Baterinin müthiş bir solo yaptığı Görevimiz Tehlike dahil bir çok film müziği ile birlikte özenle oluşturulmuş repertuarı dinlerken, bir yandan da kendi -klasik- müzik serüvenimi düşünmüştüm. İlk klasik müzik konserine gidişim tamamıyla tesadüftü... Aynı apartmanın çocukları olarak, hiçbir sınıfsal ayrım yapmaksızın, şahane bir arkadaş grubu oluşturmuştuk. Zaten oturduğumuz ilk ve tek apartman olarak anılarımda derin izler bırakmasının nedeni; binanın, dış kapısıyla öteki dünyadan ayırıyor olmasıydı bizi. O kapıdan girdiğimizde, kapıcı dahil 16+1 daireli bir apartmana değil de 17 odası olan bir eve giriyoruz hissiyatına kapılırdık. Geniş girişi, biz çocukların lokali gibiydi... Merdivenlere oturur, sohbet eder, yer karolarının izlerini çizgi yaparak pinpon raketi ve toplarıyla tenis(!) oynardık. Kocaman camlarıyla dışarıyı içeri taşıyan kapımız, aynı zamanda, sıcacık mekânımıza insan ve kar manzaraları sunardı.
O gün de her olağan gün gibi lokalimizde toplanmış, sohbet ediyorduk. Akşamın işten dönüş saatiydi. Evlerine dönen büyükleri karşılıyor, selamlaşıp sohbet ederek onları dairelerine yolluyorduk. Henüz yemek için çağrılma vakitlerimiz gelmemişti. Merkez Bankası'nda çalışan, dersler konusundaki danışmanımız Şaduman Abla kapıdan girdiğinde, yaşamımıza çok şey katacak anlardan birinde olduğumuzun farkında bile değildik. O, çantasından bir sürü davetiye çıkarıp bize uzatarak, "Çocuklar cumartesi akşamı Konak Sineması'nda konser var, işte davetiyeleriniz," dedi. E konser kulağa hoş gelen bir ifadeydi ve benim algımdaki hali, bazı hafta sonları halamla birlikte gittiğimiz kapalı spor salonuna gelen sanatçıları ve grupları izlemekti. Müziği, pop ve rock olmak şartıyla seviyordum. Türk Sanat Müziği de, türküler de tıpkı klasik müzik gibi bana ırak şeylerdi. Çocukluğumun hızıyla bağdaştıramadığım için dinlemeye tahammülsüzdüm.
Cumartesi akşamı, sekiz çocuk elimizde davetiyelerle sinema salonuna girdiğimiz anda sanki yabancı bir ülkeye ilk kez gelen az gelişmiş ülke vatandaşları gibi kenetlendiğimizi hatırlıyorum. Tamam! Sinemalara insanların süslenip püslenip geldikleri dönemlerdi ve ailemin abone olduğu cumartesi 18 seansındaki filmlerin ilk gösterim gecelerine zaman zaman, eksik olanı tamamlamak adına katıldığım için, gala gecesi şıklığına alışıktım. Ama bu alem başkaydı! Sadece dönem filmlerinde gördüğüm salonlardaki ihtişama yakın bir durum vardı ortada... Ve biz, tüm alışkanlıklarımızın ve günlük hayatımızın dışı bir yere ışınlanmıştık sanki... Koyu renk takım elbiseli, papyonlu erkekler ve yine koyu renk giysili pırıltılı kadınlarla doluydu her taraf... Sahnedeki insanlar da benim izlediğim konserlerdeki sanatçılara hiç benzemeyen bir duruştaydılar. Kısa bir süre sonra herkes sustu ve işkencemiz başladı. Radyoda duyduğum anda başka kanala kaçtığım müzik çalıyordu. İlk andan itibaren kocaman bir hayal kırıklığı ve sıkıntı basmıştı hepimizi... Daha beşinci dakika dolmadan, kıkırdamalarımız ve kurtlanmalarımız etrafı rahatsız eder bir hale bürünmüştü. Kocaman bir ciddiyetin ortasında aykırı otlar gibiydik. Müziğin durduğunu sandığımız bir ara dışarı çıkmak için hamle yaptık, yanımızdaki amca çıkamayacağımızı söyledi. Konserin birinci bölümü bitene kadar neler çektiğimizi anlatmaya blog yetmez. İlk yarı biter bitmez kendimizi sokağa attığımızda yaşadığımız ferahlamanın bir örneği daha yoktur, hayatlarımızda...
Bu olaydan bir kaç yıl sonra, biraz daha büyüyüp militanlaşmaya başladığım yıllarda; her gün önünden geçerken vitrinlerine bakmaktan kendimi alamadığım plakçı dükkanlarından birinin vitrinindeki bir uzunçaların kapağı dikkatimi çekti: Hem üzerindeki fotoğrafın tadı, hem de renkleri göz alıcıydı. Hızla eve gidip, o plağı almak için gerekli para konusunda birini ayartmam gerekiyordu. Öğle yemeğine gelmiş olan babaya kestim faturayı ve sofraya bile oturmadan koştum plakçıya... Hiç tanımadığım ya da bilmediğim birilerinin kitap ya da CD'lerini almayı çok severim. Çünkü karşılaşacağımın ne olduğunu bilmemek hoşuma gider. Keşfetmeye bayılırım. Bu nedenle hiç dinlemeden sardırıp plağı, çıktım oradan... Merakın soluk soluğa adımlarıyla girdim kapıdan içeri... "Sofraya gel!" çağrılarına kulaklarım kapalı, oturdum pikabın başına... Çıkardım albümü, koydum pikaba... İlk parçanın girişi muhteşemdi. Aklımdan geçen "Queen tadında birileri bunlar,"dı. Bohemian Rhapsody'nin patladığı yıldı ve senfonik rock denen şeyi yeni yeni öğreniyorduk.
Bir an öncenin telaşında ve merakını giderme gayretindeki ben, şarkıları atlattıkça, yüzümün rengi değişiyordu. Bazı müziklerde şarkı söyleyen erkek ve kadın seslerini duydukça; yanlış tahtaya bastığımı anlamıştım. O anki hüsranım, dağları taşları yıkar geçerdi. Öylesine bir pişmanlık çökmüştü içime... Albüm Edward Grieg'in Peer Gynt müziklerini içeriyordu. Sadece Anitra'nın Dansı'nının giriş bölümü dikkatimi çekti. Sadece o kısmı dinliyordum. Bir günden bir güne tamamını dinlemedim. Her niyetlenip kendimi şartladığımda ve inatla direneceğim ve baştan sona dinleyeceğim, dediğimde bile başaramıyor, alıyordum pikaptan plağı..
Ama günlerden bir gün, şu an oturduğumuz eve taşındığımızda -ki TRT, fm bandından yayına daha yeni başlamıştı- camın önünden dışarıyı seyrediyordum. Şahane bir beyazlık yavaş yavaş kaplamaktaydı yeşil örtünün üzerini... Dışarıdaki soğuğu daha da anlamlı kılan şefkatli bir sıcak üfleniyordu kaloriferden yüzüme doğru... Başlayan programda, yumuşak sesli bir kadın, çalacakları eseri anlatıyordu. Karın yağışının hızından tutun da soğuğa kadar pek çok mevsimsel özelliğin resmini çiziyordu cümleleriyle.* Sunucunun anlatımı bitip müzik başladığında, dışarıda yağan karın ritmi, beyazlığın üzerine konan sığırcıkların hali ve manzaranın bütünüyle çalan müzik arasında kurduğum bağ, hayatımın dönüm noktası oldu. Farkettim ki o gün, klasik besteciler bir hikâyeyi, bir durumu, bir ânı resmediyorlar. Onlar, fırça yerine notaları kullanıyorlar.
O gün, tüm ön yargılarımın yıkıldığı gündü. İlk işim gidip Faruk Yener'in Müzik Kılavuzu adlı kitabını almak oldu. Artık televizyondaki pazar konserlerinin sıkı bir takipçisi olmuştum. Kitaptan bilgileniyor, hatta konser sırasında kitabı yanıma alıyor ve eserin neyi resmettiğini öğreniyordum. Bütün bunların sonucunda bir klasik müzik aşığı olmadım; ama severek dinlediğim müzikler kervanına bir tür daha eklenmiş oldu. Ayrıca, bilmeden öğrenmeden bir şeyi sevip sevmemeye karar vermemem gerektiğini öğrendim. Sonra Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği ile de barıştım. Her şeyden önemlisi; o ilk konserde dışarı çıkmamıza izin vermeyen amca, gerçek sanatın ve emek denen şeyin ne olduğunu zaman içinde anlamama sebep oldu. O salonda ne olursa olsun kalmak, sahnedeki insanların verdiği emeğe saygı adına gönüllü bir mecburiyetti.
Bütün bunları şahane orkestramızın bu yılki yeni yıl konserini izlerken düşünmüştüm. İçinde bulunduğum salonun görkemine bakmış, o sinema salonunun küçücük sahnesini hatırlamıştım. Binaya girerken hediye olarak verilen küçük kadife kesecikleri uzatan Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin Noel Baba kıyafeti giymiş kızlı erkekli çalışanlarının iyi yıllar dileyen karşılamasıyla ısınmıştım. O günkü konserin atmosferinden yola çıkmış, günümüzdeki katılımın yaş gruplarına mutlu olmuştum. Çok güzel bir kültür merkezine sahip güzel bir kentin şanslı insanı olma halimi sevmiştim.
Yeni Yıl Konseri'nin finalinde çalınan Jingle Bells'e izleyicinin coşkulu katılımını daha da renkli kılan balon ve konfetilerin arasından neşeyle dışarı çıkarken, yüzümü okşayan şefkatli soğukta son bir özet yapmış, elimi attığım cebimdeki kırmızı kadife keseciğin içinden çıkardığım nazar boncuğunu, güzel binamızın bahçesine savurmuştum.
*Anitra'nın Dansı-Edward Grieg
*Sunucunun bahsettiği eser; Vivaldi'nin mevsimlerinden kış idi.