19 Temmuz 2010 Pazartesi

15 Temmuz 2010 Perşembe

Kebabın Fısıltısı...

Ben iki olamam ki..
Sizleri doyurmadan.

Ö.Asaf
Yalnızın Serenadı

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Sevme Diyeti...

Sana daha önce hiç Yusufçuk hikayelerinden bahsetmiş miydim? Yusufçuk mücadele hayvanıdır. Yani öyle derler! Hayatımda hiç görmedim, ama aynı zamanda çok da güzel derler. Yusufçuğun mücadelesi doğduğu an başlar ve o bu mücadeleyi aşkı için sonlandırır. Bizim bildiğimizden biraz başka aşk hikayelerinin adamıdır Yusufçuk.

Doğru... Sana Yusufçuktan hiç bahsetmemiştim. Hayatları boyunca doğru eşi arayıp çiftleştikten sonra, erkeği dişisini, başka erkeklerden döllenmesin diye arkasından çeker. Sonra bir çabalama, bir hışım... sanıldığı kadar basit değil, hatta ölümcül olabilir. O, doğmak, hayatta kalmak ve metamorfozu için ihtişamlı bir mücadelenin, böcek örnekleri arasındaki en can alıcısıdır.

Herneyse... Sonum hiç Yusufçuk hikayelerinden birine benzesin istemem. Kıskançlığımız bizi girdaplarda boğsun da istemem. Birlikteliğimiz Ahmet Altan'ın kitaplarından birinde bahsettiği ölümcül kıskançlık hikayelerinden biriyle sonlansın da istemem...

Hayatımda "işte o" deyip adına binlerce harf karaladığım adamın, bir gece, bir hiç meselesi üstüne ellerimden kayıp gitmesine de izin vermem: Loş ışıklandırılmış bir salonda apansız masama oturan, ve bir bayram sabahı hiç yoktan yere kimseleri aramayıp sadece onun için telefona sarıldığım, çatlak sesimle kulaklarını yırtıp bayram kutladığım ve işte öylesine muhabbet olsun diye -yalan! numaramı kaydetsin diye- olur olmaz herşeyden, birşeylerden bahsettiğim bir ilk adam için...

Ve ileride gelirde kızlarımı eteklerime toplayıp, anlatıp gülerim diye oynadığım şakadan ibaret oyunlar... sevebileceğime hiç inanmayıp çıktığım yol ve yanıldığım her akşam, ağladığım her telefon... binlerce teklif-i red konuşması... ve hepsini geride bırakıp sana gelişim. Olmaz deyip, gelişim, gelem deyip gelişim... geçmişte ne bir iz ne bir toz bırakmadan gelişim, seni kirletecek en ufak bir kir pas almadan gelişim... ve geldiğimin farkına hiç varmayışın.

Ben seni şöyle sevdim, böyle sevdim nidaları atacak yaşı çoktan geçtim. Ama ben seni, benim sana verebileceklerimi tahmin edemeyeceğin ölçüde sevdim. Paylaştığımız şeyi, paylaşma biçimimizi sevdim... Her gürültü dahil, her küfür hatta her ağlama, gırtlağımdan çıkan öfke dolu sesler dahil, birbirimize kustuğumuz her gece hatta, her kıskançlık krizi ve her sevme, sevişme, dediği* gibi her üryan gelişme dahil bizi çok sevdim. Ve ne olursa olsun yaşadığım ve anlatabileceğim tek hikaye olarak kalmanı isterim... Halen herşey adına mücadele ederim. Yusufçuk misali...

Seni sevipte görüşemediğim 3 hafta dahilinde 6 kilo kadar verdim. Anoreksiyadan öleceğimi bilsem yine severdim.

11 Temmuz 2010 Pazar

Deneme

“Bir devleti hiçbir şey yenilik kadar rahatsız etmez: Değişiklik hep kötülüğe ve zorbalığa yol açar. Bir tek parça bozulunca düzeltilebilir: Her şeyin özündeki bozulma ve çürüme eğiliminin bizi ilkelerimizden uzaklaştırmasına da karşı koyabiliriz; ama koca toplumu yeniden kalıba dökmeye, bu kadar büyük bir yapının temellerini değiştirmeye kalkmak, düzeltecek yerde silip süpürmek, ufak tefek kusurları toptan bir kargaşalıkla düzeltmek, hastalıkları ölümle iyi etmek “ devleti değiştirmekten çok yıkmak isteyen” kimselerin işidir. Dünyanın birden düzeleceği yoktur. Ama insan kendisini sıkan şey karşısında o kadar sabırsızdır ki, her ne pahasına olursa olsun ondan kurtulmak ister. Binlerce örnek de gösteriyor ki dünya böyle çabuk şifa aramaktan hep zarar görür: Halinde genel bir iyileşme olmadıkça, bir an dertten kurtulması iyileşme demek değildir.”

3. kitabının 9. Bölümünde Devrimden böyle bahseder Montaigne.

Montaige'nin yüzyıllardır hücuma uğramış biricik kitabından kısacık bir yazıya gecemi vermek Montaigne'e ve cümlelerine bağışlanabilecek hatırlık bir zamandır. Montaigne'i eleştirmede cüssemin yetersizliğinin farkındayım öncelikle…


Bir devleti değiştirmenin onun öldürmekten farksız olduğunu savunan bu adam için aklımın uçlarına dayanan ilk şey “Cumhuriyet” olmuştu. 17. Yüzyılda şehrinden kaçıp evinin kuytularında kendini denemelerini yazmaya adayan adam için aklımda muhalefet yaratan ilk cümle buydu. Motaigne'nin her türlü kitabı edinip okuduğunu, bilgiye aç ve doyumsuz yaklaştığını öğrendiğimde, yazılarının pek çoğunun neden bir senfoni eşliğinde ruha hitap ettiğini anlamak hiç de zor olmadı. Devrim denemesini eleştirmeye kalkan aklım, onun, 20 yüzyıl havadislerinden bihaber olduğunun da farkındaydı.


Devrim… eylemin iskeletini, hızlı ve radikal, nitelikli ve kitlesel değişimlerin var ettiğini bilerek, Cumhuriyet Devrimine bir bakış atmamak da imkansızdır. Bizler bir sabah uyandığımızda yeni bir rejimle, bir başka sabah yeni bir dille, diğer bir sabah yeni anayasayla uyanmadık mı? Ve bütün bu cesur yeniliklerin akıl almaz ölçüde hızlı meyve verdiğini de gördük. Öyleyse Montaigne devrim eylemine neden bu kadar sert ve kesin yargılarla yaklaşmıştı?


Öylece sordum işte kendime. Ardından Paris´de uyumuşum.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Paris'ten Sevgilerle

Paris'ten Sevgilerle, şu sıralar vizyonda bulunanlar arasında, eğer Alacakaranlık furyasına kendinizi kaptırmamışsanız tercih edebileceğiniz bir film. Luc Besson'un yapımcılığını ve senaristliğini üstlendiği, Pierre Morel'in çektiği Fransız yapımı, Paris manzaralı bu aksiyon, size ezberinizin dışında pek birşey sunmasa da kendini izlettirmeyi başarıyor. İlginç olansa baştan aşağı Fransa kokan filmin kadrosunda Fransız oyuncu bulunmaması..

Başrollerde John Travolta ve The Tudors'ın kral Henry'si Jonathan Rhys-Meyers, biri usta diğeri çaylak iki ajan olarak Paris'in tozunu attırıyorlar. Klasik usta-çırak ilişkilerinden farklı olarak birbirlerine karşı oldukça samimiler yalnız... Espriler havada uçuşuyor.

Sıcaktan bunaldığımız şu günlerde, kendini sinema salonunun klimasının altında rahatlatmak ya da yaz tatilini eğlenceli bir 2 saatle değerlendirmek isteyenler için Paris'ten Sevgilerle doğru seçim. Fazla bir beklentiye girmeden, koltuğunuza yaslanarak, Luc Besson'un bu yaz hediyesinin keyfini çıkarın derim ben..

Aksiyon sevmiyorsanız dahi, Travolta'nın çatlak oyunculuğu ya da sağdan soldan fışkıran ince espriler için bile izlenmeye değer.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

“Son Yılın Üç Mevsimi”nden

Başlığı ‘Son yaz’ olan bir yazıda aklıma düşeni, sonu nereye varacak diye düşünmeden yazıp duruyorum.

Şu İstanbul yarımadasının, Kadırga’dan Küçükcekmece’ye kadar uzanan coğrafyasının ve -kuşağımın bir bölümünün- etnografyasının son tanıklarından biriyim. Dilimin döndüğünce anlatmamın gereğini inanıyorum.

Nerelisin diye sorulduğunda, neden hep içimden Aksaraylıyım demek geliyor. Bunu zaman zaman düşündüğüm olmuştur. Benim Akasaray’ımdan bugün eser yok. O günlerin Aksaraylısı oraya buraya dağılmış. Yıllardır sadece gelip geçiyorum. Onbir yıl oturduğumuz apartmanın önünde çok ender, eğleşiyor, eski günleri anıyorum. Gençliğe orada adım attım, askere oradan gidip döndüm, iş yaşamına oradayken başladım. Köklü arkadaşlıklarım o dönemde edindiklerim. Yıkıntıların onarıldığı, acıların ve yaraların sarıldığı, savaşın oldukça geride kaldığı yıllardı, o yıllar. Tüm insanlık büyük bir coşku içindeydi ve dünya güllük gülistanlıktı. Tabii bu bana göre öyleydi. Bizim için batının kurtulması insanlığın kurtulmasıydı. İletişimsizlikten ne Afrika’da, ne Güney Amerika’da, ne de dünyanın neresinde neler döndüğünü bilmiyorduk. Maccarthyciliğin ne olduğunu, Rosenberglerin başına neler geldiğini bilip karşı çıkan büyüklerimizin seslerini kısıyorlardı. Bunları, -iş işten geçtikten- sonraları öğrendik. Çoğumuz Liz Taylor’a aşıktık, Marlon Brando’yu, James Dean’i taklit ediyor, Clark Gable gibi bakıyor, Nat King Cole ya da Frank Sinatra gibi şarkı söylüyorduk. Hepimiz en kısa zamanda Holywood’a kapağı atacaktık. İçimizden Paris’e yerleşmiş ressam arkadaşlara uğrayacak şaraplarını tadacaktık. Duygu yönümüzün bir parçası böyleydi. Ama Samatya’da içki içerken değişiyorduk, kimimiz Sait Faik’in yaşamına özeniyor, kimimiz Rüştü Onur gibi gencecik ölmeye. Birkaç kadehten sonra Ahmet Rasim’leşiyor, “Sakın geç kalma erken gel”lerle alaturkalığımıza bürünüyorduk. Veysel’e tutkunduk. Caz da saz da bizimdi. Divan, Attila İlhan kadar yakındı. Annabel Lee’yi Yahya Kemal, Vuslat’ı Poe yazmış gibi özümlemiştik.

Kırk, elli hatta üç yüz sayfa okuyup da bitiremediklerimin dışında, yılda elli küsur kitap okuyorum. Haftada ortalama bir kitap.

Çeşitli konuda yerli yabancı çok kitap yayınlanıyor. Dünyanın her köşesinden yeni yeni yazarlar tanıyorum. Eskiden bütün yayınevlerinin adlarını da yeni çıkan her kitabı da bilirdim. Şimdilerde alabildiğine yayınevi, alabildiğine kitap…

Dünyanın yazarları, edebiyatı, düşüncenin de, duygunun da sınırlarından aşırıp bir büyük okyanusa ulaştırmışlar. Bazı yapıtın koca bir mimarın elinden çıktığını görüyorum. Bazılarını da yine büyük bir iç mimarın bezediğini. O zaman bir kapalı iç denizde büyüdüğümün ayrımına varıyorum. Nasıl iç geçirmem? Zaman dar, artık çok geç, işte bu ‘Son yaz’ diyorum. Aklıma Pindarus’un sözü düşüyor: “Ruhum ölümsüzlüğü isteme, mümkün olanın alanını tüket!..”

İçimden geldiği gibi yazmaya devam edeceğim. Duygularımı ve düşüncelerimi zorlayıp kurgulamaya gücüm olaydı eğer, çok uzun zamandan beri içimden, yaz, yaz Skylos’u yaz, diye bağıran sese kulak tıkamaz, Skylos’u çağımıza taşıyan bir yapıtın uğraşına koyulurdum.

Skylos varlıklı bir göçer, bir İskit prensiydi. Karadeniz’de surlar içindeki Olbia kolonisinde Yunanlı bir karısı vardı. Kente girdiğinde değişiyor Yunanlı oluyordu. Bir Dionysos ayinini gizlice gözetleyen birkaç İskit onu Yunanlı kıyafetleriyle ayinin önünde döne döne yürürken görünce kendilerine ihanet etmiş saydılar ve Skylos’u öldürdüler. Neal Ascherson “Karadeniz” adlı kitabında “İki dünya arasında seçim yapmak istemediği, ikisinde aynı anda yaşamayı denediği ve başarısız olduğu için öldü” diye yazar. Hep bir arada türküler çağırdığımız sıra gecelerinden de, hüzzamlarla, hicazlarla meşk etmekten de, cazcıların doğaçlamaları jam session’lardan da aynı tadı alacak, çok yönlü bir kültürle büyümek ve aralarındaki gel gitlerle bulamaç bir kişiliği giyinmek…

İstanbul yarımadasında yetişmiş yaşıtlarımla belirsiz bir yaşam biçimiydi dramımız…

Ekmel Denizer

Henüz yayımlanmamış “Son Yılın Üç Mevsimi”nden...

1 Temmuz 2010 Perşembe

Ayinesi İştir Kişinin Fotoğrafa Bakılmaz!

Aslında bu türden konulara girmeyi pek sevmem. Sonuçta insani bir durumdur. O anların kendince gerçeklikleri vardır. Her insanın da hayata bakışı, duruşu, samimiyeti ile doğru orantılı olarak şekillenmiş korkuları, kaygıları, bunlara bağlı olarak da tepkileri ve savunma refleksleri vardır. Bu yüzden, bu haller iki farklı açıdan da değerlendirilebilir. Yani gördüğünüzden ve anın gerçekliklerinden ziyade, durduğunuz yerle doğru orantılı olarak, görmek istediğiniz noktalarından bakar ve oradan da okursunuz durumları...

Şu mevzide çömelme meselesiyle ilgili olarak benim de tepkilerim, okumalarım ve doğrularım vardı elbet... Olaya baktığım nokta şuydu ve bunu çok da anormal bulmamıştım, kendi gerçekliğinden ve kişinin hayata duruşundan bakarak... Evet orada bir güvenlik sorunu var ve bu anlamda başbakanı korumak da mantıklıdır. E başbakanda gürleyen ama bir türlü yağamayan biri olduğuna göre, görüntü normaldir. Ama bir kısım yandaş medyadaki sahiplenmeye, başkalarının oralara hiç gidemediğine atıflarla ve müstehzi gülümsemelerle alay edilerek yapılan savunulara, durumu parlatma ve olay üzerinden kahramanlık destanı yazma çabalarına bakınca, kendimi tutmam da pek mümkün olmadı. Sonuçta bu fotoğraflar, başbakanlık basın müşavirliği tarafından servis edilmiş, mesajı ve imajı olan bir halkla ilişkiler çalışmasıydı. Ki bu fotoğrafların bu şekliyle servis edilmesi, bence tam bir fiyaskoydu. Gerekçelerim de, sorduğum şu sorulara verilecek yanıtlarda kanımca...

Ülkesinin sınırları içindeki bir bölgede, üstelik tüm güvenlik tedbirlerinin en üst seviyede alındığı bir bölgede, ülkesinin en değerli birliklerinin koruması altında, havada sürekli güvenlik denetimleri yapan silahlı helikopterlerin dolaştığı bir mevzide kendini korumak maksadıyla çömelen bir başbakan görüntüsü, o ülkeye ya da bölgeye gitmeyi düşünenlerde ne türden bir algı yaratır? Ve o ülkenin vatandaşlarında, o bölgede askerlik yapan/yapacak çocuklarıyla ilgili olarak ne türden duygular oluşturur? O bölgede yaşayan, orada görev yapan doktor, öğretmen, polis, öğrenci, ana, baba, kısaca vatandaş olsanız, bu fotoğraftan yüklendiğiniz moral değerler ne olur?

Fotoğraflar üzerinden tartışma başlayınca; Ecevit'in başbakan olduğu dönemde yaptığı ziyaretin fotoğrafı üzerine yapılan yorumları kaçınılmaz bir biçimde hatırladım. Bu duruşu bir teslimiyet, karşıdakini efendi kabul etme hali olarak yorumlamıştı o gün, bir kısım medya ve siyasetçi.. Haftalarca süren polemikler yapılmıştı üzerine, fena çakılmıştı Ecevit'e...

Fotoğraftaki ve "efendi"nin karşısında hesap veren kişi; o "efendi" ve onun en yakın müttefiki İngiltere'nin karşı durmalarına ve üstelik de o adada bir İngiliz Askeri Üssü olmasına rağmen, soydaşlarını uğradıkları zulümden ve katliamlardan korumak için, ülkenin bugünkünden çok daha zor şartlarında, oluşacak her türden siyasi sonuçları ve ekonomik bedelleri ödemeyi göze alarak, hiç bağırıp çağırmadan, kimseye "van münüt" ayarları çekmeden, yani gürlemeden yağmıştı.

Haşhaş ekemezsiniz denmişti, ekeriz demişti.

Yine o "sinmiş" kişi, Suriye'nin kapısına orduyu yığmış, hiç lafı eveleyip gevelemeden hükümetinin ve ülkesinin kararlılığını sergilemiş ve sonuç almıştı. Üstelik de monşerlerle!.. Unutulmasın ki, terör örgütünün bir numaralı ve iki numaralı adamları bu ülkenin hapishanelerinde yatmakta...

Ve o kibar adam, 70 lerin sonunda, dönemin başbakanı Demirel tarafından, aynı zamanda bir koruma aczinin ifadesi olarak söylenmiş, "size suikast yapılacak, mitingi yapmayın!" telkinlerine rağmen sinmemiş, eşini de yanına alarak, ülkede hergün onlarca kişinin öldürüldüğü bir dönemde Taksim Meydanında kürsüye çıkmış ve konuşmuştu. Ki o adam Rumların hedefiydi ve Amerika'da bir suikasttan kıl payı kurtulmuştu.

Şimdi tekrar dönersem şu çömelme işine, şu soruları sormam elzem olur:

"Askerlik yan gelip yatma yeri değildir." diyen kişiyle şu fotoğraftaki kişi aynı insan. Değil mi?

Şu İsrail'e çakan, demediğini bırakmayan, gürül gürül gürleyen Ortadoğu Aslanı adamla; Dışişleri Bakanını -gazetelerin yazdığına göre- arayı düzeltebilmek için gizlice İsrail'li bakanla otel odalarında buluşturan, fotoğraftakiyle aynı kişi. Değil mi?

Bu fotoğraftaki kişi; daha geçen hafta, G.20 toplantısında Obama'yla ne kadar eşit, ne kadar arkadaş olduğunu futbol esprileriyle süsleyen, takımı elenen Obama'nın bu acısını, yaratmak istediği samimiyet imajıyla gözümüze sokarak paylaşan, bundan kendine bir iç siyaset görüntüsü yaratmaya çalışan, tribünlerine oynayan kişi. Değil mi?

Yanıtlar evet ise; iki bakanın gizlice görüşmesi ve bu görüşme talebinin bizden gelmesi hali, bir arkadaş ricasının yerine getirilmesi olayıdır!

Benim dostumu üzme, gönlü kırılmış, bir gönlünü alsan ricasıdır!

Bak! Sen onunla arayı düzeltirsen, biz de sana "dostun" olarak, şu tırmanan terörle alakalı, Kuzey Irak'da bir kıyak yapabilirizin iması(mı)dır!

Son günlerde yaşananlar, tırmanan terör; kesinlikle "ayağını denk al" ihtarı değildi! Ricaydı...

Başbakanımız arkadaşının ricasını kırmamak için tüm bu adımları attı, G.20 de sempati dağıttı, İsrail'le masaya oturmanın ısınma turlarını atmak zorunda kaldı. Papucun pahalı olduğunu farkedip çark ettiğini düşünen varsa içinizde, kesinlikle Ergenekoncusunuz. Hele bunu yaklaşan seçimlere yoruyorsanız. Hemen gidip bir aynaya bakın, acı gerçekle yüzleşin, içinizdeki Ergenokonu derhal görün.

Ha bir de şu ilginç tabii, neden bizim Dışişleri Bakanı ile onların Ticaret Bakanı görüşüyor. Hani ekonomi, ticari anlaşmalar falan filan, elin tersiyle masanın üzerinden şöyle en babasından bir "van münüt" çekilerek aşağı dökülemiyor mu?

Elimiz mahkum değildir canım!

Ayağımıza kurşun sıkıyoruz mu demiştim ben taa Davos'ta... Bir de ek mi yapmıştım, uluslar arası ilişkilerde gün olur devran döner diye... demiştim valla.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP