Yağmurun sileceklere ritm kattığı, vitrin ışıklı, neon lambalı asfalt akşamda; arzuların, hayallerin, olmayanların, olması istenenlerin beynin içinde kanlı bıçaklı meydan savaşı yaptığı; kalbin, sessizce biriktirdikleriyle sakin sakin alıp götürdüğü tebessümlü hülyalar saatinde: Radyoda çalan müziğin, içi ısıtan soğuğun, kaloriferin bir uyku halinde insanı düşlere sürüklediği kalabalık caddede, biraz önce alınmış kahvenin torpido üzerinden yaydığı kokuya hafızadan başka kokuların da katıldığı bir seyir halinde ilerlerken...
Siyah deri trençkotlu kadına takılan gözler, ıslaklığın otları üzerinde cam olan esnaf masalarının altındaki fotoğraflar kadar parlak yaptığı sabaha uyandığında... Yemeği verilmiş köpekle birlikte bu kır bahçede, Fransız filmlerinden uyanmış adamlar gibi poz takınmış, ağzında sigara yürürken, iki ağacın dallarının uzandığı sıvası dökülmüş bu kır pencereli sabah nemli duvarın ardındaki ten sıcağı yatakta yatan; ve bu poz halimle , saçlarının dudaklarının üzerine düştüğü aralıktan, çok ama çok özlemiş bir pişmanlığın yumuşak teninden, en acıtanından, en susamışından dokunuşların bir kadife altındaki beyazperde yansımaları gibi akıp gittiği, ter basmış bir sevdanın şarabında yıkandığımız iri siyah gözlerin gözüne değmek; 0 siyah saçların kafası karışık çarşafına sarılmış çıplaklığını, yağmur değmiş buğuların ardında teslim alınmış bir bedenin diri göğüsleri gibi pencerede görmek için turlayan, benim.
Kaç evvel zaman önce asfaltında blues neonları yansıyan caddede bırakılmış, ve kaç on yıl sonra dün akşamın ruhları dürtükleyen saatinde, yine evvel zaman önceki gibi sanki tesadüfen girilen bir dükkândan çıkarken tesadüfen rastlanılmış ana dönen de benim.
Her zamanki günlerden birinin; bilinmez, atraksiyon dolu akşamına, oradan gecesine aktığını bilmeden zamanın; lacivert kazağının fermuarı ile oynarken bir adam öğlenin az geçmiş bir vaktinde... Sadece kadınlı yaşamla kadınsız yaşam üzerine özlüyordu yaşadıklarından bakarak duyguların sahiciliğini... Kokluyordu! Bir kadın teninin, bir kadın kokusunun izlerinden koşmanın parfüm kokulu gülüşlerini...
Bir okul sırasında, sıra üzerinde unutulmuş ele değen çıplaklık: Bir uyuşturucu akşamı gibi tekrarlar isteyen macera kapıları açmıştı çok evvel zaman içinde. Kazara oturan ve bu kazaları sürekli bir hal alan kızı, yıllar sonra ehliyetsiz arabayı okul kapısına dayayıp, seni istiyorum diyerek sürüklenilen yatakta, atletlere varana kadar kıpkırmızı olan korkunun erişilmez duygusunu sahiplenmeyi, sorumluluğunu almayı, bütün bir ihtirası şefkatle de sarmalamayı becerebilen arzulamanın notlarını arıyordu tozlu rafların ücralarında... Aslında, o öğlenin az geçmiş bir vaktinde, bunları düşünmüyordu. Bu yaşanılmışlık, başka bir kararı kolay verebilmek için bilinçaltında tetikte bekliyordu; mermisi sürülmüş vaziyette. Olacaklar bilinmez bir haldeydi günün 13.32 sinde...
Hani, araba insanı yakan blues eşliğinde neon ışıklı caddede ilerlerken bir kadın gördü ya adam: Bütün bir kalabalığın durduğu, sadece uzun bacakların yuvarlak kalçalarının ince bedeni, çıldırtan müziğin ruj kırmızı far mavili ışıklarının altında sarhoşluğun sarmaş dolaş ritmiyle sallayışına bin sahne yazdı ya! En kokulusundan saçlara gömülmüş yüzün defterinden...
Aslında, adam kadını tanıyordu bin yıl önceden. Aynı bin yıl öncedeki gibi, girdiği mağazadan çıkınca, tesadüfenmiş gibi karşılaştı kadınla. Merhaba dedi yılların ötesinde kalmışlıkla. Tıpkı bin yıl önce, onun adını söyleyişindeki tonda -Merhaba- dedi kadın, iri siyah gözlerin ruj kokulu tebessümüyle. Yıllar öncesinde kalmışlığın temposunda ve kaldıkları yerden yürümeye başladılar. Şimdi, hareketsizliğin hüküm sürdüğü caddede hatta kalabalık için zamanın bile donduğu anda, günün bıkkınlığındaki ara sokaklardan bir iki dükkanın kepenk seslerinin de susmasıyla, zaman sadece adam ve kadın için işlemeye başladı.
Araba, o neon ışıklı caddeden iki kişilik haliyle ayrıldıktan az sonra; bu kez, dalgaların kıyıdan aştığı, yağmura sileceklerin yetişemediği, farların karanlığı deldiği bi hızla, kilometre taşlarının ateş böcekleri gibi parladığı, pervanelerin baş döndürücü tutkularıyla dans ettiği yolda; birbirinden ten kokan, yıldız ışıklı şarkılar çalmaya başladı. Yol boyunca aslında sessizlik hüküm sürüyor gibi gözükse de, arabanın koltuğunda hafifçe sola çevirdiği yüzüyle adamı izleyen kadın ve bunun farkında olan adam, o kadar çok şey konuştular ki sessizliğin sesiyle...
Araba, bahçeden girip ağaçlar boyunca ilerledi. Bu esnada sessiz evin önünde susan motor, ardından sönen farlar karanlığa gömmedi ortalığı. Aksine, ruhların ışıkları yanmıştı ışıl ışıl. Kadın, siyah beli kuşaklı trençkotuyla merdivenleri çıkarken; adam, aslında hep ona benzettiği, hatta çocuklarının annesi kadını, hatta ünlü Fransız oyuncuyu gördüğünde, daha önce sevdiğinden dolayı onları da sevdiği hayranlıkla bakıyordu; topukların üzerinde, kalçaların ritmiyle ilerleyen kadına... Kilide girip çevrilen anahtar, ama daha önemlisi, kapıyı açarken kadının bedenine değen bedenin aldığı deri kokusuna karışmış kadının kokusuydu.
Mahrem şeylerin sessiz tonuna, evin eskiliğinin parkelerde çıkardığı gıcırtıların nefes alışverişleri, az sonra olacakların ateş basmış hali usul bir ürpertiyle katılırken, adamın yarın sabah poz takınmış halde penceresine baktığı odaya girdiler. Oda, asla uzak kalmaya izin vermeyen, insanı ötekine iten, istemenin, arzulamanın bütün kilitlerine dokunan, nefes seslerini, onlardan yayılan ısıyı bedendeki uyanışlara ekleyen bir sahneydi.
Gecenin dilsiz karanlığına, uzun ve emsalsiz geceye eşlik edecek; bin yıl önceden susamışlığın, uzak kalmışlığın, ölümsüz bir istemenin yakıcı tonunda; aşkın yangınını anlatacak, hatta yangına körükle gidecek türden bir müzik katıldı...
...devam edecek;zamanın ötesinden berisinden bi günde ama !.:)...zamansızca yani:)
EN BÜYÜK HUZUR KENDİNLE BARIŞIK OLMANDIR.
3 saat önce