Elimde kahve kokusu, kulaklıktan ruhuma akan müziklerle cama dayanmış gözlerimin önünde akıp giden zamanın; eriklerin meyvaya, elmaların çiçeğe, incirlerin tomurcuklara dönmüş güzelliğinin; sarı mor çiçeklerle donanmış ot ormanı içinde bir vahşi doğa hayvanı gibi görünür görünmez dolaşan kedilerin; uzun düzlüklere, sarp yamaçlara yayılmış sürülerin çıngıraklı yürüyüşlerinin; derin uykulara sığınacak gün batımındaki evlerin akşam yemeğindeki huzurunun; dağların ihtişamlı yalnızlığının; köpeklerin uzak havlamalarının; güneşin önce yakın ağaçların, sonra dağların ardından yok oluşunun tadını çıkara çıkara bir otobüs koltuğunda yol alırken... Yolculukların keyfinden, dışarıdan, iç yolculuklarımdan uzak tutmasın diye yanımda oturana merhabanın ötesinde bulaşma fırsatı vermeyen beni, bütün bu keyif dünyamdan iki koltuk önümdeki tv ekranına çevirip, kendi içine çekip, iki saat boyu oradan çıkmama izin vermeyen filmdir.
Muhteşem renkler, olağanüstü bir devinim, ince espriler, hoş duygular barındıran bu yaratılmış dünya: Dinlediğim bütün masallardan daha kucaklamıştı beni... Sonra her karşılaştığımızda izlemekten olağanüstü tatlar aldım. Belkide Luc Besson'u bu yüzden çok sevdim. Bruce zaten mavi aydan beri adamımdı. Milla için ne denebilir ki...
Bugün ne yapsamki kararsızlığında bir pazar günü için iyi bir seçim olabilir!
Resim hepimizin bir tanesi dünya güzeli ''genç kızımız'' Naz'a aittir... Bu Naz'ın ilk yağlıboya çalışması olup, Picasso'nun bir tablosunun ana hatları kurşun kalemle çizilmiş halinin, tümüyle Naz tarafından renklendirilmiş şeklidir.
Naz kimdir? Dünyaya geldiği ilk gün, daha hastanedeyken benim, ''Allah kolaylık versin hepimize'' dediğim, ''Len çekilin gidin, ben herşeyi biliyor, hepinizi de tanıyorum,'' diyen, bize bahşedilmiş bir prensestir. Doğduğu günün ertesinden itibaren hepimizi saflara dizip ayağımızı o gün itibariyle denk aldıran bir tanemizdir. Bir süre baleye de gitmiş olan Naz, Türkiye çapındaki deneme sınavlarında artık gündem konusu bile etmediğimiz sayıda Türkiye birinciliğine sahiptir. Henüz dokuz yaşında olmasına rağmen her sene yaşını bir fazla hesap ederek kendini genç kız kategorisine terfi ettiren; ''Bak büyüdüğünde zaten yaşını küçülteceksin gel yapma, şimdiden ilave edersen o zaman ekstradan iş çıkaracaksın,'' demelerime, bu konuda uzun uzun konuşmalarıma rağmen; ''Ama sen bilmiyorsun dayı,'' diye başlayıp son derece akıllı bir strateji ve sabırla, artık ergenlik yaşının çok aşağılara geldiği tezinde direterek, beni bu konuda ebediyen susmaya mahkum etmiştir.
İkna yeteneği çok fazladır, siz yine de ikna olmazsanız son derece modern silahlarla donatılmış cephaneliğinden sürekli takviye yaparak, bütün cephelerde sizi darmadağın edebilir. O yüzden çok mevzi kaybetmeden susmakta yarar vardır. Ben Naz'a genelde hayır demem. Ne yazık ki anne ve babası bazen hayır demek gafletinde bulunurlar; sonunda da laflarını yemiş, bütün cephaneleri tükenmiş, bütün kaleleri feth edilmiş bir halde ağızlarından çıkan kelimeyi yutarlar. Ben sonunda söylemek zorunda kalacağımı başında söyleyip, asla hayır demiyerek bu yenilgi duygusunu bugüne kadar hiç tatmadım, tatmakta istemem.
Hiç bir silahı fayda etmezse sona sakladığı atom bombası kozunu oynar; mahzun bakışlarına gözünün ucuna getirdiği damlaları dizer, sizin teslim olmaktan başka bir çareniz kalmaz... Üstelik, bu teslim olma halinde bırakmaz sizi; sürekli ve sabırlı ve inadına çok tatlı bir diplomasi güderek, tüm aileyi kendisiyle teke tek görüşmeler yapıp, gönlünü alma çabalarıyla baş başa bırakır...
Minicik yüreği aslında kop kocamandır. O bir iyilik perisidir, arkadaşlarının enidir, başı diktir, zarif ve endamlı bir feministir. Sizi çok iyi okur ve hisseder, içlerinize işlemeyi, ruhunuza dokunmayı çok içtenlikle başarır. Kimselerin baş edemediği, kendinden bir, iki, üç yaş civarı küçük erkekler orudusunu, ailenin nişan, düğün, yemek gibi toplantılarında çok güzel idare eder, liderdir... Sürekli araştıran, merak eden ve kurcalayan bir kızımız olduğu için sonsuz sayıda icadı vardır. Son icadı mandalina yaprağı masajını, akşam küçük dayısına uygulayarak aldığı başarılı sonuçlar neticesinde franchising vermeye karar vermiştir. Kendisiyle bir de kafe projemiz vardır.
Geçen yaz kendi kadar tatlı ortağı ile birlikte deniz kabuklarını boyayıp deniz kenarında kurdukları tezgahta satma projeleri vardı. Yaptıkları ürünleri daha tezgaha koyamadan aile fertlerine kakaladıklarından, bir de benim tavsiyemle kalabalık bir yemek akşamında konuklara gerçekleştirdikleri bir sunumda onlara satarak, voleyi vurmuşlardır. Ancak, en nadide parçayı daha bunlar işe yeni başladıkları sırada satın alan Tırtıl, bunların o parçayı çok sevdiklerini sezdiği için, aldığı fiyatın çok üstü bir fiyatla nerdeyse tüm kazançlarını alarak kendilerine geri satmıştır; bu da sanatı parayla ölçmediklerinin en güzel kanıtıdır:))
Çok güzel motosiklet kullanan Naz giyimine kuşamına çok dikkat eder. Fırsat bulduğu her an babanne anne kim varsa onların topuklu ayakkabılarından birini çeker. Ayna önünde makyaj malzemeleriyle yakalamak mümkündür. İspanya'dan alınan önceki yıllarda giydiği elbisesi muhteşemdir. Çok şık giyinir, gittiği her yerde, her toplantıda, her etkinlikte bize gururlar yükler; koltuklarımız yeni pamuk doldurulmuş yastık gibi kabarır. Mussano'nun arkadaşlarının yazlıkta toplandığı bir gün, akşama kadar altı kıyafet, her kıyafetle birlikte saç modeli değişmişliği vardır. Tırtılla sürekli 'masada oraya ben oturacağım' kavgaları yapsalar da, Naz arkadaşlarıyla bir araya geldiğinde, Tırtıl aralarına süzülme konusunda hep başarılı olsa da; zaman zaman konu birleşmiş milletlere taşınıp, Naz'ın, ''Ama biz genç kızlar olarak özel şeyler konuşuyoruz,o da bizi dinliyor.'' şikayetleri pek fayda etmemektedir. Tırtıl, bütün çareleri tükendiğinde Naz' ın bulunduğu ve kendinin alınmadığı eve dışarıdan ''Naz,Naz'' diye seslenip, onu cama ya da balkona alıp, halam çağırıyor yalanını yapıştırarak, istediğini elde etmektedir.
Kızımızı anlatmaya ne satırlar yeter ne de bu blog... Onun aslanlar gibi bir abisi ve bir sürü kuzeni vardır. Olur a ne güzel kız bu diye yanaşmaya kalkanlar olur. Buradan öte yazılacaklar onların dikkatine sunulur. En didiştiği Tırtıl, bir uyuma esnasında anlattığım, ailenin çocuklarından oluşmuş çetenin hikayelerinden birinin içinde, özellikle Naz'ı başarısız kılan ve düşman tarafından hırplandığına göndermeler olan anlatım sırasında iki eliyle gırtlağıma dalıp, ''Benim olduğum yerde Naz'a kimse bi şey diyemez lan!'' sözleriyle beni ölümün eşiğine getirdiği esnada son bir nefesle ''oğlum hikayedeyiz, ben de senin babanım,'' diyerek kendimi ifade etmeye çalışsam da;''Olmaz! Kimse Naz'a bir şey diyemez,'' diye konuyu bağlamıştır... Ama gün boyu kızı didik didik etme konusunda kendine özgürlüğü sonsuzdur.
Ha bir de ikizlerimiz var bizim: İki ana okulu sahibini işi bırakmak zorunda bırakan, şu an okudukları ilkokuldaki öğretmenlerin tayin isteme dilekçelerinin milli eğitimde öbek olduğu, okul müdürünün bunlar yüzünden emeklilik dilekçesini verdiği, biri yakaladığını kolundan ısırırken ötekinin tepesine tırmandığı ikizler... Diyelim ki bunları ve diğer kuzenleri kazımadınız; o zaman, üç sırıklar devreye girer. Etrafını çevirdikleri kişinin dünyasına karanlık çöküp güneşi yok olacağından, buz kesmiş bir ortamda nefessiz, havasız hali donmuş bir heykel şeklini alıp ruhu gökyüzüne doğru yolculuğa çıkacağından; Naz'a sarkılmaması özellikle önerilir.Çünkü aralarında birer yaş olan üç sırıklardan Alpino ve Mussano 1.95 i çoktan geride bırakmış olup, kulağı küpeli de 1.90 sınırını zorlamakta ya da geçmek üzeredir.
Naz'ın annesiyle aynı kaderi paylaştığını vurguladığı ve bunu sıklıkla da yüzümüze vuran serzenişleri keyiflidir. Sekiz erkek kuzen içinde tek kız olmak hem çok güzeldir aynı zamanda da onların erkek oyunlarını kenardan izlemektir. Annesinin ''Kızım bende aynı çileleri çektim'' sözlerini alıp, zaman zaman mahzunluk maskesini yüzüne geçirip, ''Ben hep dışlanıyorum,'' diye gözyaşıyla süsleyerek satsa da, o kuzenlerinin bir tanesi ve başlarının tacıdır. Ama bu dışlanıyorum meselesi ve söyleme biçimi bir espri olarak tüm oğlanların dilinde slogan halini de almıştır.
Yukarıdaki resim şu an itibariyle hepimizin gurur kaynağı olarak evin en güzel duvarında gösterimdedir. Ve hepimiz biliyoruz ki; bizim bir taneciğimiz, dünya güzelimiz bu resimden çok daha güzellerini ve tümüyle kendi yarattıklarını çok yakın zamanda beğenilere sunacak. O, hepimizin gözbebeği ve en sevilenidir, bir sürü böceğin içindeki nadide çiçeğimizdir.
Tüm La Paragas yazanları olarak da: Bu ilk yağlıboya tablosunu, büyük medya kuruluşlarının tüm ısrarlarını ve yüksek para tekliflerini geri çevirerek bizim yayınlamamıza izin verdiği için kendisine çok teşekkür ediyor, ve tercih edilen yayın organı olmanın haklı gururunu yaşıyoruz:)) Ve onun çok sevdiği Hepsi grubunun bir şarkısını, karınca kararınca ona armağan ediyoruz.
Bir cumartesi öğleden sonrası arkadaşlar balık tutmaya gidiyorlardı... Ben de onlarla biraz takılır oradan da eve giderim diye düşünmüştüm. Şimdi giderim diye diye vakti biraz sarkıttım. Yaza yakın bir dönem olduğu için saatinde farkına varamamıştım. O zaman her dakika araba bulmakta zorluklar vardı.
Eve gittiğimde babam gelmişti. Yemek yenmiş miydi yoksa benim gelmemimi bekliyorlardı hatırlamıyorum. Babam alt kat mutfağının kapısının yanındaydı; annem de onun yanında... Babamın üzerinde kendi harçlıklarımla aldığım ve yemin ederim bir ömre sığmayacak kadar sevgiyi, minneti, saygıyı ambalajlarken içine koyduğum; gece mavisi üzerine, kırmızı yeşil açık mavi ince çizgilerden kareleri olan kısa kollu gömleği vardı. Bu benim ona alabildiğim son babalar günü hediyesiydi.
Kapıdan içeri girdiğimde burnum havadaki kokuyu almıştı. Kem küm ederek bir sürü anlamsız lafın arkasına sığınmaya çalıştım. Hangi duvarı örsem saklamıyordu. Karşıdaki iki göz her duvarın arkasından bulup çıkarıyordu. Ter basmış bir titreme içinde, ışığa yakalanmış tavşanlar gibiydim, kaçamıyordum. Bütün savunma hatlarım; o kadarcık bir süre içinde yıkılmıştı. Oldukça ağır ve sert bir tokatla cezam kesildi. Dudağım şişti. Bütün vücudum bir yangının içinde kalmış; gözlerim sele dönecek yağmur bulutları gibi dolmuştu. Dudaklarım; içimde çakan şimşeklerin sesini ortalığa saçmamak için dişlerime teslim olmuşlardı. Ağzımda ılık, tuzlu bir kan tadıyla kendimi yukarı zor attım. Kimseler gelsin istemedim yanıma... Göz kapaklarım dayanamadı gözyaşlarımın baskısına; sele döndüler.
Bir süre sonra çocukça ağlamaların seni başka bir yere taşıyacağı hissi veren sıcak, huzurlu uyumasına teslim ettim kendimi...
Yediğim tokadın acısına üzülmemiştim. Babama üzülmüştüm. Onun nasıl bir endişeyle beni beklediğini biliyordum. Kimbilir ne felaket senaryoları geçmişti kafasından. Nasıl bir iç sıkıntısına yanıt bulamamanın çaresizliği ile beklemişti. Eğer yemeği yediyse, farkında mıydı? Aklında bin tane endişe tilkisi; beynini leş parçalar gibi darma dağın etmemiş miydi? O tokat atmamıştı bana; en sıcak sarılmadan daha sıcak sarılmıştı. Oğlum seni çok seviyorum. Seni çok merak ettim, çok endişelendim diye bağrına basmıştı. Babam (26 aralık 1980) öldüğünde neden bir kez bile aleni bir şekilde sarılmadık diye üzülmüştüm. Çünkü askerdeyken her gece, şu anki yatak odasının olduğu yerdeki oturma odasında kanepeye ters oturup; ayaklarımızı radyatörün üzerine koyup; kardeşlerle birlikte babayla yaptığımız sohbetleri özlerdim. Sonra fark ettim ki, özellikle kendi çocuklarım olduktan sonra, babamla ben o kadar çok sarılmışız ki ...
Kar yağacak derken, sabahın köründe denizin üzerinden kafa kaldıran kızıllığı görünce, tamamdır dedim.
Güneşle gri bulutların yer kapma savaşı müthiş... Bizim gökyüzü, küçük küçük balonlar gibi kızıllıktan nasiplenmiş, güneşlenmenin keyfinde, öbek bulutlarla dolu... Deniz sert, tepeleme dalgalı. Kızgın bir "en benimci" olmaktan öte, günün keyfine coşkun, hoş bir balad tadında, katılımcı... Şehrin üzerine doğru baktığımda, koyu gri hatta füme bir renk var. Ama güne kafa kaldıran güneşin kızıllığı orayı da zorluyor. Sanırım bu gün, güneş kazanacak.
Tüm bu güzelliklerin eşliğinde elimde kahve kokusu gazetelere göz atarken, bir habere takılıyorum; daha doğrusu bir yoruma... Yorumdan yola çıkarak, olayın fotoğrafını buluyorum.
Haftasonu oynanan Gaziantepspor- Bursaspor maçında golü atan Gaziantepsporlu Tabata, gol sevincini nerdeyse kapalı tribünün ortalarına kadar çıkıp karısını öperek, onunla paylaşıyor. Maçın hakemi Özgüç Türkalp; futbol oyun kuralları aşırı sevinç gösterisinde bulunan, tribünlere çıkan oyuncuya sarı kart gösterilmesi gerektiğini söylemesine rağmen "Hanımının yanına gidip onu öptüğü için, biraz da bu güzel görüntülerin olmasını istediğimden kart göstermedim" diyor, maç sonrası "Neden kart göstermediniz?" diye sorulduğunda...
Anlı şanlı uslubuyla bir televizyon yıldızı ve "en" olmanın herşeyi bileni Erman Hoca, Hürriyet gazetesinde okuduğum köşe yazısında bu durumu: '' Peki Özgüç, buna kart göstermeyeceksin de çocuk yapmaya kalkarsa ne olacak. Kurallar belli ama bazen o kuralları pozisyona, olaya bakarak uygularken sonradan olacakları da iyi düşünün. Bak göreceksin hakemlik hayatın boyunca sana kaç tane örnekleme yapacaklar bu konuyla ilgili. Sonunda, inşaallah sen haklı çıkarsın.'' diye yorumluyor.
Aslında çok basit gibi duran bir konu, adalet dağıtmanın ne kadar zor bir şey olduğunu ortaya koyuyor. Ve aslında fazlasıyla eleştirdiğimiz hukuk sisteminin kural koyucularının işlerinin ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Elbette burada sözünü ettiğim hukuk sistemi ya da yasalar, faşist dönemlerde iktidarı ellerinde tutanların gütme ve susturma mantığı üzerine kurgulanmış, ''hayatı'' düzenleyici, daha doğrusu biçimlendirici türden olanlar değil..
Ne kadar iyi niyetle ve insanlara dönük, onların daha iyi yaşamaları, daha özgürleşmeleri için koyulsa da kurallar, yine de insanların hayatı algılamalarıyla doğru orantılı olarak, yorumlanma biçimlerinde farklılıklar yaratabiliyorlar.
Bu olaydaki iki bakış açısının da doğruları var.
Sonra düşündüm; hakem olarak sahada olsam ne yapardım? Ya da kuralları uygulamakla sorumlu hakemin bağlı olduğu kurumun yöneticisi olsam...
Hakem olsam, Tabata'nın tribüne gidişini, hareketinin bana ifade ettiği olumluluktan yola çıkarak engellemezdim. Söz konusu eylem gerçekleştiğinde içimde bir sıcaklık hisseder, tebessüm ederdim. Oyuncu sahaya dönerken, bu tavrına saygının bir gereği olarak tac çizgisine doğru anlayışlı bir şekilde yürür, durumdan hoşnut gülüyor olurdum. Elimi ona doğru uzatıp elini sıkarken, sarı kartımı da gösterirdim.
Hakemin bağlı olduğu kurumun, yani MHK''nın başkanı olarak da, hakemimin insan yanını anlar tebrik eder, kalbinin saflığına, olayı yorumlamadaki anlayışına saygı duyar, bunun çok hoş bir an ve dolayısıyla kendi tavrının da güzel olduğuna tekrar vurgu yaparken, yaşamın kurallar manzumesi olduğunu ve o görevlere talip oluyorsak, doğal olarak kuralları da uygulama anlamında bir söz vermiş olduğumuzu, tüm bunlara eleştirel bakma, değiştirilmesi konusunda çaba koyma, değişik platformlarda tartışıp karşı görüşlerimizi belirtme gibi bir demokratik tavır sergileme hakkımızın olduğuna vurgu yaparak, cezası açıka belirtilmiş eylemlerin ceza kesicisi olarak sahada olduğunu unutup, kuralın gereğini yapmadığı için de cezası neyse onu verirdim.
Çünkü, yorumcunun cümlesinin ikinci kısmındaki gibi; ne yazık ki iyiniyetlerin kaymağından yararlanıp kantarın topuzunu kaçıran ve o halleri öncekilerle ve niyetleri çok farklı olanlarla örnekleyip çok güzel kullanan, yasalarda kötü niyetleri doğrultusunda boşluk arayıp bulan ve onlarla topluma zarar veren insanlar da gereğinden fazla...
Ve bir genel yayın yönetmeni olsaydım; en ünlü edebiyatçılardan birine o anı yazdırır, haberi manşetten girerdim. Sanırım her şey insanlar yaratabilmeyi becermekte ve insan olabilmekte... Yani eğitim şart!
...o ''galiba'' aslında derinliğe bir vurgu:))...doğruyu bilip kendine itiraf edememe şımarıklığı,racondan saklama halinin parodisi,ergen bir tazelik ...
Dün Blograzzi'de günün blogu olmamız nedeniyle bizi kutlayan ve orada kutlayamamış olsalar da yüreklerinin nasıl attığını çok iyi bildiğimiz okurlarımıza ve blogger dostlarımıza; içtenlikle ve tekrar çok teşekkür ediyoruz.
Ve bizler için tüm unvanlardan, puanlardan, sıralamalardan ve seçilenilen yerlerden çok çok daha değerli olanın yüreklerinizden çıkmış sözcükler, duygular ve onların samimiyeti olduğunu bilmenizi istiyoruz.
O içtenliklerin ürünü yazılarınızdan fazlasıyla beslendiğimizi, aranızda olmaktan mutluluk duyduğumuzu, her birinizin bloglarının da ayrı ayrı bizim birincilerimiz olduğunu özellikle vurgulamak istiyoruz.
Verilmiş emeklerin ödüllendirilmesi elbette çok hoş; ama o ödülün, o emeğin sunulanlarından gelmesi çok daha hoş. Bizi çok kısa sürede oralara taşıyanlar sizlerdiniz, onun için teşekkürümüz size:))
Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.