Geçen akşam anma konserine davetliydim. En az kırk yılımın her günü şarkısının biri “dilime dolanan bir ızdırap olur” Selahattin Pınar’ın…
Pasternak, Skriyabin’in müziği için:
“O yapıtların ezgileri başlar başlamaz gözlerinizden yaşlar boşanır ve bu yaşlar yanaklarınızdan dudaklarınızın ucuna değin iner. Gözyaşları ile karışan bu ezgiler sinirleriniz boyunca yüreğinize varır, kederli olduğunuz için değil, yüreğinizin en doğru, en anlayışlı yolu bulunduğu için ağlıyorsunuzdur.” dediği gibi.
Koronun ilk şarkısında iki gözüm iki çeşme..
“Aylar geçiyor, sen bana hala geleceksin”.. ak akabildiğin kadar, diyorum göz yaşlarıma. Salon karanlık, engellemiyorum ağlayışımı.. “Yetmez mi bu hasret, daha yıllarca mı sürsün?”. İkinci şarkıda da devam
“Yalnız benim ol, el yüzüne bakma sakın sen”… Şarkıya içimden eşlik ediyorum. Yaşlarımın tümü tükeniyor, duruyor. Etraftan görülmedikçe ağlamalı, ağlamasını engellememeli insan. Benlikte birikmiş tüm gerginliklerden arındırıyor. Gözyaşları sözcüksüz dualardır.
Aynı duygularla olacak, şarkısında ne güzel dile getirmiş Sezen Aksu: “Ağlamak güzeldir” diye…
İnsanın, ağlamasını dile getirmesi zor. Yaşlanınca biraz sulugöz olunuyor galiba. Ne fırtınalar, umarsız ne günler atlattım, nice travmaları ağlamaksızın geçtim. Hepsinde Quassimodo’nun anasına seslendiği şiirin sözcüklerini gözyaşlarımmış gibi mırıldandım;
“Sağlığını diliyorum şimdi yürekten,
kendi yumuşak alaycılığını
iliştirdiğin için dudaklarıma.
Acıdan, ağlamaktan o gülüş korudu beni.”
Şarkı söylemeden duramayan bir adamım ben. Bilmiyorum ama öyle sanıyorum ki, uykumda bile söylüyorumdur. Bir şarkının herhangi bir dizesini mırıldanarak uyandığım çok olmuştur. Şarkı söylemeyi yaşamın koşullarından biriymiş gibi düşünürüm. Güzel söyleyemem, o başka… Ama söylerim. Tamamını hatasız ve güzelce söylediğimi sandığım bazıları da vardır.
Kanuni hakkını verdiği bir ara taksimi geçiyor.. alkışlıyoruz.. İyi söyleyebilmeyi öğrenmek için bir eğitim almadığıma hep üzülmüşümdür. Teyzemin olağanüstü, doyumsuz, tiz bir sesi vardı. Kırmazdı beni, hadi Meliş’im, der, çokçası Osman Nihat’ın bir şarkısını söyletirdim. Şimdi çok özlüyorum sesini, kayıt etmediğim için hayıflanıyorum.
Ablam da öyle; Melahat Pars’ın öğrencisiydi. Başka türlü bir edası vardı, pesten bir sesle söylerdi. Evlendikten sonra İzmir’e yerleşti. Bir şarkıyı keyifle okurken telefona sarılır, bir şarkının bir yerinden söylemeye başlarım, örneğin;
“Acaba şen misin kederin var mı?..” Ablam devamını mırıldanır telefonun öbür ucundan;
“Ne kadar dertliyim, haberin var mı?” ve hemen,
“Bimen Şen’in… Hicaz.. usulü curcuna..”der.
“Ya güfte?” diye sorarım. Düşünür, çıkaramazsa
“Orası senin alanın” der ve Bimen Şen’in bir başka şarkısını söyler. Keşke telefonlar paralı olmasaydı! Yemeği ateşte unutmamıştır inşallah, derim.
Amcamınoğlu konservatuara gitti. Dünyanın on ünlü bas bariton sanatçısından biri. İtalya gibi şarkıcı bir ülkede seçici kurul üyeliği yapacak kadar büyük bir yetenek. Gurur kaynağım…
Gırtlak kanseri geçirdiğimde aklıma ilk düşen; onun başına böyle bir şeyin gelmesinin korkusu, gelmemesinin tesellisi gibi karmaşık duygular. Bunu açıkça hiç söyleyemedim. Ama şimdi kendi kendime açıklıyorum, onun değil, iyi ki benim başıma geldi, diye avunmuşumdur.
Dinleyiciler yer yer iştirak ediyorlar sanatçıya, ben edemiyorum. Bağlama olsun, ut olsun, saksafon ya da neyse, ne olursa olsun bir çalgı çalabilmeyi de çok istemişidir. Kanuni taksimini geçerken, bari bir çalgı çalmasını becerebilseydim diye geçiriyordum içimden. Ama şarkı söylemenin aynı şey olmadığının ilk kez ayrımına varıyorum. En güzel enstruman insan gırtlağıdır. Bu sözün, lisedeki müzik öğretmenimizce kafama çakıldığını anımsıyorum. Aklıma Haytov’un
“Bayram Ali” öyküsü düşüyor. İlk fırsatta tekrar okumalıyım.
Şimdi, solist en zor şarkılardan birini kusursuz okuyor. Çocukluğunu biliyorum solistin; Naci Tektel’in torunu. Hani hiç unutulmayacak;
“Uzayıp giden o tren yolları”… Babası kanuni Yılmaz Tektel. Dedesinden, babasından eğitimli, mutlu oluyorum. Yürekten alkışlıyorum.
İyi bir sergi gezdikten, iyi bir film seyrettikten ve iyi bir öykü ya da roman okuduktan sonra birkaç gün tadını yaşarım. Şimdiki gibi duygulanır, ırmak olur, deniz olurum.
Öyküsünden söz etmiştim ya:
Bayram Ali, Bulgaristan’da çobanlık yapan babayiğit bir delikanlıdır. Dillere destandır sesi. Şarkı söylemeden duramaz. Günün birinde ağasının kara çalmasına ve gazabına uğrar, başı belaya girer, işkenceler görür. Sonunda dağa çıkar ve canından bezdirir elezerleri. Çok da zengin olur. Başka illere göçer, izini kaybettirir. Günün birinde tanınmamacasına köye döner. Meyhanede şenlik vardır katılır. Kimse aymaz. Ama sonunda dayanamaz şarkı söyler. Tanınır ve sonu olur. Ölümüne söylenmiş bir şarkıdır söylediği. İşte benim de anlatmak istediğim budur; -ayrımına varılarak- yaşamanın bir koşuludur şarkı söylemek. Bu Tanrı armağanın ayrımına varılsın diye yazıyorum. Ne sesinizin güzel olmadığına, ne de iyi söyleyemediğinize aldırmayın, söyleyin. Ben içlilerinden hoşlanıyorum. Siz neşelilerini söyleyin. Şarkı söyleyin. İlk duyduğumdan bu yana her zaman, her yerde yinelerim Almanların atasözünü:
“Bir yerde şarkı söyleniyorsa oraya yerleş, kötü insanların şarkısı olmaz!” diye.
*
Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış "Son Yılın Üç Mevsimi"nden...