Aslında bu konuyu, dolayısıyla önerileri; Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'ne ve Türkan Saylan'a Ergenekon çerçevesinde yapılanlar, toplumda başlayan hareketlenme ve bunun blog yazılarına yansımaları üzerine yazmayı düşünmüştüm. Sonra dedim ki; bunu, sen en iyisi insanların çocuklara, dolayısıyla bağımsızlığa daha konsantre oldukları 23 Nisan günü yaz.
Sivil toplum örgütlerine katılmayı, oralarda görev almayı destekleyen biriyim. Bir takım eleştiriler yapacak olsam da, var oluşlarının, toplumun durağan kesimlerinde bir hareketlenmeye, katalizör görevi yapmaya, fark ettirmeye yönelik etkilerini fazlasıyla kabul eden biriyim. Ama sonuçta onlarda yönetenlerinin siyasal bakışlarıyla doğru orantılı olarak şekillenen kurumlar. Ve ne yazık ki bir çoğunun içinde, yönetim kadrolarında yer almayı var olma sebebi sayan, bu yolda çaba içinde olan, kurumun sağladığı statüden fazlasıyla yararlanan insanlar da var. Bu insanlar yüzünden bazen kendinizi, istekleriniz ve arzuladıklarınız dışında kullanılmış saydığınız, sizi soğutan ve küstüren tanıklıklar da var. Ve bu tip örgütlerde kaçınılmaz bir biçimde ayrımcılık da var.
Geçen gün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nden bir yöneticinin bir cümlesi kulağımı tırmalarken, yüreğimi de yaraladı. Bir eleştiri üzerine gelen cümle şuydu: ''Tabi ki biz laik Cumhuriyetten yana insanlar yetiştirmek için varız. İmam Hatip benzeri okullarda okuyan ya da ailesi o eğilimde olan insanların çocuklarına burs vermiyoruz. Çünkü, zaten onlara verenler var.'' Burada durdum! Buna şaşırmadım, anlayışsız da değilim; başta dediğim gibi, bağnazlık sadece bir kesime, bir ideolojiye sırtını dayamış, orada vücut bulan bir şey değil... Bağnazlık farklı bir insan durumu.
Aslolan çocuklara doğruyu, güzeli göstermek öğretmekse; yanlış yoldaki bir çocuğu kurtarmak, kendi iradesi dışında farklı bir hayata sürüklenen bu çocuğa yaşamda farklı şeyler de olduğunu göstermek değil midir? Şimdilik bunu bir kenara koyup daha derin ve uzun konuşmak istemiyorum böyle güzel bir günde... Sakın ola ki bu sözlerimden bu dernek ya da benzerlerine karşı olduğum ve sözünü edeceklerim bunlara alternatifmiş gibi algılanmasın.
Benim kişisel görüşüm ve bugüne kadar ki deneylerimden öğrendiklerim şunlar: Evet her insan tüm gücüyle ve olanakları çerçevesinde inandığı sivil toplum örgütlerine ve onların etkinliklerine omuz vermeli, katılmalı. Ama her bireyin, oralarda bir ses olurken kendi başına da yapabileceği çok daha yararlı işler olduğunu da söylemeliyim. Nasıl ki bir suyun yönünü ufacık bir dokunuşla değiştirip büyük kuraklıkları cennet bahçelerine çevirmek mümkünse... Her bireyin de, ufak bir dokunuşla bir çocuğun hayatını değiştirme şansı vardır. Burada kendi pratiğimin karşılıklarını tek tek yazmak istemiyorum. Bugün, bir sürü çevremden çocuğun hayatının bulduğu yönlerde, geldiği noktalarda ufacıkta olsa payım olduğunu biliyorum.
Ben çok fazla şeyler yapmadım. Hayatımın önemli bir bölümü işim gereği sanayi sitelerinde geçti. Oralarda yan komşumun, öteki komşunun, karşıdaki tamirci çırağının, evimin olduğu yerde üst kattaki, yan evdeki, karşıdaki çocuğun arkadaşı oldum ben... Dertlerini dinledim. Bunu kendime iş edinmedim ama... Boş kaldığım anlarda onlarla oynadım, konuştum, televizyon yarışmalarını taklit ederek bilgi yarışmaları yaptım. Oynarken Atatürk'ü öğrettim, klasik müzik bestecilerinin, felsefecilerin adlarını soktum oyunlara, dolayısıyla kulaklarına... Farklı müziklerden, farklı şarkıcılardan haberdar ettim, sinemadan konuştum. Daha küçüklere masallar anlattım kafamdan; içindeki hayvanlara felsefecilerin adlarını vererek... Okuma yarışları yaptım, üçünü beşini dizimin dibine alıp, iyi okuyanların üstünlük taslamalarına olanak tanımadan... Ve bu yarışmalar da okumasında sorun olan çocukları ellerinden tutarak bir kitapçıya götürüp ilk kitaplarını alarak
Demek istediğim şu: Çocuklar rol modeller ararlar kendilerine ve aslında, sanıldığı gibi kitaplarda, filmlerde aramazlar bunları, aradıkları yer en yakınlarındadır. Ben kendi adıma bunun en yakın tanığıyım, daha lise yıllarından başlayıp kendi çocuklarım olan sürece kadar bunu sezdim, hissettim. İleriki yıllarda çok iyi işler yaparken gördüğüm, bir çoğu üniversite bitiren bu çocukların mesleklerinden, karşılaştığımız yerlerde sevgilililerine, eşlerine arkadaşlarına beni tanıştırırken söylediklerinden bahsetmek istemiyorum.
Kitap kampanyalarına katılın katılalım, hem de yetişebildiğimiz her birine... Sürekli destekleyin, destekleyelim. Ama şu ikisi arasındaki farkı da düşünün: Okul sırasında otururken önünüze rast gele koyulmuş bir kitap mı daha çok iz bırakır? Yoksa, uzaktan uzağa farklılığını gördüğünüz, öykündüğünüz bir abla ya da abinin elinizden tutup sizinle konuşa konuşa götürdüğü kitapçıda birlikte bakarak, dokunarak seçtiğiniz, oraya gelene kadar bir kaç vitrin önünde kaldığınız, orada ki kitaplara da baktığınız bir süreç sonunda aldığınız kitap mı?
Bir çocuğa kitap almak güzeldir. Ama en güzeli onu elinden tutup kitapçı vitrinlerine baktırmak, içeri sokup kitaplara dokundurmak ve sonra satın almaktır.
Demem şudur bu yazıyı okuyan herkese: Çevrenizden bir çocuğa dokunun, onun ilk kitabını birlikte gidip siz alın, onun elinden tutup sinemayla, tiyatroyla, konserle siz tanıştırın. Arkadaşı olun. Aziz Nesin'in yıllar önce bir röportajda okuduğum şu cümlesi kafama kazınmıştır. Usta demiştir ki orada: ''Avrupa 'da insan hiç bir şey okumasa da kültür kesilir. Çünkü, gözünün önündeki her yerde bir kültürel etkinlik afişi vardır. Mutlaka bir kitapçı vitrinine gözü takılır. Bir billboard da bir kitap reklamını görür. '' Bizim ülkemizin bu şansı yok. O zaman biz, olanaklarımız ölçüsünde çocukların ellerinden tutup gösterelim.
Son olarak benim kahramanlarımdan birinden söz etmek istiyorum. Bir gün kahramanlarımı tek tek yazmak isterim. Mahallemizde bir Selahattin amca vardı; bir sağlık kurumunda memur... Uzun bir mısır tarlasının ortasındaki patika yoldan çıkılarak girilirdi mahallenin bizim sokağına... Her akşam, çocuklar oturur Selahattin amcanın işten gelişini beklerdik. Biz, ''merhaba Selahattin amca'' derdik. O da, ''Merhaba Ayşe, merhaba Ali'' örnekleri gibi her selam veren çocuğa adıyla karşılık verir; ve yolun sonundaki evine gidene kadar hangi çocuk denk gelirse bir küçük şeker ikram ederdi. Şu küçük nane şekerlerinden bir tane... Aslolan şeker değildi. Onun hepimize verdiği değerdi. O Selahattin amca kaç çocuğa merhaba demeyi öğretti. O kaç çocuk, diğer kaç çocuğa bunu öğretti. Bir düşünelim.
Aslında hayat çok kolay ve bu ülkeyi çağdaş bir ülke yapmakta... Yeter ki, her birimizden bu ülkeye bir Selahattin amca olsun... Haydi blogcular sokağınıza ve görev başına...
Eğer buralara kadar sabır gösterip okuduysanız;şu yazım da,bir tren yolculuğunda yine ufacık, bir hayata dokunuş öyküsüdür.