27 Mayıs 2010 Perşembe

Aksiyonlu Günler... Umur 3

1.bölüm... 2.bölüm

Gözümün önünden ben yaşlarda, ya da bir iki yaş büyük, aşağı yukarı fiziksel özelliklerini tahmin edebildiğim insan tipleri geçiyordu. Onlarla bir kahvede oturup sohbet ediyor olsak, aynı şeyleri konuşuyor olurduk diye geçirdim aklımdan. Ülkenin mevcut şartlarına aynı eleştirileri yapar, sol terminolojinin klasik cümlelerine kendi dünya görüşlerimizi katar, literatürün pek çok kitabı ve düşünürü üzerinden kendi özgün cümlelerimizle beslenmiş sohbetler ederdik.

Sinema konuşurduk mesela... müzik konuşurduk... basketbol ya da futbol oynadığımızdan söz eder, belki de birçok şampiyonada karşılaşmış olma ihtimalimizden bahsederdik. Ortak arkadaşlarımız çıkabilirdi mesela, ya da sevdiğimiz kızlardan söz ederken geleceğe dönük hayallerimizi de koyardık çaylarımızın yanına... Kendi yörelerimizdeki siyasal örgütlenmeleri anlatırken, aynı ahkâmları keserdik sağ siyasetler üzerine... Aynı kitapları okumuş insanlar olarak farklı fraksiyonlara bölünmüş olmanın nedenlerini ortaya döker, büyük ihtimalle aynı bakış açılarıyla aynı eleştirileri yapardık. Şiddetin şiddet doğuracağı gerçeğinin altını çizer, bunun üzerinden, belki de birçok tavrı eleştirebilirdik.

Daha birkaç ay önce ben de, elimde silahım, üzerimde en sevdiğim kotum ve kolları dirsek üstüne kadar kıvrılmış gömleğimle, devrimin ertesi günü evin önünden geçen ana yolu kesmiş, yol kontrolu yapan, "Komutan Sıfır"* modunda biri olarak düşlüyordum kendimi... Belki biraz daha cesur olsam, o yaşlarda, yaşın verdiği gazla ve hayal gücümün sınırsızlığı ile eline silah verilmiş bir genç olarak, şu an bize ateş edenlerin yerinde olabilirdim; onlardan biri de benim yerimde... Onlar belki de çok samimi arkadaşları olabilecek, aslında ideolojik anlamda çok örtüşebilecekleri birinin ateş ettikleri arabada olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı, eminim. Ön yargı, herşeyi aynı kefeye koyma, yeteri kadar hayatla beslenememiş sorgusuz bir aidiyet duygusu, ilk gençliğe özgüydü. Ve birileri bunun çokça farkındaydı...

Aslında çok daha enteresan bir durum vardı arabanın içindeki kişiliklerde... Ben, tıfıl çağlarda ne ölçüde olunabilirse o ölçüde bir militan solcuydum. Cemal sola sempati duyan ama militanlaşmamış bir sempatizan, komutan da faşist niyetler taşımayan muhtemelen oyunu CHP'ye atan, iyi niyetli ve düzgün bir adamdı. Arabanın sağ önündeki Apo da, iyi ve militan bir ülkücü...

5 ya da 6 yıl sonra, geleneksel buluşma günümüzün bir kaç gün öncesinde onun şehrindeyken; o ve eşiyle, onların misafiri olarak katıldığımız bir düğünde bizimle aynı masada oturan şehrin üst düzey kamu görevlileri ve popüler insanlarıyla yaptığımız sohbet süresince, masadakiler benden fazlasıyla hoşlanmışlar, o akşam, ülke üzerine yaptığım tüm siyasi değerlendirmelerime katılmışlardı. Hatta içlerinden biri; aslında kendilerinin fikirlerinin temelde solculardan farklı olmadığını, solcuların meselelere dinden, devletten, Türk devletinin değerlerinden ve milliyetçilikten uzak bir düşünce sistemi çerçevesinden baktıklarını ve aradaki en önemli ayrışma nedeninin de bu olduğunu söylemişti. O masada oturanın bir "can düşmanları" olduğunu anlamadan...

Bu olay, aslında ön yargılar bir kenara bırakılıp ideolojik düşmanlıklarla bakılmadığında, karşıdakinin önce insan olduğunun ayırdına varınca, klişe yargılarla insanları damgalamayınca, kişilerin birbirleriyle pekala anlaşabiliyor olduklarının önemli bir göstergesiydi. Apo'nun arkadaşı olarak o masada olmamın yarattığı bizden biri sanma hali, aynı masada kadeh kaldırıp pek de güzel sohbet edebilmemize olanak sağlamıştı. Oysa aynı insanlar aynı fikirlere sahip beni bir başka alanda tanımış olsalardı, bir temiz dayak yemem işten bile değildi. Apo, hem askerlik sürecinde hem de sonraki yıllarda onlara konuk olduğumda; sabahları kahvaltı masasına gelirken sıcak poğaçaların yanında gazeteler de getirirdi; Cumhuriyet'i önüme koyar ve eklerdi: "Al kominist gazeteni getirdim."

An itibariyle bizi yoğun bir ateş altında tutanların gözünde, ne yaşanmışlıklarımızın ne karakterlerimizin, ne de iyiliğe ve güzelliğe atan kalplerimizin, ne de; en azından benim, siyasal anlamda onlarla aynı safta olmamın bir değeri yoktu. Oysa zamanı geri alabilsek, mesela onlarla bu küçük şehirin bir mekânında karşılaşmış olsak, böyle bir eylem için birileri tarafından örgütlenmemiş olsalar; çok büyük ihtimalle şehirdeki yabancılıklarını, belki de içimizden biriyle aynı şehrin insanı olduğunu fark eder ve onları orduevinde ağırlardık. Bir çok insana yaptığımız gibi. Oysa, onların gözünde biz insan değildik, büyük bir zaferin, sistemle olan meselelerin, eylemsel başarıların malzemesi, potansiyel düşmanın simgesiydik.

*Sandinistaların efsane komutanı

4.bölüm

 

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Zeytindağı*

İki, üç kitap okumuştuk ya, her şeyin iyisini biz bilirdik.

Yaşımız o yaştı.

Bir gün, Falih Rıfkı için ağzımdan “amerikanofil” lafını kaçırınca, öfkeye kapılan babam, “Kalbini kırarım. Kalk git, Zeytindağı’nı oku da gel”, diye marş marş çekmiş, arkamdan “Siz hicret mi gördünüz” diye söylenmeye devam etmişti. Sarf ettiğim sözün utancını ömrüm oldukça taşıyacak olmama rağmen, iyi ki babamla aramızda böyle bir olay geçmişti de, Zeytindağı’nı okumakla, Cumhuriyet’in büyük kuramcı ve yazarlarından Falih Rıfkı’yı tanımıştım.

Babamların kuşağı Rus işgalini yaşamış, evlerini barklarını terk edip, kendi deyimiyle hicret yani göç etmiş, daha sonraları, Mütareke’de ve Kurtuluş Savaşı’nda topraklarında yabancı bayrak ve çizme görmüş kuşaktı.

Kurtuluş Savaşı’nı okumaya başlamadan önce, Zeytindağı okunmalı, hatta hepimizin evinde bu kitaptan bir tane bulunmalı, zaman zaman okuyarak, bize tertemiz bırakılan bu ülke topraklarına ödenen bedelin anısı belleğimizde taze tutulmalı, derim.

Bugüne kadar kaç tane hediye ettiğimi bilmiyorum. Kitaplığımda kalmamış. İlk fırsatta bir Zeytindağı edinmeliyim.

Bana kalırsa Zeytindağı ders kitabı olarak da okutulmalı.

Suriye, Filistin, Cephesi’nden dönen bozgun treninin peşinden “Ahmedimi gördünüz mü, Ahmedimi gördünüz mü?” diye koşuşturan kadının “Allahaısmarladık” bölümünü okumak: Süveyş’te, Çanakkale’de, Galiçya’da, Hicaz’da, Sarıkamış’ta bıraktıklarımızın önünde saygı duruşunda bulunmak, ne aziz ruhlarına Fatiha okumak, ne “bu taşındır” diyerek Kabe’yi başlarına dikmek yetmez, dahası… demektir.


Ekmel Denizer

*"İkinoktaüstüste"
kitabından...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Salakça Bir Mutluluk

Daha hayat yolunun çok başındayım, fazla birşey görüp geçirmiş sayılmam...

Ülkenin içinden geçtiği birçok kırılma noktasına, ne bileyim darbelere falan naklen şahitlik etmedim. En basitinden, daha ilk oyumu bile geçen yıl belediye seçimlerinde kullandım.

Politikaya şöyle bir baktığımda, okuduğum bölümün, o bölümün derslerinde her gün gördüğüm konuların ve o konularda sıkça yer alan, genelgeçer bir kuralın kafama çaktığı bir söz var. En kötüsü de siyaset denen mekanizma, neredeyse her şartta, göz göre göre, arsız bir meşruluk içinde bu söze göre işliyor! Yunan filozof Thucydides'e ait:

Güçlüler yapacaklarını yaparlar, zayıflar buna katlanmak zorundadırlar..

Hayatın gözüme hala flu gözüktüğü yıllarda, 2002 seçimlerinde, içgüdüsel bir çocuklukla gidip şu anki iktidar partisinin bayraklarını, posterlerini sokaktaki duvarlardan sökmüştüm. Neyin ne olduğunu, onların iktidara gelmesinin iyi bir şey olup olmadığını, hatta iktidarın bile ne demek olduğunu bilmediğim halde... Ailemin siyaset konusunda hiçbir şekilde partizan bir tutumu olmadığı; politika akşamları yemek masamızda, az bulunan pahalı bir yiyecek gibi çok az konuşlandığı halde..

O günden bu güne çok şey değişti biliyorum. Bayraklarını, posterlerini indirdiğim adamlar iyi işler de yaptılar, kötü işlerde... Bu süre zarfında yavaş yavaş netleşmeye başlayan hayat görüşüm ve yaşam tarzım, onların fikirleriyle genellikle çelişti. Yine de alternatif olmadığından, mevcut düzene tahammül ettim. İstediklerimi tam olarak alamasam da, kendi yaşam alanımın sınırlarını mümkün olduğunca politikadan uzak tutarak, kendimi hayatın başka taraflarına vererek mevcut durumu kafaya takmamaya çalıştım.

Ancak yine de ne olursa olsun, o adamların yaptıkları iyi işlerin de kötü işlerin de hakkını layıkıyla verecek; gerekirse destekleyecek, gerekirse yol gösterici biçimde eleştirecek bir muhalefet hiç görmedim ben. Sürekli kavga-gürültü, bel altı vurmalar, bu sırada bir köşede çözüm bekleyen onca sorun...

Doğal olarak o adamlar güçlendiler. Katlanan zayıfların yanında olmaya gerek duymadılar, yapacaklarını yapan güçlülerden oldular.

Bugün ilk kez, ezilen zayıfların yanında olabilecek bir adam görüyorum. Anlam veremediğim bir şekilde her söylediğine koşulsuzca destek veriyorum, yüzümü kontrolüm dışında salakça bir mutluluk kaplıyor.

Çünkü bu adam, hayatımda bir siyasetçiden ilk defa duyduğum bazı sözler söylüyor. Rahatlıkla: "Ailem benim politikayla uğraşmamı istemiyordu, evden çıkarken eşime aday olacağım dedim, yüzünü astı" diyebiliyor! Bunu yaparken de sizi samimi ve dürüst olduğuna, onun hakkında ne kadar fesat düşünmeye çalışırsanız çalışın yine de inandırıyor. Hatta o kadar inandırıcı ki, "aman, n'olacak; varsın söylediklerini yapmasın" diyecek kadar içinizde ironik bir güven oluşturuyor!

Kılıçdaroğlu babamın oğlu değil... Peki neden televizyonda onun her konuşmasını merakla ve istekle dinliyorum?

Neden son bir haftadır siyaset gündemini bu kadar hevesle takip eder oldum?

Ve neden, bu adam benim bakkalım olsa gidip alışverişimi hep ondan yaparmışım gibi hissediyorum?

Bazı şeyler için yolun daha çok başında olunduğunun, tüm ters tepme ve hevesin kursakta kalma ihtimallerinin, bu konulardaki tecrübesizliğimin farkındayım.

Ancak hem kendi yaşamımın, hem de ülkemin önemli bir eşikte olduğunun da...

Ve birilerinin paçasının tutuştuğunun da!...

Sanırım ilk defa, bir şeylere naklen tanıklık ediyorum...



.

21 Mayıs 2010 Cuma

Kriminal Bilirkişi!

Bir kaç yıl önce, Anıtkabir ve Kocatepe cami aynı fotoğrafta üst üste resmedilmişti. Birileri bunu, özellikle böyle montajlandığını söyleyerek ve mevcut iktidara çakarak haberleştirmişti. Anlı şanlı kanallarda biraz da toplumu kaşımak maksatlı haberleri yapılmış ve özellikle de kasıta parmak basılmıştı. Pek de laik bir abimiz, bunu öne çıkararak o günkü iktidarı ve elbette Türkiye'nin getirilmek istendiği noktayı gözümüze gözümüze sokarak; Kocatepe Camisi ile Anıtkabir arasındaki mesafeyi de bir veri olarak tartışma alanına sürüp, fotoğrafın gerçekten -kasıtlı olarak- montajlandığına olan inancıyla fazlaca iddialaşmıştı. Ben de zoom denen bir şeyin var olduğunu dolayısıyla böyle bir fotoğraf çekmenin mümkün olduğunu söylemiş, o fotoğrafın da Gaziosmanpaşa taraflarında yüksek bir binanın üzerinden çekilmiş olabileceğine vurgu yapmış, fotoğrafın gerçek olduğunun altını çizmiştim. Sonuçta o tartışmaların üzerinden iki gün geçmeden anlaşıldı ki fotoğraf doğru, montaj olduğu iddiasını ortaya atanlar yanlışmış! Üstelik de bir fotoğraf sanatçısının son derece masumane bir çalışmasıymış. Ama haber yaratmayı seven habercilerimiz fotoğrafın üzerine atlayıp, toplumdaki hassasiyetleri de göz önüne alarak en çakmasından, satacak haberi yapmışlar.

Şimdi... Şu malum kasetin montaj olduğu konusuna gelirsek... Bu kasetin montaj olduğunu, az buçuk kamera kullanmış, kayıtlarını amatörce montajlamış biri olarak ben de söyledim.

Amma! Bu şöyle bir montaj: Görüntüleri elde eden her kimse oturmuş bir senaryo yazmış; onu burada anlatmayayım şimdi... Ve iki ya da üç farklı yerdeki çekimleri alıp senaryosuna göre kurgulayarak montajlamış. Evet, birileri çıkıp da "bu kaset montaj" dediklerinde doğru söylüyorlar. Ama " görüntüdekilerden biri 'o' şahıs değil" dediklerinde gündemi saptırıyorlar. Yani yaşanmış olayın doğruluğunun kabulü ayan beyan ortadayken, inkar edilmemişken, ilişki üzerine tek bir kelam edilmeden sürekli komploya vurgu yapılmışken, şu alengirli ve havalı isime sahip uluslararası kuruluşun raporunu kurultayın hemen önünde ortaya atmanın maksadı da, malum kişiye bakınca gayet iyi anlaşılıyor. Keşke kendi sesinden tv lerde yayınlanan "Adam Olmak" şiirinin yalanla ilgili dizelerinin altını çizdiği kadar, içselleştirmiş de olsaymış... Çünkü bir yalanın peşine takılıp gitmek hergün biraz daha ölmek demek... O da yavaş yavaş ölüyor.

Ve en büyük muhaliflerinden biri olarak, saptığı yollara ve sığındığı noktalara bakarak olacakları görüyor ve üzülüyorum. Oysa daha önceki yazımdaki gibi; hiç oraya buraya sapma gereği duymadan, yaşadıklarını kabul edip savunarak konuşsaydı da, üzülene kadar saygı duysaydık kendisine...

Ve bir rüzgar yakalanmışken gölge etmekten vazgeçse de onu güzel ansak, hiç değilse bundan sonrasında... Keşke!

17 Mayıs 2010 Pazartesi

ANADOL Otomobilden Daha Öte Bir Şeydir!

Anadol, dünya otomobil tarihinin en özel markalarından biridir. Onu özel yapan şey; tasarımı ve kaportasında kullanılan malzemesi, yani "eşşek Anadol'u görünce yemeye başlamış" efsaneleri, dolayısıyla samandan imal edildiği iddiaları değildir.
Onu özel yapan; sınıf bilincine dayanmayan bir sosyal yapısı olan ve Amerikan otomobillerinin işgalindeki Türkiye'de üretilen, tasarımı ve markası özgün ilk ve tek araç olmasıdır.

Büyük tüccarlar, toprak ağaları, yeni yeni fabrikatörlerin oluşturduğu üst tabakadan bir zenginliğin simgesi olan görkemli Amerikan arabalarının karşısında; yeni yeni zenginleşmeye başlayan kitlelerin, yüksek kademeden memurların, yeteri kadar zenginleşememiş doktorların, subayların, avukatların, küçük tüccarların tercihi olarak, aynı zamanda bir ideolojik ve "sınıfsal" simgedir de Anadol.

Her Anadol'un bir hikayesi olduğu gibi; her Anadol sahibi olmuş ailenin de Anadol hikayeleri vardır.
Benim için en önemli anı; bir memleket ziyaretine giderken, özellikle ülke çocuklarının ve ülkenin bir bölgesinin geri bırakılmışlığının simgesi bir olaydır. Yıllar önce, daha ilkokulun üç ya da dördüncü sınıfındayken bir yaz tatili yolculuğunda geçmiştir başımdan ve o an, fena şekilde kazınmıştır aklıma...
O yaşlarımda çok da ayrımına varamadığım ve bir komik an olarak niteleyip sıklıkla anlattığım bu küçük olay aslında, ülkenin sosyal ve ekonomik gelişiminin evrelerini anlamak adına önemli de bir nüansdır.
Yine o yıllarda Anadol'lu yolculuklarımızda tanık olduğum bir başka olay daha vardır ki; özellikle bu ülkenin nereden nereye geldiğinin anlaşılmasına olanak tanıyabilecek bir nüansdır o da...
Bizim dedeler memleketi: Önceleri Elazığ'a, sonraları Tunceli'ye bağlanmış olan Pertek kazasının Mercimek köyüdür. Dolayısıyla her yaz yapılan seyahatler, memleketin başka yörelerine de yönlenecek olsa, hep oradan başlar.
Yolculuk heyecanıyla uyur uyumaz geçen gecelerin en erkeninde, o keyifli üşümenin tadıyla başlar yol alma... Samsun'dan başlayan yolculuğun varış noktası Pertek'tir.
Sıcak ve kuraktır güzergah... Tokat çıkışından Gürün'e inişe kadar topraktır yollar. Kelebek camlarından giren rüzgardır serinlemenin tek çaresi... Ön kapı camları dibe kadar inmiştir. Sıcakla birlikte, kurak toprağın tozları da girer camdan içeri... Tokat'ın tam çıkışındaki Cim Cim Lokantasında, Tokat Kebapları beklenip paket ettirilir. Mermerden yapılmış ve ateşi dış yüzeyinde olan özel ocakta, ateşe hiç değmeden taşların ısısıyla pişer; patlıcan, domates, biber, sarımsak, soğan, küçük doğranmış etler ve pirzolalarla bütünlenmiş şişler... Özel ocağın altındaki tepsidedir lavaşlar ve tüm şişlerin suları o lavaşların üzerine akar.... Pişince şişler; tüm malzeme çıkarılır lavaşların üzerine...

Hedef Çamlıbel'dir artık. Karayolları çeşmesinin üst başındaki bir kaç ağacın altında yenilecektir bu lezzetli kebap; ve illa eşlik etmelidir ona, Çamlıbel'in soğuk suyundan yapılacak ayran... Hem Köroğlu hikayeleri anlatılır hem de ta vakti zamanında, bizler henüz yokken ortalıkta, karayollarının Çamlıbel yol yapım şantiyesindeki araçların bakımını yapan babanın o çalışma yıllarında kolundan düşüp de kaybolan saatinin hikayesi... Ha bir de, yola çıkarken arabada çalmak için alınan 45'liklerin arka camının önündeki erimiş haline çözümler aranır, sıcak suda yumuşatıp üzerine koyulacak bir havlu ile ütülemek gibi... Sonra, varınca Malatya'ya; oradaki bir plakçıdan tamamlanır eksikler.
Zaman zaman; onca yokuşu, onca sıcakta tırmanan araba dindirsin diye hararetini; boşa alınıp, salınır rampaların başından aşağıya; rüzgara yüzünü yaslasın ve özgürce serinlesin diye...
Farkındayım ki; geçince Tokat'ı, daldım gittim onca anıya ve unuttum iki olayı anlatmayı...İlk olayım şuydu: Bu yolculuklardan birinde, Malatya'daki akrabalarının ziyaretine gidecek komşumuz bir teyzeyi de almıştık yanımıza... Varınca Malatya'ya, onu bırakmak için şehrin merkezine yakın bir mahalleye girdik. O yaz, hem yolculuğu Akdenize doğru uzatacağımızdan, hem de o teyzenin bavullarını göz önüne alarak... Takmıştık arabanın üzerine bir port bagaj. İşte o mahallede arabanın peşine takılan ve "turist, turist!" diye bağırarak koşturan çocuklardı akılda kalan... Port bagajlı Anadol'du bu imajı yaratan.
Yıllar sonra, büyüdükçe, ülke sorunlarına dalıp merak ettiklerimi öğrenme çabasına girince, biraz biraz da ideolojik bir kimliği üzerime geçirmeye başlayınca farkettim ki; aslında bu ülkenin bir bölgesi nasıl da ihmal edilmiş. Ama her anlamda!

O gün için bize yol eğlencesi olan bir durum, aslında acı bir gerçeğin ve ihmalin çok önemli bir göstergesiymiş: O seyahatlerde üç kardeş arka koltukta oturur, karşıdan gelen arabaların plaka ve marka istatiklerini tutardık. Bazen de tahminler yapar, kimin tahmin ettiği marka çıkarsa ona bir puan verir, belli bir noktaya vardığımızda en çok puanı alanı da ödüllendirirdik. Tüm bu süreçlerde, yol kenarlarında durup "sigara" ya da "kibrit" diye bağıranlar dikkatimizi çekerdi. Bir de "gazete" diye bağırılırdı en çok; yol kenarlarında duran işçiler ve çocuklar tarafından... Ve tüm bu süreç daha Tokat'tan öteye geçtiğimiz an da başlardı. Biz de, o gün arabada bulunan gazeteleri atardık insanlara... Sonraki yıllarda kış boyu biriktirdiğimiz gazeteleri ve dergileri de yüklemeye başladık bagaja. Ve tüm yolculuk boyu, o gazeteleri ve dergileri atmaya başladık insanlara... Başlangıçta ve o yaşlarda eğlenceli bir oyun olan bu durum zaman içinde; tüm yaşamımdaki siyasal tartışmalarda, özellikle belli bir coğrayadaki başkaldırıların nedeni anlamında mihenk taşı bir sosyolojik veri olacakmış da haberim yokmuş.
İşin özü Anadol sadece bir otomobil değildir. Anadol bir süreç ve tarihtir. Adından da anlaşılacağı üzere ve simgesi ile, geçmişten bugüne bir Türkiye panaromasıdır. Bugün, Türkiye'nin pek çok şehrindeki farklı yaşlardan ve meslek gruplarından insanı birbirleriyle ilişkilendiren, bir araya getiren, şenlikler düzenleten, onları bir kulüp etrafında örgütleyen sosyal bir olgudur Anadol
Gelirsek ilk hali bu olan Anadol'un hikayesine: Araç emekli bir deniz albaydan satın alındı. Yani ilk sahibinden... 1974 model, Akdeniz A1 bir tipi bir Anadol bu...

İlk modellerinde ön farları yuvarlak, arka stop ve sinyal lambaları da daha küçük olan marka; o yıllara göre önemli bir değişiklikle farlarını kare yapıp, arka stop lambalarını da uzatarak yeni bir heyecan yarattı ve artık Anadol'un, bir de Akdeniz tipi oldu.
74 model ve yatmakta olan araç; erkeklerin balkondan görüp de göstermek için içeriden eşlerini çağırdığı, bazı otomobil dergilerinin resimlerini yayınladığı, son model araçlardan daha çok ilgi çeken, evdeki diğer otomobillerin pabucunu dama atan yeni haline büyük bir heves ve çabayla getirildi. Herşeyi tek tek elden geçirilen ve yenilenen bu aracın tüm parçaları orijinaldir.


Önce bir atölyede parçalara ayrılan aracın kaportası elden geçirilirken motor, ön takım ve diğer aksamlarındaki yenileştirme çalışmaları da tümüyle orijinal yedekler kullanılarak tamamlandı.

Boyaya hazır hale getirilen araç, Türkiye'nin en önemli oto boyacılarından Hamdi Şenkal'ın atölyesine getirildi. Bu araba; otomobili ona boyatabilmenin prestij olduğu Hamdi Şenkal tarihinde yapıma kabul edilen ilk Anadol'dur. Onun denetiminde yapılan kaporta çalışmalarının ardından yine onun atölyesinde orijinal rengi Ürgüp beyazına sadık kalınarak boyandı. Tek üzüntümüz, çok emekle, merakla, hevesle ve titizlikle ortaya çıkmasına sebep olduğu bu aracın boyanıp atölyeden çıkışına, kısa bir süre önce kaybettiğimiz Hamdi Abinin tanık olamamasıdır. Onun yaptığı her işin sonunda duyduğu sanatçı keyfini, o keyfin gülümsemesini resmedememiş olmamız, en büyük üzüntümüzdür.

Emeklerine sağlık büyük usta... Ve çok teşekkürler.


13 Mayıs 2010 Perşembe

Selvi Boylum Al Yazmalım*

Oyuncular vardır: Ne menem bir şeyse star ışığı denen şey, onlarda ondan yoktur!

İşlerine bakar, büyük oynarlar. Ne gazete köşelerinde, ne televizyonların ışıklı magazinlerinde vardırlar.

Eser büyüktür, öykü sağlamdır. Her cümle, her iç ses yüreğinize saplanır, tıkanırsınız...

Tıfıl çağların okullu aşklarından birinde, bir sinema salonunda, ellerinizdeki sıcak sanki yüreği gibidir. Yoksa çalan şarkı mıdır, tetik tetik vuran bütün hücrelerinizi; ''Ne yaparım ben şimdi'' dediğinde Asya...

Filmin her karesinin kendi ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay edersiniz. Taraf olursunuz yalın sevgiden yana, emeğin tarafında... İstemezsiniz iyinin kaybetmesini, sızlasa da içiniz; ''Seninim işte! Alıp beni götürsene'' dediğinde Asya...

Sevmenin vazgeçişine saygı duyarsınız. Acısı sizi de yakar, İlyas' ın bitmemiş türküsünün...

Ahmet Mekin, bu filmin büyük oyuncusudur.

Yok saymanın, üstünü örtmenin her türlü teskin ediciliğini ilaç niyetine alsa da aşk; hiç bir doz kesmez midir ki, aldırma gönül yazar kırmızı BMC'nin üstünde...

Yeşilçamın yüz akıdır Selvi Boylum Al Yazmalım. Dokunmadığı yürek var mıdır?...

Neden aşktan öteki için gidenler hep erkektir? Hani kadınlar daha duyguluydu? Yoksa erkekler vazgeçmeyi seçebilecek kadar çok mu severler? Yoksa çocuklar en değerlisi midir bütün vazgeçişlerin? Yoksa hiçbiri mi?

Çarşı karışır mı bu yorum üzerine ?

Niye Türkan Şoray'ı çok seviyorum ?

Yoksa soğuğun beni sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden ama yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla, çocuk uykusundaki sokaklarda yürüyen miyim hala; elimde yüreği ile...

İşten başkaldırmış bir arada dolaşırken, afişini gördüm de! Hepsi bu.

Yüzüncü sinema yazımın çok özel ve anlamlı bir film olmasını istemiştim hep... Yüze yaklaştıkça, "ne olsa ne olsa!" diye düşünmekteydim sürekli... yarın(14.mayıs) yeniden vizyona gireceğini duyunca filmin, benim için çok özel anları da kapsadığından; çoook dünden ve bugünden. *İlk kez bir sinema sitesine yazdığım, 2008 de bloga taşıdığım yorumu; güncelliği itibariyle ve 100. yazıya en yakışır film gördüğüm için, yeniden...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Kurultay


Bilge bir prens, insanları devlete ve kendine muhtaç olarak tasarlamalıdır.

Machiavelli, PRENS 9.bölüm "Sivil Prenslikler Üzerine", sayfa 66

Görsel: Sven Prim

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP