24 Nisan 2009 Cuma

Fark Nerede


Bir kaç ay evvel, güneydoğuda eylemlerde kullanılan çocuklar için bir yazı yazmıştım, bir milletvekilinin basın toplantısında bir soruya verdiği yanıt üzerine... O gün, devletin kırk yılda bir aklına gelen iyi niyetli tavrından söz etmiştim. Dün sanki devlet normaline döndü... Bu olumlu tavrı sürekli kılmak bu kadar zor mu ki insanı yazdığı yazıya pişman ediyorlar. Beni neredeyse daha önce yazdığım yazıda ettiğim söze pişman eden olayı kısaca anlatmak gerekirse; akşam televizyonda bir çoğumuzun izlediği, izlemeyenlerin en azından bugün gazetelerden okuduğu, Hakkari'de eylem yapan çocuklara müdahale esnasında bir polis memurunun bir çocuğu feci şekilde dövmesiydi.

Biraz geniş bakıldığında bu olay sizce bireysel diye nitelenebilecek bir eylem miydi? Bence değildi. Diyelim ki çocuğu acımasızca döven polis bireydi, eylem de bireysel. Peki olay yerindeki onca devlet görevlisi neydi? Bir kişi bile mi çıkmaz bir ambulans çağırmak için... Sonradan olay yerine gelerek, çocuğa ölmüş mü diye bakıp sonra çekip giden polis ötekinden daha mı az sorumluydu?


Osman Baydemir söyleme biçimi açısından en uzak durduğum ve sempati duyamadığım bir insandı. Ama seçim öncesi bir oturumda izlediğimde düşüncelerim değişmişti. Bir takım eylemsel düşüncelerine katılmasam da söyleme biçimini sevmiş, onun gözünden bakarak anlamış, sempati duymuş, bunu da yazımda belirtmiştim.

Dün 23 Nisan'dı, bayramdı. Hepimizin, en çok da çocukların bayramıydı. Oraya katılmamak bir protesto yöntemi olamazdı! Olmamalıydı. Protesto yapmanın önünde engel yoktu ki; yürekli bir adam için binbir yolu vardı. O bayramı, bugün karşı durulan insanlar yaratmamıştı. O bayramı Türkiye halkı kavramını ortaya atan M. Kemal Atatürk yaratmıştı. Bayram, bir çok farklı kimlikten oluşmuş Türkiye halkının bayramıydı. O bayram çocuklar ve Atatürk demekti! En çok da ulusal egemenlik!.. O Kurtuluş Savaşı' nı aklı başında herkes bilir ki bu ülkedeki farklı etnik kimliklere sahip, farklı anadilleri olan insanlar yan yana omuz omuza vermişti.

Bu ülke tarihinin değişik dönemlerinde yönetim gücünü elinde tutanlar; her etnik kimlikten, her dilden, her dinden insana haksızlık, ayrımcılık, işkence, zulüm yapmadı mı? Yaptığını aklı başında hiç kimse inkar edebilir mi, görmezden gelebilir mi?

Ama sürekli barıştan kardeşlikten söz ederken bu ülkenin önderi tarafından yaratılmış bir bayramı: "Her şeyden önce ülkede demokratik tahammül kültürünün ve kabul kültürünün gelişimine ihtiyacı var. Törenlere katılmamamız çok anlamlı ve çok ciddi bir mesaj" sözleriyle bugünkü yöneticilere karşı bir eylem halinde protesto etmek neyin nesi? O zaman bir takım kafatascıların söylemlerini haklılamıyor mu bu? O zaman demokratik tanımlar yüklemenin anlamı var mı verildiği söylenen mücadeleye...

Sürekli barıştan ve kardeşlikten söz etmenin anlamı bu eylemin neresinde? O bayram, karşı çıkılıp varlıkları protesto edilen adamların bayramı mıydı sadece? O bayram; bu ülkede yaşayan herkesin, en çok da çocukların bayramı değil miydi? Oraya gelmemek aynı zamanda bayramı da protesto etmek ve tanımamak değil miydi? En büyük tehlikenin kutuplaşma olduğu bir ülkede, toplumda kutuplaşmanın bu kez bir sivil siyasetçi tarafından yaratılmış hali değil miydi bu eylem? Çocukları eylem alanlarına sürmenin çakalca bir uyanıklık olduğu, bu tür eylemlere müdahale edileceği aşikarken çocukları oralara süren büyüklerin, oluşacak sonuçlardan propaganda olanağı yaratma mantığı güttüğü uzak bir olasılık mıdır? Ahlaklı mıdır?

O zaman devlet ile sivil bir belediye başkanının, demokratik tahammül kültüründen ve kabul kültüründen söz eden siyasetçinin, aynı gündeki olaylar karşısındaki tutumlarının farkı ne?

Resim:Home made,ve çiçekler taze:))

23 Nisan 2009 Perşembe

Bugün 23 Nisan Görev İstiyor Her İnsan!

Aslında bu konuyu, dolayısıyla önerileri; Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'ne ve Türkan Saylan'a Ergenekon çerçevesinde yapılanlar, toplumda başlayan hareketlenme ve bunun blog yazılarına yansımaları üzerine yazmayı düşünmüştüm. Sonra dedim ki; bunu, sen en iyisi insanların çocuklara, dolayısıyla bağımsızlığa daha konsantre oldukları 23 Nisan günü yaz.

Sivil toplum örgütlerine katılmayı, oralarda görev almayı destekleyen biriyim. Bir takım eleştiriler yapacak olsam da, var oluşlarının, toplumun durağan kesimlerinde bir hareketlenmeye, katalizör görevi yapmaya, fark ettirmeye yönelik etkilerini fazlasıyla kabul eden biriyim. Ama sonuçta onlarda yönetenlerinin siyasal bakışlarıyla doğru orantılı olarak şekillenen kurumlar. Ve ne yazık ki bir çoğunun içinde, yönetim kadrolarında yer almayı var olma sebebi sayan, bu yolda çaba içinde olan, kurumun sağladığı statüden fazlasıyla yararlanan insanlar da var. Bu insanlar yüzünden bazen kendinizi, istekleriniz ve arzuladıklarınız dışında kullanılmış saydığınız, sizi soğutan ve küstüren tanıklıklar da var. Ve bu tip örgütlerde kaçınılmaz bir biçimde ayrımcılık da var.

Geçen gün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nden bir yöneticinin bir cümlesi kulağımı tırmalarken, yüreğimi de yaraladı. Bir eleştiri üzerine gelen cümle şuydu: ''Tabi ki biz laik Cumhuriyetten yana insanlar yetiştirmek için varız. İmam Hatip benzeri okullarda okuyan ya da ailesi o eğilimde olan insanların çocuklarına burs vermiyoruz. Çünkü, zaten onlara verenler var.'' Burada durdum! Buna şaşırmadım, anlayışsız da değilim; başta dediğim gibi, bağnazlık sadece bir kesime, bir ideolojiye sırtını dayamış, orada vücut bulan bir şey değil... Bağnazlık farklı bir insan durumu.

Aslolan çocuklara doğruyu, güzeli göstermek öğretmekse; yanlış yoldaki bir çocuğu kurtarmak, kendi iradesi dışında farklı bir hayata sürüklenen bu çocuğa yaşamda farklı şeyler de olduğunu göstermek değil midir? Şimdilik bunu bir kenara koyup daha derin ve uzun konuşmak istemiyorum böyle güzel bir günde... Sakın ola ki bu sözlerimden bu dernek ya da benzerlerine karşı olduğum ve sözünü edeceklerim bunlara alternatifmiş gibi algılanmasın.

Benim kişisel görüşüm ve bugüne kadar ki deneylerimden öğrendiklerim şunlar: Evet her insan tüm gücüyle ve olanakları çerçevesinde inandığı sivil toplum örgütlerine ve onların etkinliklerine omuz vermeli, katılmalı. Ama her bireyin, oralarda bir ses olurken kendi başına da yapabileceği çok daha yararlı işler olduğunu da söylemeliyim. Nasıl ki bir suyun yönünü ufacık bir dokunuşla değiştirip büyük kuraklıkları cennet bahçelerine çevirmek mümkünse... Her bireyin de, ufak bir dokunuşla bir çocuğun hayatını değiştirme şansı vardır. Burada kendi pratiğimin karşılıklarını tek tek yazmak istemiyorum. Bugün, bir sürü çevremden çocuğun hayatının bulduğu yönlerde, geldiği noktalarda ufacıkta olsa payım olduğunu biliyorum.

Ben çok fazla şeyler yapmadım. Hayatımın önemli bir bölümü işim gereği sanayi sitelerinde geçti. Oralarda yan komşumun, öteki komşunun, karşıdaki tamirci çırağının, evimin olduğu yerde üst kattaki, yan evdeki, karşıdaki çocuğun arkadaşı oldum ben... Dertlerini dinledim. Bunu kendime iş edinmedim ama... Boş kaldığım anlarda onlarla oynadım, konuştum, televizyon yarışmalarını taklit ederek bilgi yarışmaları yaptım. Oynarken Atatürk'ü öğrettim, klasik müzik bestecilerinin, felsefecilerin adlarını soktum oyunlara, dolayısıyla kulaklarına... Farklı müziklerden, farklı şarkıcılardan haberdar ettim, sinemadan konuştum. Daha küçüklere masallar anlattım kafamdan; içindeki hayvanlara felsefecilerin adlarını vererek... Okuma yarışları yaptım, üçünü beşini dizimin dibine alıp, iyi okuyanların üstünlük taslamalarına olanak tanımadan... Ve bu yarışmalar da okumasında sorun olan çocukları ellerinden tutarak bir kitapçıya götürüp ilk kitaplarını alarak

Demek istediğim şu: Çocuklar rol modeller ararlar kendilerine ve aslında, sanıldığı gibi kitaplarda, filmlerde aramazlar bunları, aradıkları yer en yakınlarındadır. Ben kendi adıma bunun en yakın tanığıyım, daha lise yıllarından başlayıp kendi çocuklarım olan sürece kadar bunu sezdim, hissettim. İleriki yıllarda çok iyi işler yaparken gördüğüm, bir çoğu üniversite bitiren bu çocukların mesleklerinden, karşılaştığımız yerlerde sevgilililerine, eşlerine arkadaşlarına beni tanıştırırken söylediklerinden bahsetmek istemiyorum.

Kitap kampanyalarına katılın katılalım, hem de yetişebildiğimiz her birine... Sürekli destekleyin, destekleyelim. Ama şu ikisi arasındaki farkı da düşünün: Okul sırasında otururken önünüze rast gele koyulmuş bir kitap mı daha çok iz bırakır? Yoksa, uzaktan uzağa farklılığını gördüğünüz, öykündüğünüz bir abla ya da abinin elinizden tutup sizinle konuşa konuşa götürdüğü kitapçıda birlikte bakarak, dokunarak seçtiğiniz, oraya gelene kadar bir kaç vitrin önünde kaldığınız, orada ki kitaplara da baktığınız bir süreç sonunda aldığınız kitap mı?

Bir çocuğa kitap almak güzeldir. Ama en güzeli onu elinden tutup kitapçı vitrinlerine baktırmak, içeri sokup kitaplara dokundurmak ve sonra satın almaktır.

Demem şudur bu yazıyı okuyan herkese: Çevrenizden bir çocuğa dokunun, onun ilk kitabını birlikte gidip siz alın, onun elinden tutup sinemayla, tiyatroyla, konserle siz tanıştırın. Arkadaşı olun. Aziz Nesin'in yıllar önce bir röportajda okuduğum şu cümlesi kafama kazınmıştır. Usta demiştir ki orada: ''Avrupa 'da insan hiç bir şey okumasa da kültür kesilir. Çünkü, gözünün önündeki her yerde bir kültürel etkinlik afişi vardır. Mutlaka bir kitapçı vitrinine gözü takılır. Bir billboard da bir kitap reklamını görür. '' Bizim ülkemizin bu şansı yok. O zaman biz, olanaklarımız ölçüsünde çocukların ellerinden tutup gösterelim.

Son olarak benim kahramanlarımdan birinden söz etmek istiyorum. Bir gün kahramanlarımı tek tek yazmak isterim. Mahallemizde bir Selahattin amca vardı; bir sağlık kurumunda memur... Uzun bir mısır tarlasının ortasındaki patika yoldan çıkılarak girilirdi mahallenin bizim sokağına... Her akşam, çocuklar oturur Selahattin amcanın işten gelişini beklerdik. Biz, ''merhaba Selahattin amca'' derdik. O da, ''Merhaba Ayşe, merhaba Ali'' örnekleri gibi her selam veren çocuğa adıyla karşılık verir; ve yolun sonundaki evine gidene kadar hangi çocuk denk gelirse bir küçük şeker ikram ederdi. Şu küçük nane şekerlerinden bir tane... Aslolan şeker değildi. Onun hepimize verdiği değerdi. O Selahattin amca kaç çocuğa merhaba demeyi öğretti. O kaç çocuk, diğer kaç çocuğa bunu öğretti. Bir düşünelim.

Aslında hayat çok kolay ve bu ülkeyi çağdaş bir ülke yapmakta... Yeter ki, her birimizden bu ülkeye bir Selahattin amca olsun... Haydi blogcular sokağınıza ve görev başına...


Eğer buralara kadar sabır gösterip okuduysanız;şu yazım da,bir tren yolculuğunda yine ufacık, bir hayata dokunuş öyküsüdür.

22 Nisan 2009 Çarşamba

Doğmak Güzelmiş

Günün akşama dönen saatleriydi. Binbaşıyı evine bırakıp arabayı park ettikten sonra, yukarı, subay gazinosuna doğru çıkmaya başlamıştım ki arkadan gelip koluma giren Aziz'le birlikte yürümeye başladık. "Naber, nasılsın, nasıl geçti gün?" muhabbetiyle ağaçlı yoldan yürüyüp gazinonun kapısından içeri girdik. Altı kişilik şahane bir çeteydik. Hem efendi, hem fırlama, biraz serseri, alabildiğine gözü kara, altı farklı şehirden, altı gencecik çocuk. Her günü, her akşamı aksiyon yüklü altı asker.

Biz Aziz'le orduevinden girdiğimizde, diğer dört adam ortalıkta yoktu. Ve garip bir şekilde canım sıkkındı. Aziz; ''Sen otur tertip, ben işlerim var onları halledip geliyorum,'' dedi. Ben, o an orada bulunan diğer çocuklarla, klasik asker deyimiyle alt devrelerle sohbete başladım. İzmirli, köle diye seslendiğimiz, çok sevdiğimiz, çok uyanık bir garson vardı. Yine alt devre Tokatlı, Türk Sanat Müziği söyleyen, Orduevi eğlencelerinin ve eski kentin kızlarının sevgilisi İbo'da oradaydı.

Bizim çetenin elemanları ortalıkta olmadığı gibi, biraz sonra o ikisi de kayboldu; ve ben, orduevinin oturma salonunda yapayalnız kaldım. Belki bu ilk kez olan bir şey değildi, ki çoğu zaman, şehir dışında ya da görevde olduğumuzda eksik oluyordu kadroda... Ama o gün, canım sıkkındı işte!

Babamın öldüğü, koğuştan izine gidiyorsun diye kaldırılıp otobüse bindiğim geceden henüz bir yıl geçmişti. Askerlikle ve babanın zamansız ölümüyle yüklenilmiş sorumlulukların, vazgeçilmiş hayallerin ortasında bir yerdeydim. O çete, benim o süreci kolay geçirmemin en önemli ögesiydi. En atak, en fırlama çağında bölünen hayatıma katılıp, yaşamı hiç bir şey olmamışçasına sürdürmemin en büyük dayanağıydı.

Hava kararmaya başladığında sadece Aziz benim olduğum yere gelip gidiyordu ki bu da gayet normaldi. Komutan (Tuğgeneral) orduevine yemeğe geldiğinde ya da büyük protokol yemeklerinde bütün düzenden sorumlu olan oydu. Saat sekize yaklaştığında, henüz çetenin diğer elemanları ortalıkta görünmüyordu. O ara, Aziz yanıma geldi, ''Tertip yukarıda az işim var, gel senle beraber gidelim'' dedi. Orduevinin alt binasından çıktık. Kurulu olduğu yamaç dolayısıyla yıkılma riski olduğu için kapatılan üst orduevine doğru yürümeye başladık. Üst orduevinin sadece cuntacı generallere ayrılmış bölümü kullanılabilirdi ve oranın sorumlusu da Aziz'di.

Sadece onlar gelirlerse kullanılan, tugay komutanı dahil hiç bir üst ya da alt rütbeli subayın kullanamadığı bu odalar ve salon: Bizim askerliğimiz süresince, bir kez hizmet verdi cuntaya...

Biz Aziz'in ana kapıyı açmasıyla binadan içeri girdik, oranın sorumlusu olarak her akşam kontrol ediyordu ve her gün temizleniyordu odalar; her an gelirlermiş gibi... Üst kata çıktık, ana salona doğru yöneldik; burası, geldiklerinde yemeklerini yedikleri salondu ve olağanüstü güzel tabakları, kadehleri, çatalları, bıçakları vardı. Mobilyaları anlatmama da gerek yok sanırım. Kapalı ve karanlık salonun önüne geldiğimizde, Aziz kapının anahtarlarını bakındı, çıkardı, elini kapıya uzattı ve ''Aa açıkmış!'' dedi. Biz içeri girdiğimizde, birden ışıklar yandı ve alkış kıyamet koptu. Muhteşem bir masa hazırlanmıştı... Yaş pastaya kadar her şey vardı... Eski kentte bulunması mümkün olmayan Doluca Moskado'yu, kim bilir kaç gün önceden ayarlayıp, bulup buluşturup, masaya koymuşlardı. O zor koşullarda, onca riski alıp, bütün nöbet yerlerini ve nöbetçileri ayarlayıp, bana netekim paşa ve evanesine ayrılmış salonu açmışlardı. Masaya zor oturdum, bir konuşma yapmaya çalıştım. Gözyaşılarımın ve hıçkırıklarımın izin verdiği kadar konuştum; sadece sizi seviyorum diyebildim...

Her biri, bir hediye almıştı: Bir küçük kutu kibrit, bir tadelle, sevdiğim gazozdan bir şişe, bir resim çerçevesi ve benzeri küçük küçük sembolik hediyeler... Hepsini bir torbada hâlâ saklarım; hayatımın en anlamlı ve en değerli hediyeleri olarak... Bir yirmi nisan akşamıydı.

Ve bu yirmi nisan akşamında, bu yazıyı bloga koymaya karar vermiştim. Yayımlamak için bloga girdiğimde şaşırdım. Blogda ''Bir Doğum Günü'' yazısı vardı. Ve gerçekten anlayamadım önce... Sonra okumaya başladım. Duygulandım. Gözlerim doldu. Ama onun altındaki yazı baraj kapaklarını açtı. Mussano burada olsaydı da kutlayacaktı. Tıpkı ailenin diğer fertleri gibi. Buna sevinecektim elbet; ama şaşırmayacaktım.

Yazma konusu aramızda bir meseleydi. Ben özellikle NBA konusunda çok başarılı olduğuna inandığım için yazmasını istiyordum. O da bir sürü bahane öne sürerek yazmıyordu. Doğum günümde, o yazıyı yazmış olması bu yüzden çok anlamlıydı ve o anki şartlarını, sınavlarını göz önüne aldığımda bunun anlamı bir kat daha artıyordu. Hiç bir ekonomik değer o yazının ve diğer tüm dostların yazdıklarının ve gönüllerinden geçenin değerine ulaşamazdı. Hayatımın ikinci en değerli hediyelerini bu doğum günümde aldım. İki gündür, bahçenin kuşları ne şarkılar söylüyor bir bilseniz. Herkese çok teşekkür ediyorum, çok iyisiniz, hepinizi seviyorum:))

20 Nisan 2009 Pazartesi

Doğum Günü...

Bir baba varmış, oğullarını çok seven, üniversiteyi kazandıklarında onlardan çok sevinen, başarılı olmaları için onlardan çok çabalayan, sorunlarında onlardan çok üzülen... En önemlisi bunları yapmaları için onları fazla sıkmayan ama sürekli itekleyen. Zaman zaman yaptıkları aşırılıklara mümkün olduğunca göz yuman, onları kararlarında serbest bırakan...


Oğulları babaya bir kutlama mesajı yazmak istemişler. Kısa ve öz olsun, en önemlisi de içten olsun demişler:


İYİ Kİ DOĞDUN BABA, çünkü sen olmasan biz olmazdık :)...

NBA'de Play-Off'lar Başladı,Hem de Ne Başlangıç!..



Son bir kaç ayda yaşananlar play-off'ların nasıl geçeceği hakkında az çok fikir vermeye başlamıştı aslında.Sezon boyunca bir iyileşip bir sakatlanan ve sonunda sezonu kapayan Ginobili,sakatlandıktan sonra “merak etmeyin riske girmemek için oynatmıyoruz play-off'lara yetişecek”denen ancak play-off'lar öncesi yapılan son antrenmanı acı ve hırstan sağ solu tekmeleyerek yarıda bırakan Kevin Garnett ve esrarengiz sırt ağrıları yüzünden sezonu kapadığı açıklanan-işin perde arkasında takımdan kesilen-ancak şu an nerede ne antrenmanlar yaptığı meçhul olan Nba tarihinin en skorer isimlerinden Allen Iverson.(gerçi sezonu kapaması Detroit adına daha hayırlı olabilirdi.Tabi karşılarına Cleveland çıkmasaydı)Bunların yanında,diz sakatlığından dolayı ancak %50'lerde performans sergileyebilen bunun da yetmediğini Texas derbisinde Dallas'a ilk maçta kendi sahalarında yenilmeleriyle anladığımız Spurs'ün yıldızı Tim Duncan.Liste böyle uzayıp gidebilir.

İşte böyle isimlerin olmadığı bir ortamda sürpriz oyuncular ilk maçlara damga vurdu.Boston Garden'daki maçta konuşanlar ne Ray Allen ne de Paul Pierce'dı.(Pierce 8/21 saha içi,Allen ise daha da felaket şekilde 1/12 isabet ve sadece 4 sayı ile hücum ettiler)Büyük ihtimalle yılın çaylağı seçilecek gard Derrick Rose ilk play-off maçında 12/19 saha içi ve 12/12 faul isabetiyle Boston'ı yıkan isim oldu.Takım halinde %43 ile hücum eden ve ilk beşteki tüm oyuncuların çift haneli skor ürettiği Chicago'da öne çıkan diğer isimler 20 sayı 5 asistle şutör Ben Gordon ve Garnett'siz Celtics pota altını 11 sayı 17 ribaund 3 blokla karıştıran,Florida'yla üst üste iki Ncaa şampiyonluğu yaşamış Fransız Joakim Noah oldular.Uzatmaya giden maçı kazanıp saha avantajını ele geçiren Chicago'nun en büyük soru işaretiyse nitekim tecrübesiz olan kadronun,yeteneğiyle seriyi sonuna kadar zorlayıp zorlayamayacağı.Ancak burada bir not vermek yerinde olacak çünkü Chicago'nun 2 sezon önce play-off ilk turunda elediği takım yine bir son şampiyon Miami Heat'ti!

Batı'nın en çekişmeli geçmesi beklenen eşleşmesi(aslında çekişmesiz geçecek tek bir seri yok gibi bunu normal sezonun son maçları sonunda tam 4 takımın sıralamadaki yerinin değişmesinden anlayabiliriz)Portland-Houston'dan da yine sürpriz sayılabilecek bir sonuç çıktı.Houston,Rose Garden deplasmanında 108-81'lik bir galibiyet elde etti ve saha avantajını lehine çeviren bir başka takım oldu.Sahanın yıldızı,kendine güvenen Houston yönetimini mahcup etmeyen 1.80'lik Oregon mezunu genç gard Aaron Brooks'tu.(tecrübeli gard Rafer Alston'ı sezon ortasında neredeyse hiç bir şey karşılığında-Brian Cook!'a karşılık-Orlando'ya göndermiş ve Brooks'u ilk beşe çekmişlerdi.)27 sayı,7 asist,4 ribaundluk galibiyet getiren performansı onun için Oregon eyaletinin en büyük şehri Portland'da sergilemekten daha iyisi olamazdı.Yao da 9/9 ile ürettiği 24 sayının yanına 9 da ribaunt ekleyerek Portland'ın ipini çeken isimlerden biri oldu.Portland'da All-Star Brandon Roy dışında ayakta kalan çıkmadı.

Texas derbisinde ise bu yıl hariç ne zaman eşleşirlerse eşleşsinler serinin her daim favorisi olacak Spurs,biraz yukarıda saydığımız nedenlerden biraz da Dallas'ın şimdilik sorunlarını geride bırakmış görünen kilit oyuncusu Josh Howard'ın dönüşüyle yakaladığı son dönem formundan dolayı sahasında kaybetti.AT&T Center'daki maçta öyle bir hava vardı ki,sanki San Antonio ne yaparsa yapsın Dallas bir şekilde onları yakalayıp geçecek gibiydi.Nitekim öyle de oldu ve Dallas sahadan 105-97 galip ayrılarak hem seride 1-0 öne geçti hem de deplasmanda kazanıp saha avantajını lehine çeviren takımlardan biri oldu.

Şampiyonluğun en büyük iki adayı ve finalde karşılaşmaları büyük bir aksilik olmazsa kesin görünen Cleveland ve Lakers sahalarındaki ilk maçları beklendiği gibi farklı kazandılar.İki takım da rakiplerinin(Detroit ve Utah'ın-Memo sakatlığı sebebiyle Lakers karşısında oynamadı-)maç boyunca kendilerini yakalamasına izin vermediler ve kadrodaki hemen her oyuncudan katkı alarak ileriki haftalarda karşılaşabilecekleri uzun serilerde büyük avantaja sahip olacaklarını gösterdiler.

Bir başka sürpriz ise normal sezonda iki takımın arasında oynadığı üç maçı da kazanan Hido'lu Magic'in Philadelphia'ya daha doğrusu süper atlet Andre Iguodala'ya kendi sahasında yenilmesiyle gerçekleşti.Orlando farkı üçüncü çeyrekte bir ara 17 sayıya kadar çıkarmasına rağmen 76ers,İguodala'nın bitime 2.2 saniye kala Hido'nun savunmasına karşın bulduğu basketle 100-98 kazandı ve tartışmasız ilk maçlar sonunda en büyük sürprize imza attı.Hido belki de sakatlıktan dönmesinin etkisiyle 6 sayıda kaldı ve açıkcası Igoudala karşısında da hem yıprandı hem de etkisiz kaldı.Kısacası koç Van Gundy'nin Igoudala'ya savunmada başka bir çare bulmasının gerekliliği ortaya çıkmış oldu.Dwight Howard'ın da 31 sayı 16 ribauntluk play-off kariyer rekorunun boşa gitmiş olması Orlando adına bir diğer üzüntü kaynağı oldu.

Ligin sayı kralı Dwayne Wade'in 19 sayıda kaldığı maçta Heat,Hawks deplasmanında çok ağır bir yenilgi aldı:90-64.Maç boyunca sürekli karşılaşılan sahne,havada uçup uçup smaçlar yapan bir Josh Smith ve onu izleyen-başta Jermaine O'neal olmak üzere!-Miami pota altıydı.Miami savunma ve hücumun ikisinde birden aksayarak hem sezonun en düşük skoru olan 64 sayıda kaldı hem de Atlanta'dan tam 6 oyuncunun çift haneli skor üretmesine neden oldu.Böyle giderse Wade her maç 50 atsa dahi işleri çok zor gözüküyor.Yine de bir an için 2006 Nba finalini hatırlarsak,Atlanta'nın Wade'i her maç aynı konsantrasyonla savunması gerektiği sonucu ortaya çıkıyor..Ne de olsa sayı kralı!

Bir başka çekişmeli geçmesi beklene serideyse Denver sahasında New Orleans'a 113-84 ile geçit vermedi ve ilk maçların en farklı galibiyetine imza attı.Çekişmeli geçmesi beklenen serinin çekişmesiz geçen maçında Pepsi Center'ı dolduranlar hem Chauncey Billups'ın 8/9 lik çılgın üç sayı performansına hem de yıllarca en büyük sorunu müdafaa olan Nuggets'ın,rakibini ikinci yarıda 37 sayıda tutan müthiş savunma performansına şahitlik etttiler.New Orleans cephesindeyse serinin kaderini belirleyecek faktör Chris Paul'un daha ne kadar takımını omzunda taşıyabileceği olacak.Oldukça derin ve tecrübeli bir kadronun bu kadar düşük performans göstermesi akıl alır gibi değil...

Güneşi Gördüm...


GÜNEŞİ GÖRDÜM VE GÜNEŞİ GÖREMEDEN ÖLEN ÇOCUKLAR ÜSTÜNE BİR AĞIT...

Bu film üzerine söylenecek çok şey var elbet... Biraz o yemeğin suyuna, biraz bu yemeğin suyuna banalım da ortaya şöyle karışık bir sulugöz lezzeti sunalım mantığına hizmet için yola çıkmış olsa gerek, yapımcılar ya da yapımcıları yönlendiren bilirkişiler!!! Dur bakalım dedim kendime, aradığımı bulamayacağımı bilmeme rağmen “ bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” düsturuma saygısızlık etmeme adına gittim ve baktım filme ''ne varmış ne yokmuş?'' diye… Bir de üstüne üstelik 24 Mart Yerel Seçimleri sonrasında Batman’da bulunan Türk asıllı bir misafir izleyici olarak!

Evet, ucundan kenarından yaşanan gerçek acılara ufacık dokunuşlar vardı filmde...Ama güneşi görmek pek mümkün olmadı; güneşsiz günlere mahkum edilmeye çalışılan bu ülkenin karanlık sinema salonlarında... İronilerle bir o yana bir bu yana savruluşun hengamesi vardı yüreğimde...Savruluşlarımın sebepleri anacıkların yürekleri üzerine dökemediğim ağıtlardandı aslında...

İyi, iyi ve iyiydi herkes ve her kurum... Hatta, terör için dağa çıkmış delikanlı da bir ana evladıydı, ailesinin ve Kürt halkının haklarını savunmak adına dağdaydı, canını feda etmişti milletine...

Asker iyiydi, Çocuk Esirgeme Kurumunda herkes iyiydi, hastanelerde herkes iyiydi ve insan insandı...Peki herkes, her kurum bu kadar iyiydi de sorun neredeydi? !!! Niye birbirine düşmüştü Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda sırt sırta savaşmış bu memleketin evlatları? Nerede, ne zaman başlamıştı bu Kürt-Türk etnik milliyetçiliği? Kimler neden baş koymuştu bu yola? Kimler payelenmişti bundan? Kimlerin ruhu duymamıştı kanayan yaraları? Bunca anan(ı)n yüreği niye kanamıştı? Aynı karından beslenen, aynı yatağı, aynı katığı paylaşan aynı ana babanın evlatlarından biri terörist olup dağa çıkarken, diğeri neden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Mehmetçiği olmuştu? Eğer sorun etnik milliyetçilikse bu bir ironi değil miydi? Serhat ve
Berat isimleri konulmuş iki kardeşin kaderleri nerede ayrılmıştı? İsimlerin anlamlarına mı yüklemek lazımdı suçu?

Milenyum dediğimiz çağda yaşarken, hala erkek evlat kıymetlidir bilir misiniz bu topraklarda... Hani erkek evlat müjdesi gelince varlıklarının değeri bilinmemiş kız evlatların da katıldığı sevinç gösterisi var ya; aslında, sessiz sedasız devam eden kutsanmışlığıdır erkek evladının...Hayaller ve hayatlar vaat edilmeyen annelerin çocuklarına hayaller ve hayatlar vaat etme imkanı var mıdır sanırsınız? Her ana(nın) yüreği aslında aynı kanar evlatları için bilir misiniz? Doğum sancısını çekmeyen doğum sancısını tarif edebilir mi gerçek anlamda?


Bu kadar konunun filmine 4 saat 30 dakika bile azken, isot kıvamında birkaç sahne ile kotarılmış, standart saatlere sığdırılmış filmin için sana teşekkür etmekten başka çaresi yok bu uyutulmuş afyon kıvamındaki milletin; sayın yapımcı-senarist-oyuncu Mahsun Kırmızıgül!!! Peki ya o Norveç’teki sahnelere ne demeli filmdeki? Burada devlet devlettir şakşakcılığı? Ne yani hepimiz Norveç’e sığınmacı mı olacağız devletin devlet olduğunu anlamak için? Yoksa her kişinin ve kurumun devlet bilinciyle hareket ettiği bir memleket için mi savaşacağız?

Görmeden, bilmeden, okumadan ahkam kesmeyin arkadaşlar!!! Madalyonun bir de öbür yüzüne bakın!

Kimler ne uğurlarda anaların evlatları için ağlayan yüreklerine takmaz, aldırmaz bilin! Bilin de faili yanlış yerde aramayın! Obama önce Türkiye’yi ziyaret etti sonra Irak’a gitti ve Barzani’yi ziyaret etti... Niye dersiniz? Ey bu milletin umudunu kaybetmeyecek akıllı evlatları uyanın!!! Ve atın artık üstünüze örtülmüş düşler battaniyesini bir tarafa... Bu vatan hepimizin ve gidecek başka yerimiz yok!!! Olsa bile memleketiniz, peşinizi bırakmayacak gerçeğiniz...


Yazı Destina 48 tarafından bir sinema sitesinde filme yorum olarak yazılmış ve onun izniyle buraya taşınmıştır.Kendisine hem bu farklı bakış açısı ve dolayısıyla güzel yazısı için bir kez daha teşekkür ederim.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Canavarlar Yaratıklara Karşı


Hayalimi ''Deli Deli Olma'' üzerine kurmuştum. Kars, en sevdiğim şehirlerden biriydi. Son Malakanlar'dan görmüşlüğüm vardı. Hatta filmi izlesem, yorumlarken çok güzel anılar paylaşmayı, Malakanlar'dan daha ilginç biriyle karşılamış olmanın yarattığı şaşkınlığı, sokaklarını, binalarını ve başımıza gelen daha bir sürü aksiyonu yazmayı planlamıştım. Ama, son dakika çalımını yiyince Tırtıl'dan; hepsi, şimdilik yattı.

Aslında, geçen sinema günümüzde şöyle bir teklifte bulunmuştum. Gerekli anlaşma sağlanmış, imzalar atılmasa da sözler verilip alınmıştı. Neydi bu anlaşma? Bundan sonra sinemaya gittiğimizde; eğer, benim izlemek istediğim bir film o gün oynuyorsa ikimiz ayrı salonlarda kendi filmlerimizi izleyecek, filmi erken biten de fuayede bekleyecekti.

Tırtıl'la dünden oluşan mutabakatımız sonucunda anlaştığımız saatte onu almaya gittim. Zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın(aslında, bugün daha çok kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçen kız gibi geldi; dün yazdıklarım örtüyü kaldırıp, bazı şeyleri hatırlatınca öyle gördüm belki de) sahilde dolaşmayın rüzgar var, dikkatli ol gibi uyarıları yaptıktan sonra, Tırtıl'la ikimiz yola koyulduk.

''Yanına para aldın mı?'' dedim. ''Yoo,'' dedi. ''Hani bu hafta sen ısmarlıyordun!'' dedim. ''Yoo, ben öyle bir şey demedim,'' dedi. ''İyi, o zaman gidemiyoruz,'' dedim sinemaya... ''Yemezler,'' dedi. Böylece klasik geyiklerimizden birini günün jeneriğine koymuş olduk.

Sinemaya gelip bilete yöneldiğimizde, ''sen senin filmine, ben de benimkine gidiyoruz,'' dedim. ''İkimiz de benim filmime gidiyoruz,'' dedi. ''Hani anlaşmıştık,'' dedim. ''Bi daha ki sefer,'' dedi. Sürpriz oldu mu? Tabii ki hayır. Kaçıncı bir dahaki seferde ben direnip kazanacağım göreceğiz.

Film nasıldı? Çok eğlenceliydi. Şahane bir aksiyon, ince bir Amerikan başkanı ve ilişkiler eleştirisi, tüm uzay filmlerine hoş göndermeler... Filmin esas kızı tarafından, sevdiği adamın''öküz'' olduğunu anlama hali, sonra o ''öküzün'' kendi çıkarı için geri dönme hali, ayakları üstünde durmanın ve başarmış olmanın güvenindeki kızın ''öküzü'' silkelemesi sahneleri ile süre giden, canavarlar ve yaratıkların farkını ve aslında ne olduklarını tartıştıran çok keyifli, yetişkin sinemasından klişelere ince bir mizahla dokunan, ve güldüren bir animasyondu.

Filmin ilk yarısında Tırtıl'a ''bu filmin senin sıralamandaki sırası ne? diye sorduğum da, ''Bitsin öyle söylim,'' dedi. Sen yine de şu an ki fikrini söyle dedim; 7. sırada dedi.

İlk yarıda bir kutu mısır tüketmiştik. Antrakta ikinci kutuyu istedi. Bu filmden zevk aldığımızın ilk göstergesi! Film bittiğinde La Paragas animasyon danışmanı Tırtıl'a tekrar sıralamayı sorduğumda sonucu açıkladı: Bolt ile birlikte birinci sırayı paylaşmışlar.

Benim için henüz Ratatouille (Ratatuy) un yerini sarsan bir animasyon olmadı. Bu ikinci sırayı alabilir. Güzel film işin açıkcası; eğlendik ve öteki filme gidemedim diye üzülmedim. Biz öneririz filmi, aklınızın bir köşesinde bulunsun. İki kutu mısıra banamısın dedirtmedi, öylesine bir keyif yani...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP