmmm... çok güzel, süt kokulu ve lezzetliler. Keyifli bir tüketim eylemi... fakat yine de endüstriyel bir dondurma, her ne kadar Algidalardan çok ama çok ama çok dondurma olsa da.

Ben gerçek bir Gürcü pastanesi istiyorum ya.

"Teşekkür ederiz."

"İyi geceler."

Demir kapıyı aralayıp sessizce avlumuza sızıyoruz. Güzellik ve Masaj Merkezi hala açık. Gıybet yapasım var ama seviyoruz kendisini. Bizim avluyu onsuz düşünemem. Işıkları yanan dairelerden sesler düşüyor geceye.

Yaşıyoruz!

Rustaveli Avenue, Cafe Linville ve Bir Derin Ukde

*Hattuşa-Boğazkale'de bir fırının

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP