5 Ekim 2009 Pazartesi

Koyvermiş Uslup...


İyisinizdir inşallah
bis yeni geldik, yoğun işleri halledip trafikle cebelleştik...

duş alıp bişeler içtik ve oturduk ekran karşısına

Çok ösledik sizi...

Düşündük güsel güsel, bir yerden öbür yere yürüme anlarında, sisden bakarak...
insanoğlu işte ...

güsel çıkarımlar yaptık güsel haller üstüne...

bazı mekanlardan geçerken, bazı mekanlarda sizle birlikte olmanın ne hoş olacağına tebessümler ettik.
içimiz neşeyle doldu

tren raylarına bakan masada ve gardaki lokantada yedik öğlen...
ve baktık taa uzaklarına rayların... ne şahanelikti o bir bilseniz...

ya dedik bide; bir güne, bu kadar güzel gülen bi yüzle başlamak ne hoş
ne şans
sevdik şansımızı

neler neler geçti gün boyu yüreğimizden
bir bilseniz

en çok da bi odayı frezyalarla doldurmak istedik, hatta doldurduk

sevdiği bir göreve başladı da sevdiğimiz biri...
onu hayırladık.

severins de kendisini...

hem de çok.

öperins bide...



Müzik: Sema- Kerkenez albümünden Bayan Bana Bak
Görsel: Videlec.org

4 Ekim 2009 Pazar

Kadın Göğsü

Dün ve hatta bugün Hürriyet com tr de yer alan, "Turkuaz yeşili elbisesi ve derin göğüs dekolteli kıyafetiyle sahneye çıkan sanatçı, hareketli ve romantik parçalarıyla sevenlerine unutulmaz bir gece yaşattı. Elbisesinin azizliğine uğrayan ünlü sanatçı, iş kazası yaşayınca göğüs uçları zaman zaman göründü." diye devam eden Sibel Can Elbisenin Aziziliğine Uğradı başlıklı yazıyı okuyunca, aslında iş kazası denen şeyin iş kazası olmadığına tanıklık ettiğim bir olay geldi aklıma: Dünyadaki örneklerinin çoklukta olduğu bu iş kazasının Türkiye'de hem görsel hem de yazılı medyaya yansıyan belki de ilk örneğiydi bu.

90 lı yılların henüz ilk yarısı, zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadının yönettiği butiğimizin başlangıcından henüz bir yıl geçmişti ki, -elbetteki onun başarısının bir sonucu olarak- mağazayı daha da büyüterek, hatta oldukça büyütürek bir pasajın ikinci katındaki küçücük dükkandan şehrin en prima caddesinde büyükçe bir yere taşımıştık. O yıllarda, ülkemizin en popüler mayo firmasının sahibinin oğlu tarafından kurulup Türk moda dünyasına adım atmış ve devler arasında yer kapma savaşındaki firmanın ürünlerini satmaktayız. Marka müthiş bir reklam atağında. Ekran ve reklam yüzü: Henüz Amerika'dan yeni gelmiş ve popüler olma yolunda ilerleyen Meltem Cumbul... Hem televizyonda sunduğu o günlerin en popüler yarışma programında ürünleri giyiyor, hem de tüm popüler kadın dergilerindeki tanıtımlarda o var. Ve o yıllarda Türkiye'nin gerçekten en tanınan ve en popüler yüzü kendisi...

Ama tüm bu artılar firmanın atak yapmasını sağlayamıyor. Ürünler gerçekten çok kaliteli, en ünlü tasarımcılarla çalışılıyor, kumaşlar konusunda kalite anlamında sonuna kadar seçiciler.

Tüm bu değerlerin yanısıra da sürekli olarak, markayı patlatacak bir atraksiyon düşünülüyor. Her sezon ülkenin en ünlü mekanlarında defileler düzenleniyor. Tüm bunlar diğer markaların defile haberlerinin de topluca yer aldığı magazin kuşaklarından öte götüremiyor firmayı.

Sanırım 94 yılı... Bu kez sonbahar kış defilesinin yapılacağı mekan Swiss Otel. Bütün medya defileden haberdar, sinema, televizyon, kültür sanat ve iş dünyasının tüm ünlüleri orada... Elbette ünlü baba ve ünlü dostları da ön sıralardalar. Biz de - özellikle zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın- firmada çok seviliyoruz ve her olayın içinde varız. Zaten çok genç ve çalışma ortamı çok keyifli bir firma o zamanlar...

Tarihe damga vuran o defilenin öncesi kulis hazırlanıyor, sergilenecek kıyafetler sırasına göre yerleştiriliyor, mankenler son hazırlıklarını yapıyor. Kulis çok renkli ve şenlikli... Son kontroller, o, bu, şu derken defile başlıyor. En popüler mankenler bir bir çıkıyor, şahane bir kareografi ve gerçekten o güne kadarkilerin çok ötesinde, çok farklı, markanın iddiasına çok yakışır ve Zeki Beyin takdirlerine mazhar bir sunum var. Medyanın ilgisi yoğun ve gerçekten kalabalık bir medya ordusu podyumun kenarında, flaşlar ardı ardına patlıyor.

Sıra, hakikaten şahane kadın, çok keyifli bir arkadaş, iyi dost ünlü Rus mankene geliyor. - Yani şimdi çok iyi hatırlayamıyorum ama (çok manken tanıdığım için dermişim) sanırım ülkemizde Yolanda diye lanse edilmişti. Tek başına ve hakikaten şahane bir transparan bluzla ırkının bütün görkemini podyuma taşıyan ve zamanı herkes için durduran, solukları donduran bir edayla muhteşem yürüyor o anda. Müzik, podyum ışıkları, Yolanda'nın ışığı her şey olağanüstü bir rüya tadında.

Ertesi günden itibaren haftalar boyunca o an; hem yazılı hem görsel medyada sürekli yer buluyor. Çünkü Yolanda'nın tek göğsü transparan bluzdan dışarı fırlıyor. Ve zaten çok konsantre flaşlar bir bir patlayıp o anı donduruyor.

Aslında 'o an' kuliste planlanmıştı. Ve bütün defile kurgusu ve akışı o ana odaklıydı. Haber bugünkü gibi 'iş kazası' başlıklarıyla yer almıştı medyada. Ama o iş kazası firmanın marka değerine tavan yaptırmış ve en bilinen markalar arasına sokmuştu bir anda onu...

Bir pazar yazısı olsun edasıyla başladığım yazının başlığını kadın göğsü yapınca, ifade biraz da tavuk göğsü oldu gibi geldi bana... O yüzden moda dünyasına hazır dalmışken algı üzerine, biraz da 'söz manasını dinleyenden alır' mantığından yola çıkarak, Neslihan Yargıcı'nın anlattığı bir anıyı paylaşayım burada: Yargıcı ve bir grup manken doğu illerimizden birine defile için mevsimin zorluklarını da göz önüne alarak trenle gidiyorlar. E çıtır çıtır, mini etekli mankenler kaçınılmaz şekilde rahatsızlık yaratıyor yörenin muhafazakar yolcularında... Yine Yargıcı'nın ifadesine göre, kompartumanda yine bir cinsel obje sayılabilecek(!) göğsünü çıkarmış çocuğunu emziren kadın hiç bir rahatsızlık yaratmadığı gibi, hoşgörülüyor. Üstelik durum yanda oturmakta olan muhafazakar kocayı da rahatsız etmiyor. Aslında tutuculuk üzerine bir sohbette bu konuyu anlatan Yargıcı'nın hikayesinden yola çıkarsak; hangisinin cinsel obje olarak daha önde olduğu önemli değil, önemli olan o objenin olağandışı bir halde ortaya konması.

İç çamaşırı, mayo defilesi bile ''kazayla çıkmış'' göğüs ucu kadar haber değeri yaratamıyorsa. Onca eyleme rağmen haber olamayan, medyada yer bulamayan, duyuralamayan, hatta duyurulsa bile polis copundan kurtulamayan gerçek halleri haber yaptırmanın bir yolu olarak düşünülebilir mi meme uçları acep?

Görsel: videlec.org

3 Ekim 2009 Cumartesi

Yürümek Hiç Durmadan...


Yürümek yatıştırır. Yürümede sağaltıcı bir güç vardır. Düzenli biçimde hep ayağı öbürünün ilerisine basma, aynı zamanda kolları ritmik bir biçimde kürek çeker gibi sallayıp soluma sıklığının yükselmesi, nabzın hafifçe uyarılması, gözün ve kulağın yönün saptanmasına ve dengenin korunmasına yönelik etkinlikleri, akıp giden havanın deri yüzeyinde duyumlanışı -

bütün bunlar bedenle zihni hiç karşı durulmaz biçimde birbirine yaklaştıran ve ruhu, ne kadar dumura uğramış, zedelenmiş de olsa, büyüten, genişleten olaylardır.

Patrick Süskind - Güvercin sayfa 63

2 Ekim 2009 Cuma

Gözlerden Irak Önemli Bir Film: BUZ DİYARI...

Yazı sevme nedenlerimden bir tanesi belki de en önemlisi, odalardan dışarı atmasıdır beni. Bir diğeri de, her ne kadar filmleri sinemada izlemeyi sevsem de yazın güzel ve yıldızlı gecelerinde kendi yeraltıma sığınıp sinema salonlarından, dolayısıyla üzerine para yatırılıp kâr beklentileri hedefine kurulmuş, satabilmesi için insan algısına yön verecek pazarlama unsurlarının, sinemanın klişelerinin sonuna kadar kullanılmasıyla ortaya çıkan (Hollywood) filmlerinin samimiyetine duyduğum şüpheden kurtulmuş olmaktır.

Yaz benim için yıldızlı gök altında ve yazlık sinema keyfinde, ağaçların hışırtısı ve ağustos böcekleri eşliğinde, bağımsız ve farklı filmler izlemektir. Ve Hollywood sinemasının yarattığı gerçekliklerden sıyrılıp, hayatın samimi gerçeklikleriyle yüzleşme mevsimi, ruhuma detoks zamanıdır.

Kitapları, plakları, filmleri saklı yerlerinden kapaklarıyla kurduğum iletişimle satın almayı severim. Bu belki de popüler kültüre, popülizmin dayatmalarına bir başkaldırıdır. Ve onlar beni hiç yanıltmazlar! Buz Diyarı böyle bir seçimdi. Film boyunca filmle ilgili aklımdan geçen tek bir ifade vardı: Enfes...

Uygarlık ve barbarlık arasındaki sosyolojik tanımlarda ortaya koyulan referanslar hep insan odaklıdır. Bir kıyımı, öldürmeyi, ölmeyi ifade eder. Ve barbar: Yaşam ve ölüme hayvani bir içgüdüyle yaklaşır. Kendi yaşamını sürdürmek için kolaylıkla öldürür. Bu film global köy denen yeni dünya düzenini, kapitalizmi, adına uygarlık denen gelişmeyi hepimize hükmeden tekil (barbar) bir varlık olarak tanımlarken onun sırtlarımızı, hayallerimizi, kendi yarattığı özlemlerimizi sıvazlayarak -aslında- bizi tüketen yüzünü bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor.

Sistemin, yaşamakta olduğumuz çağın ''pornografisini'' hiç birimizin ''hayır! Bu, hayatın içinde yok'' diyemeyeceğimiz gerçekliklerle bir bir önümüze seriyor. Finlandiya özelinde Avrupa Birliği'nin ana simgesi euro üzerinden genelde paraya: Kirlenmenin ve yok oluşun simgeleri olarak göndermeler yaparken bu global sistemin, aslında refaransı Marksizm olan sosyal demokrat Finlandiya'nın hayatını nasıl sarstığını insanlar odağında, tüketim simgeleriyle de anlatıyor.

Bütün bunları, Kuzey Avrupa'nın soğuğunun aksine sinemasının sıcacık ve gerçekçi uslubuyla hayatlar ve aileler üzerinden yapıyor. Müthiş bir kurgu, kesişen yollar, enfes diyaloglar, derin bir felsefe, sürekli merakı ayakta tutan bir ritmle olağanüstü ''insan bir film'' sunuyor bizlere...

Eğer bu yazıyı oluşturan cümlelerde size yakın ifadeler bulduysanız, sisteme karşı yeraltılarınız varsa bu, filmi de çok seveceksiniz demektir! O halde içinde ''insan'' olan enfes bir sinema örneğine hazır olun. İyi seyirler.

İlk yayın tarihi: 10.08.2008

1 Ekim 2009 Perşembe

Hemoroid Sorununa Tesadüfi Bir Çare

Bu hafta içinde iki önemli kazanımım oldu ve kendime saklamayıp paylaşayım istedim tüm insanlıkla. Bunlardan biri kabızlığa tesadüfi bir çarenin benzeri bir tesadüfle keşfettiğim pek sevilmez yemek bamyanın hemoroide iyi geldiği. ( Gerçi benim keşfim mi yoksa daha evvelden keşfedilmiş, duyuran var ve herkes biliyor da benim mi haberim yok bilmiyorum açıkcası) Benimki tamamıyla bilinç dışı bir tesadüfle keşfedilmiştir ki her bünyede aynı yarara ulaşılabilir mi konusundan da emin değilim. Ama bugüne kadar değişik insanlar üzerindeki uygulamalardan olumlu sonuçlar alındığı aşikardır.

Sonra madem keşfi yaptın, bu derdi daha derinden çeken insanlar vardır ve şu boş gününde boş boş otururken sevaplarını yazan meleğe ufak çapta bir iş çıkar, kendin de sevaba gir dedim. Bu hizmetten alınacak dualar, defterin o hanesini biraz daha ağırlaştırır ki, ne demiş atalar sözümüz: ''Sakla samanı gelir zamanı...''

Olayımız şudur efendim: Malum yaz günlerinde oldukça kalabalık bir aile oluruz ve ufak çaplı bir askeri birlik tadında çıkar günlük menü... Genelde mangal dışı yemeklerden sorumlu çavuş kızkardeş olduğu için her öğüne mutlak bir zeytinyağlı da yerleştirir. Bamya olan günler maaile uzak durulduğu için o sümüklüden, ziyan olmasın dersi vermek babından çocuklara; Afrika'daki açlıktan giren, bir ekmeğe bile muhtaç olanlardan devam eden, çöplükten ekmek toplayıp yiyenlerden çıkan uzun soluklu ve acıtasyon yüklü konuşmalar yapılır tarafımdan. Ne sevilir bir şey olduğunu da göstermek için bamyanın, ben yerim genellikle tamamını bir kaç gün ve bir kaç öğün...

O günlerden birinde; malum yaz akşamlarının sofrasından ve yanlış beslenmeden kaynaklanan keyif akşamlarının doğal bir sonucu olarak çekmekte olduğum orta çaplı sızıları bamyanın ertesi gün yok ettiğini farkettim. Önce tesadüf olduğunu düşünsem de, sonraki sıkıntılarda da kesin çözümün bamyadan geldiğinden emin oldum. Süreç içinde kesin olarak bamyanın hemoroid sorununa iyi geldiğine olan inancım kuvvetlenince, bugün ziyaretine gittiğim bir doktor arkadaşımla bunu paylaştım.

Eğer hemoroide kesin çözüm bulan mucize doktor ünvanı alıp insanları kapında kuyruk etmek istiyorsan bırak ilacı milacı, yaz önüne gelene zeytinyağlı bamya dedim. Valla billa, bakın ufacık bi yalanım yok, çok ilgisini çekti ve hemen not aldı önündeki deftere ve çok dertli bir iki hastasını aradı hemen yanımda...

Onlardan gelecek olumlu yanıt-ki takipteyim- bu işi, bamya hemoroid sorunu için tamamdıra kadar vardırabilir. Ha! Zaten bilinen bir şeydiyse de, yani benden önce keşfeden biri de varsa, valla alıntı ve duyuntu değildir bu yazı. Eğer daha önceden biz bunu biliyorduk diyorsanız da keşfedilmiş bir şeyi bilmeden keşfetmiş oldum sayın. Yani masumum.

Son kez tekrar etmek gerekirse efendim: Hemoroid sorunu yaşıyorsanız, ya da bir tanıdığınız varsa, şansınızı bir de zeytinyağlı bamya ile deneyin! Ama zeytinyağlı ayağına diğer sıvı yağları kullanıp ortaya getirilen çakma zeytinyağlılarla değil! Harbiden zeytinyağlı bamya ile.

Not: Diğer sebzelerle aynı sonuç alınamamaktadır, bilginize... İkinci kazanım için yerimiz dar geldi, kısmetse yarına artık.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Şeytan Marka Giyer...



Merly Streep'in bugüne kadar canlandırdığı tüm (naif) karakterlere göre oldukça değişik; tam anlamıyla, alışılmış Merly Streep rollerinden çok farklı, (tabiri caizse) ters köşe bir rolü olağanüstü bir oyunculukla kotardığı filmdir.

Oyuncu bu filmde, yönetici bir kadının profesyonel dünyanın kariyer savaşlarında üstlendiği (negatif) kimlikle insan ve kadın yanı arasındaki derinlikleri, çelişkileri ve vazgeçişleri göz önüne seren Miranda Priestly karakterini son derece başarıyla canlandırır.

Şeytan Marka Giyer, içeriden de çok iyi bildiğim bir dünyayı çok hoş ve kendi atmosferine yakışır bir renklilikte anlatmayı başaran keyifli bir filmdir.

Anne Hathawey'in, canlandırdığı Andy Sachs karakterini çok başarıyla oynaması da elbetteki filmi olumlu yönde etkileyen ve her iki karakterin de aslında temelde aynı, ama son tahlildeki tercihleri konusunda farklı duruşlarının ve kararlarının sorgulanması anlamında filme çok şey katar.

Ama ne olursa olsun; çok renkli moda dünyasının çok farklı bir boyutunu göz önüne seren bu filmin mihenk taşı bence, yine de Merly Streep'in oyunculuğudur. Onu çekip aldığımızda, belki de filmden bir şey kalmayabilir geriye!

Şu Şarabı Kastederek 'Yormuştum'...

Sevgili Evren'in Pazar Sayıklamaları başlıklı yazısını okurken ve özellikle de yazıya koyduğu resime bakarken kafamda şekillenen bir anla ilgili olarak, şu yorumu yazmıştım evvel zaman önce:  

Ayrı ayrı da çok güzel iki üzümün biraraya gelmesiyle ortaya çıkan (kupaj) şarabın lezzetinden yola çıkarsak; bir de, aşağı yukarı Akdeniz ülkesi peyniri tadından hareketle -ki yazı akla ilk İtalya'yı getiriyor- menüyü de şekillendirince insan... bütün bu ambiyansın içindeki kadın ve adamın şahaneliğini de varsayınca akıl, resime bakıp, şöyle bir tahmin yürütüyor:

(Aşk'ın) tüketilmiş tüm anlamlarının ötesinde bir adlandırmayla yaşanan bir şeyin gözünden döküyor adam sözcüklerini ve sevdiğini söylüyor gözleri... Öyle bir ifade ediş ki bu; sadece bir bakışa yüklenmiş, içinde herşey olan çok şey... O öpücük de herşey...


Ve gerçekten yaz boyu çektiğim yazma kısırlığını ifade eden: Uzun zamandır yaz tatiline girmiş aklım çalışmaya başladı sankim yeniden... cümlesini de kurmuştum.

Meğerse, bütün ünlü yazarlar yaşarmış benzer sorunu. Hatta Mussano'ya serzenişlerimi ifade ederken; onun, şimdi adını hatırlayamadığım bir ünlü yazarın aynı sıkıntıları ifade eden sözlerini bir derste okuduklarını ve üzerine tartıştıklarını söylemesiyle de koltuktaki oturuşumu, şahane bir keyifle yeniden biçimlendirmiştim.

Sonra bu yazamama halimi; bir ''ABİNİN'' çok sevdiğim birisine,  o anki ruh hallerini fark eden ve onu çok seven bir düşünüşle ifade ettiği :'' Artık yazmasan da biraz yaşasan''... cümlesiyle anlamlandırmıştım. Bu söze sırtımı dayayıp Sanırım yaşarken yazılmıyor. Tembelliğim ondandır diyerek, tembelliğe gerekçemi bulmuştum.

Gerçekten de şöyle bir bakınmış aleme, ihmallerimi görmüş ve şu cümleleri dökmüştüm: Uzun zamandır ne yorum yazmışım ben, ne de yazı... Hazır klavyeye dokunmuşken düşeyim dedim akıp giden zamana notlarımı... Biri bana dur desin artık.

İşte tüm bunları bana yazdıran ve düşündürten: Şapşahane kadınla, şapşahane bir yaz akşamında, usul bir rüzgarın yalayıp geçtiği mumların ışığında, onun hazırladığı enfes İtalyan Mutfağına ve muhteşem sohbete eşlik eden, o ana derin keyifler katan, ve tam da bekler her şarap belli bir anı deyişine yakışır bir şıklık sunan Diren'in fiyatı da oldukça makul şarabı Collection Syrah'dı.

Şiddetle tavsiye edilir.

Ve elbette şu şarkıyla birlikte...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP