25 Aralık 2008 Perşembe

Algıda Seçicilik ...Tabata Olayı!..



Kar yağacak derken, sabahın köründe denizin üzerinden kafa kaldıran kızıllığı görünce, tamamdır dedim.

Güneşle gri bulutların yer kapma savaşı müthiş... Bizim gökyüzü, küçük küçük balonlar gibi kızıllıktan nasiplenmiş, güneşlenmenin keyfinde, öbek bulutlarla dolu... Deniz sert, tepeleme dalgalı. Kızgın bir "en benimci" olmaktan öte, günün keyfine coşkun, hoş bir balad tadında, katılımcı... Şehrin üzerine doğru baktığımda, koyu gri hatta füme bir renk var. Ama güne kafa kaldıran güneşin kızıllığı orayı da zorluyor. Sanırım bu gün, güneş kazanacak.

Tüm bu güzelliklerin eşliğinde elimde kahve kokusu gazetelere göz atarken, bir habere takılıyorum; daha doğrusu bir yoruma... Yorumdan yola çıkarak, olayın fotoğrafını buluyorum.

Haftasonu oynanan Gaziantepspor- Bursaspor maçında golü atan Gaziantepsporlu Tabata, gol sevincini nerdeyse kapalı tribünün ortalarına kadar çıkıp karısını öperek, onunla paylaşıyor. Maçın hakemi Özgüç Türkalp; futbol oyun kuralları aşırı sevinç gösterisinde bulunan, tribünlere çıkan oyuncuya sarı kart gösterilmesi gerektiğini söylemesine rağmen "Hanımının yanına gidip onu öptüğü için, biraz da bu güzel görüntülerin olmasını istediğimden kart göstermedim" diyor, maç sonrası "Neden kart göstermediniz?" diye sorulduğunda...

Anlı şanlı uslubuyla bir televizyon yıldızı ve "en" olmanın herşeyi bileni Erman Hoca, Hürriyet gazetesinde okuduğum köşe yazısında bu durumu: '' Peki Özgüç, buna kart göstermeyeceksin de çocuk yapmaya kalkarsa ne olacak. Kurallar belli ama bazen o kuralları pozisyona, olaya bakarak uygularken sonradan olacakları da iyi düşünün. Bak göreceksin hakemlik hayatın boyunca sana kaç tane örnekleme yapacaklar bu konuyla ilgili. Sonunda, inşaallah sen haklı çıkarsın.'' diye yorumluyor.

Aslında çok basit gibi duran bir konu, adalet dağıtmanın ne kadar zor bir şey olduğunu ortaya koyuyor. Ve aslında fazlasıyla eleştirdiğimiz hukuk sisteminin kural koyucularının işlerinin ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Elbette burada sözünü ettiğim hukuk sistemi ya da yasalar, faşist dönemlerde iktidarı ellerinde tutanların gütme ve susturma mantığı üzerine kurgulanmış, ''hayatı'' düzenleyici, daha doğrusu biçimlendirici türden olanlar değil..

Ne kadar iyi niyetle ve insanlara dönük, onların daha iyi yaşamaları, daha özgürleşmeleri için koyulsa da kurallar, yine de insanların hayatı algılamalarıyla doğru orantılı olarak, yorumlanma biçimlerinde farklılıklar yaratabiliyorlar.

Bu olaydaki iki bakış açısının da doğruları var.

Sonra düşündüm; hakem olarak sahada olsam ne yapardım? Ya da kuralları uygulamakla sorumlu hakemin bağlı olduğu kurumun yöneticisi olsam...

Hakem olsam, Tabata'nın tribüne gidişini, hareketinin bana ifade ettiği olumluluktan yola çıkarak engellemezdim. Söz konusu eylem gerçekleştiğinde içimde bir sıcaklık hisseder, tebessüm ederdim. Oyuncu sahaya dönerken, bu tavrına saygının bir gereği olarak tac çizgisine doğru anlayışlı bir şekilde yürür, durumdan hoşnut gülüyor olurdum. Elimi ona doğru uzatıp elini sıkarken, sarı kartımı da gösterirdim.

Hakemin bağlı olduğu kurumun, yani MHK''nın başkanı olarak da, hakemimin insan yanını anlar tebrik eder, kalbinin saflığına, olayı yorumlamadaki anlayışına saygı duyar, bunun çok hoş bir an ve dolayısıyla kendi tavrının da güzel olduğuna tekrar vurgu yaparken, yaşamın kurallar manzumesi olduğunu ve o görevlere talip oluyorsak, doğal olarak kuralları da uygulama anlamında bir söz vermiş olduğumuzu, tüm bunlara eleştirel bakma, değiştirilmesi konusunda çaba koyma, değişik platformlarda tartışıp karşı görüşlerimizi belirtme gibi bir demokratik tavır sergileme hakkımızın olduğuna vurgu yaparak, cezası açıka belirtilmiş eylemlerin ceza kesicisi olarak sahada olduğunu unutup, kuralın gereğini yapmadığı için de cezası neyse onu verirdim.

Çünkü, yorumcunun cümlesinin ikinci kısmındaki gibi; ne yazık ki iyiniyetlerin kaymağından yararlanıp kantarın topuzunu kaçıran ve o halleri öncekilerle ve niyetleri çok farklı olanlarla örnekleyip çok güzel kullanan, yasalarda kötü niyetleri doğrultusunda boşluk arayıp bulan ve onlarla topluma zarar veren insanlar da gereğinden fazla...

Ve bir genel yayın yönetmeni olsaydım; en ünlü edebiyatçılardan birine o anı yazdırır, haberi manşetten girerdim. Sanırım her şey insanlar yaratabilmeyi becermekte ve insan olabilmekte... Yani eğitim şart!

Resim Hürriyet com.tr den..

24 Aralık 2008 Çarşamba

Düş'e Bakış Açısı...


10.22:54 kadının e-postasına düş(en)

...o ''galiba'' aslında derinliğe bir vurgu:))...doğruyu bilip kendine itiraf edememe şımarıklığı,racondan saklama halinin parodisi,ergen bir tazelik ...

Resim Gustav Klimt'in Kiss adlı tablosudur.

23 Aralık 2008 Salı

Dünün Blogu...



Dün Blograzzi'de
günün blogu olmamız nedeniyle bizi kutlayan ve orada kutlayamamış olsalar da yüreklerinin nasıl attığını çok iyi bildiğimiz okurlarımıza ve blogger dostlarımıza; içtenlikle ve tekrar çok teşekkür ediyoruz.

Ve bizler için tüm unvanlardan, puanlardan, sıralamalardan ve seçilenilen yerlerden çok çok daha değerli olanın yüreklerinizden çıkmış sözcükler, duygular ve onların samimiyeti olduğunu bilmenizi istiyoruz.

O içtenliklerin ürünü yazılarınızdan fazlasıyla beslendiğimizi, aranızda olmaktan mutluluk duyduğumuzu, her birinizin bloglarının da ayrı ayrı bizim birincilerimiz olduğunu özellikle vurgulamak istiyoruz.

Verilmiş emeklerin ödüllendirilmesi elbette çok hoş; ama o ödülün, o emeğin sunulanlarından gelmesi çok daha hoş. Bizi çok kısa sürede oralara taşıyanlar sizlerdiniz, onun için teşekkürümüz size:))

Hepinizi çok seviyoruz.


captaiin, mussano jr. buraneros

21 Aralık 2008 Pazar

HOŞÇA KAL …



masal kokan battaniyeler altında düşlere dalma çağını geçmiş ama hala saçlarımı süt mısırı ördüğüm yaştayım...

uzaktan sevmeleri sevmek sanacak kadar ve hilesini görmezlikten gelip aynı sevdaya aynı kuvvetle sarılabilecek kadar aptal ve abuk tekrirleri ahenk sanma yaşımdayım...


rakamlarımı devrediyorum.

yeni bir yaşa değil yeni bir çağa açıyorum kucağımı


ufak bir kız oturuyor dizime

parlak gözlerini görüyorum

ve kız büyüyor...

büyüyorum..

onun masumiyetinin yanında canavar duruyor her şey

her şey susuyor o bakınca..

ismini soruyorum

isimsizliğine büküyor boynunu...



isimsizliğim...


benim şu başka yüzlere bürünme ,başka isimlerle başka bedenleri giydiğimi sanma anlarım...

başka isimleri aldığımda hep bir kendimi kandırma hali ve yine isimsizliğim...



aşklarım...


hayali sevgililerle aldattığım sevgililerim...

bir bankta ya da sakin denizlerin güneşli sahillerinde yanıma yanaşma çabaları,onların...

her seferinde saf kız modlarım,

ortada hiçbir şey yokken gülmelerim ve hoşlarına gitmesi...



arkadaşlarım...

patikalarından geçtim ben onların...söylenecek de çok söz birikmedi öyle...hepsini çok sevdim.

şiirler biriktirdim haznelerime ve olur olmadık zamanlarda okudum her birine ...

gözlerinde çatlak bir şair ve çoğu kez şakadan başkası değildim...



annem…

paylaşılacak bir şey olsa söylerdim elbet ve sende her seferinde sorgulayan gözlerle bakmazdın.

Yürüyüşünden konuşmana değin hayranlık duymazdım sana…

Ve güzel kadın! Ağlayacağın mektuplar yazmazdım…

Kimseler bilmiyor

Sende bilmiyorsun…

Bir teni seviyorum bir dokuyu bir ak yüzü seviyorum bir kokuyu seviyorum ben…

Küpelerini ve daha çok kolundaki aksesuarların şıngırtısını seviyorum

Ve ev içi adımlarından tanıyorum seni

Çok kez sen olmayı seviyorum...



Babam…

Şimdi bir bilse…:)



Yeni bir yaşa değil yeni bir çağa açıyorum kucağımı.

Şimdi bir kırık hayal bırakıyorum bu yaşımda.

öfke korku ve arzu bırakıyorum

Tüm sevmelerimin kombinesini alıp dokunulmaz ve erişilmez kılıyorum onları

Saklıyorum gün görmeyen kafeslerimde…

Çoğu kez haklı saydığım kendime kızıyorum.

kendimce ilan ettiğim acımazsız katillere; ve tabiatımın temizliğine inandığım zamanları topluyorum.

ayrılıklarımı bölüyorum…




dönüyorum.

dönmek kaçınılmaz böylesi zamanlarda.



Buradan bakıp hepsine ayrı ayrı gülümsüyorum,çoğu kez “işte bu” diyip seviniyorum,keşkeleri ve belkileri siliyorum fikrimden,bir bohça hazırlıyorum kendime ve çağıma gömüyorum hepsini,izsiz…


kezzaplı günlerim,hep sorduğum ve hep cevapsız kalan sorularım,imanım,yeminlerim,sözlerim,rollerim,hep tereddütle hep sıkıntıyla hep korkuyla içtiğim pencere önü sigaralarım,nikotinli ellerim,yakalanmalarım ve aka bindeki yalanlarım,olur olmadık zamanda yüz boyamalarım ve ayna karşında geçirdiğim onlarca saat,harçlıklarımın birikintisi içmelerim…


isimsizliğim…


ve hoşçakal sevgili 17 im.


Müzik, Damien Rice'ın 0 albümünden The Blower's Daughter adlı şarkıdır.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Radara Gir ki Görem 2

Önceki yazıda anlatılan olaydan bir süre sonra, şehir içi sayılabilecek bir yola göre Monza Pistinin start finiş düzlüğünde tur rekoru kıracak pilotun kullandığı aracın hızına eş değer bir hızda giderken, her zamanki üst geçidin arka direğine yatmış radarı farkettim. Onu farketmemle az ileride büyük bir zevkle bekleyen eli makbuzlu ekibin kucağına düşmemek için, dönebileceğim ilk (dönülmez) yerden dönüp dağlar tepeler aşan bir izbe yoldan tüyerek, düşman pususunu aşmanın gururu paçalarından akan bir yiğit edasıyla eve geldim.

Sonraki günler:

Günlerden bir gün; kendi işlerini halletmeyi maske yapıp babamın yeni öldüğü ve benim erken bir yaşta kendi seçimlerim doğrultusundaki tüm projelerimi ve hayallerimi çöpe atıp en büyük erkek çocuk olmanın yüklediği sorumluluklar çerçevesinde önüme koyulmuş ve kendi ahlakımın gereği bırakıp gidemeyeceğim bir mesleği kendimce projelendirdiğim, kanımın deli, yaşımın mecburen akıllı olduğu yıllarda, emekli bir banka müfettişi olan en amcam kıyıdan köşeden çaktırmadan "ne ediyo la bizim oğlan" teftişindeyken... şehrin farklı bir yanında kendi işiyle ilgili bir görüşmesi olduğu gün, o yıllarda bizimle çalışan ben yaşlarda birini yanına katarak onu götürmesini istedim.

Bunlar arabanın alışkın olmadığı koşullarda akıllı uslu seyir halindeyken ileride polisin yaptığı olağan çevirmelerden birinde, çoğu araba salınırken "sağa çek" işaretiyle durdurulup biraz beklemleri gerektiği söylenince ve "ne oldu ki?" tedirginliğinde sağa sola bakınırken, rengi her ne kadar sürekli değiştiriliyor olsa da tüm kamuflaj çabalarına rağmen herkesin "naber lan bizim radar," dediği, legalitesini bir türlü örtemeyen araç yanaşıyor.

Direksiyondan; ben amcamın yalancısıyım burun deliklerinden duman, ağzından alevler çıkan, yeni bilevlenmiş tırnakları kılıç gibi, gözlerini kan bürümüş yedi lenger Mamut Pelvan biri iniyor. Yine amcamın demesi; o güne kadar duyduğu, bildiği, dinlediği hiç bir öcü hikayesindeki karakterle eşleyemediği için, o yetişkin halde bile tırstığı bir yaratıkmış. O gün bugündür sülaladeki tüm çocukları mızmızlık ya da yaramazlık yaptıkları anda "seni radarcıya veririm" cümlesiyle mum hale getirmek mümkündür; ikiz felaketler hariç.

Radarcının "Nerde lan bu arabanın şöförü?"sorusu lav silahından çıkmış alev topu gibi dolarken arabanın içine, oturdukları koltukların altına saklanmaya çalışan bizim tayfa, koltuğun alt kızaklarından bir delik bulup da arabanın altından tüymeye çabalarken, arabayı kullanan arkadaşı ensesinden kapan radarcı "lan ben bu kediyi yemezmiyim" kıvamındayken bir anda, "sen kimsin?" oluyor. Abi işte ben kullanıyorum kem kümünde ( insanların kayıp listelerinde ne olduğu meçhul yıllar olduğu için) muhtemelen altına kaçırmış ama olayı anlatırken bize söylemeyen sürücümüze bakan zatı canavar, elinde tuttuğu bizim adamı kaldırdığı yükseklikten koltuğa olduğu gibi bırakıyor.

"Sen değilsin o," diyip şu cümleleri kurmaya başlayınca: "Bu arabayı uzun boylu kara kaşlı yakışıklı bir çocuk kullanıyor. Falan şehirli falanca ders öğretmeni şarışın bir sevgilisi var, bana o çocuğu verin." diyor. İnsanları kurdukları cümlelerden yakalamayı çok iyi bilen üstadım en amcam, radarcının bütün heybetini yıkar bir sesle masumane soruyor: "Niye arıyorsunuz ki, bir suç mu işledi?" Bir nebze gardı düşen radarcı: " Geçen gün benim pusumdan öyle bir hızda geçti ki" diye söze başlayarak alamadığı intikamını amca ellerinden aldırmak için en saygılı diliyle el frenini bırakıp anlatmaya devam ediyor: "Önümüzden bir toz bulutu geçtiğinde bermuda şeytan üçgeninde radar aleti alabora olan gemi mürettebatı halindeydik. Bir an tanrım nooluyoruz diye şehadet getirirken, kendimizi son anda toparlayıp, bu panik halinden kurtulduğumuzda ilerde çevirme yapan ekibe anonsumuzu yaptık. Ama gelen yanıt daha da ürkütücüydü; Öyle bir araç gelmedi. Araç dışında durup plakaları not alan arkadaş toz topraktan ağzını gözünü ortaya çıkarmaya çalışırken bir yandan, bizim görmezliğimizi de fark ettiğinden sadece mavi bir arabaydı diyebildi. Elimizdeki verileri bir araya getirdiğimizde bunun hangi araba olabileceğini aşağı yukarı tahmin edebildik." diyor.

Sözlerine; "Aklımızda o mavi arabanın resmi, her gün ve her yerde onu ararken, olaydan yaklaşık üç beş gün sonra yine bir görev dönüşü karşı şeritte gördüm onu" diye devam ediyor. "Normal seyir halinde olduğu için ben ilk kavşaktan dönüp ona yetişmek amacıyla arabanın tüm limitlerini zorlayarak arkasından gaz bastım. Beyefendi düşünebiliyor musunuz ben o yolda onca insanı, aracı riske ederek 160 km hıza çıktım, nerdeyse tabanı delip aşağı geçirecektim ayağımı. Yandaki arkadaşım koltuğa yapışmış, korkudan bembeyaz suratıyla az önce görüp peşine düştüğümüz aracın yer yarılıp içine girmiş halini görünce, bir cinciye başvuralım önerisinde bile bulundu. Ben tüm bu nedenlerle aradığımız arabayı az önce karşı şeritten giderken görünce gün bugündür deyip anons ederek, özellikle bağlasınlar diye durdurttum." demiş.

Tabii amcam o anda bana saydı mı, yoksa yakışıklı kelimesinden "hani bana da benziyo lan bu oğlan" gibilerden kendine pay çıkarıp sakinleşti mi bilimiyorum; bununla ilgili bir kayıt ya da belge yok elimde. Ama eminim kızsa döndüklerinde bana bu durumu "oğlum dikkatli sür şu arabaları" dozunda şevkatli bir nasihatla anlatmaz, eline aldığı not defterinin en eski sayfasından başlar, ağzıma yazdan hazır ettiği bütün tezekleri doldururdu. Demek ki benle gurur duymuş.

Neyse; zaten küçük olan şehrin banliyosunda yaşadığımız için, bir de akşam eve dönüşler karanlığa kaldığından, o yıllarda radarın teknolojisi de gece görüşüne yetmediğinden bu kedi fare oyununda bir nebze avantajım vardı. Karşıdan gelenlerin sellektörleri bir uyarı görevi yapsa da henüz cep telefonu keşfedilmemiş olduğundan bazen, anlık istihbaratın paylaşımı çerçevesinde sorunlar yaşayıp kırk yılda bir de olsa böyle pusulara düşüyorduk. O günden sonra uzunca bir süre radarın patronu ve ben o hasretler çeken kavuşmayı bir türlü mutlu sona ulaştıramadık; ta ki benim can arkadaşlarımdan biri ehliyetini kaybedene kadar...

devam edecek... Aslında etti de hangi yazının içine sıkıştırdığımı bulamıyorum:)

Ama bu yazıyı seven şunu da sevebilir!


Radarsal tarih çok hızlı araba kullananların ve bu hikayelerle büyüyen çocukların olduğu bir ailede ehliyet yaşına gelmiş, gelmekte olan bebeler için yazılmaktadır.Amca,baba,dayı olunca gerçekten zormuş:))

19 Aralık 2008 Cuma

Radara Gir ki Görem...

Önsöz

Uzun yıllar sonra içimizden biri, geçenlerde radara yakalanınca, şu anda ikimizin arasındaki bu durumu bebeler, özellikle sırık bebeler duyduğunda maskaraları olma ihtimali söz konusu olduğundan, şanlı geçmişten bir hikayeyi yazmak elzem oldu. Bir bölümde tamamlanması mümkün olmayan bu konuyu, kalabalık ailenin bebelerinin ilerde gurur duyacakları bir belge olarak tarihin tozlu raflarından alıp günışığına çıkarıp sonsuzluğa bırakıyorum.

Sorun ve üzerini kapatmaya çalıştığımız şey radara yakalanmaktan ziyade yakalanma hızındaki komik değer olduğundan, şanlı tarihten bahsederken, özellikle bu rezalete neden olan kişi ile ilgili olarak, tarih yazmanın ön şartı olduğundan ufak çapta bir abartı kullanılmıştır.

Radarsal tarihe giriş:

Yıllar önce bir akşam sofrasında kız kardeşim kendi harçlığına kıyamadığı için üstünü kapatamayarak cesur bir kararla benim tüm dalga geçmelerimi göze alıp, (ki bu cesaretini yiğidenin hakkını yiğideye ver sözüyle içimden teslim etmiştim) sabah okula giderken radara yakalandım deyince: ''Ne salaksın ya her gün aynı yolu gidiyorsun, o radarın nereye kurulduğunu biliyorsun ve keklik gibi yakalanıyorsun,'' deyip, lafı orada da bırakmıyarak, sofraya oturana kadarki sürede makinada yanlış ayarda yıkanmış yün kazak kıvamına getirmiştim onu...

En küçük kardeş daha emekleme döneminde babanın ve ehliyet yaşına gelmemiş benim yanımda "araba kullanmak nasıl bir şeymiş" gözlemleri yaparken, yürümeye başlamayla birlikte oyuncak arabaları bırakıp normal arabayla bahçe içinde ileri geri yaparak staj aşamasına geçtiği, "Arkadaş siz tosbağa hızında gidiyorsunuz, ben lisansımı dikiz aynasında ve önünde araba görmeye tahammülsüz abimin yanında yapacam" deyip yan koltuğa yapıştığı, kız arkadaşlarımla buluşmaya gideceğim zamanlarda da ancak odaya kitletip tüyebildiğim yıllar yani...

Bütün bir akşam nasıl radara yakalanırsın geyiğinin ertesi sabahı şehire inecek anne, babanne kim varsa arabaya doldurup yola çıktım, ki farkettiğimde işi işten geçmiş, ayağımı frene koyup iniş hızına geçebilmemle- o gün büyük bir sürprizle, ki asla iki gün üst üste kentin aynı noktasında ve aynı saatte durmadığını bildiğim ve manalı bir şekilde gülen yüzlerle "günaydın," diyen polislerin önünde ancak durabilmiştim. "Alma mazlumun ahını ya da gülme komşuna gelir başına"nın doğruluğunun bir kanıtı gibi duran bu anda, bazı yakınlarımızın statülerinden güç alarak polisle dik dik konuşmama rağmen bir faydasını göremeyip, uygun rakamların yazılı olduğu makbuzu elime almıştım.

Tabii o günün akşamında eve benden önce dönen değerli büyüklerim sayesinde haberi benden önce gittiğinden, kapıyı ağzı kulaklarında açan kızkardeşi görmek vücut kimyamı bozsa da, her koşulda suyun yüzünde kalmayı beceren ben; yakaladığı bu anı doya doya yaşasın diye sessiz ama ben sana sorarımcı bir gülümsemeyle içeri geçtim.

O lezzetli sofrayı; "Lan tosbağa hızında gidip radara yakalanıyosun, sonra kullandığı araba yüzden başlayan birine laf söylüyosun, zaten ben radar takıyo olsam aman yakalanmim hızında gider, yakalanırsam da aptallığıma yanardım. Ben otorite tanımıyorum bilmiyo musun, tırsısam anarşist olmazdım." gibi veciz sözlerle tatsız bir hale getirmeye başlamıştım ki, sansür bipine takılmadan masaya düşen "anarşist" sözcüğü yüzünden daha ağır ve kaliteli cümlelere geçemeden, okul bahçesine girmiş dipçik atan jandarmadan, polis copundan bile acıtan anne ve babanne salvolarını karşılamak söz konusu olmuş; çok cephede çatışmaya alışmış, bundan da zevk alan biri olarak, sadece onların yüreklerindeki endişe yüzünden beyaz bayrak çekmek zorunda kalmıştım. Çünkü ülke şartları çetin anne baba yürekleri dağlı yıllardı...

devamı...

18 Aralık 2008 Perşembe

Ara Sıcak...


La Paragas magazin servisi olarak çok sevdiğimiz okuyucularımızdan ülkemizin güzel sahil şehirlerinden birinde yaşamakta olan kızı kadar güzel, cimcime, inlerinize girmeyi başarma konusunda tatlı dilli, biraz meraklı Melahat, ruhuda kendi gibi güzel, bütün bu özellikleri yüzünden çok da sevdiğimiz bir kardeşimizin bir konuyla ilgili merak ettiği soruların yanıtlarını almak için bazı kapıları kurcaladığı, böyle bir çaba içinde olduğu istihbaratlarını da almış olduğumuzdan, onu fazla merakta bırakmamak adına, bir de kendisini gerçekten çok çok da sevdiğimizden, merak edilen olayın tarafıyla bir konuşma yaparak ulaştığımız bilgileri kendisiyle paylaşmak istedik.:))

Bu değerli okuyucumuzu daha doğrusu kardeşimizi merakta bırakan soruları söz konusu yazıların sahibi yazarımıza sorduğumuzda kendisi: ''Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız, zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın ve Tereza olarak bahsedilen kişilerin aynı insan olup, onunla bahsedilen zamanda süregiden bir beraberliğin farklı evreleri anlatılmaktadır'' demiş, sözlerini ''Varolmanın dayanılmaz hafifliğinde onu tanımadan önce benim algımda oluşmuş bir imaj ve ben, 'Zamanı Eskimiş Bir Mektubun Satır Aralarından' adlı yazıda, bir öfkeye teslim ettik herşeyiden dört ay sonra ilk kez onunla karşılaştığım bir an, 'Dün' adlı yazıda ilişkinin içindeyken benim gözümden hissetiklerim, 'Bir Tabloyu Oluşturmak' yazısının 'Bu Bir Şükran Yazısıdır' bölümünde, benim gözümden niye o benim için çok değerliydi ve 'Bugün Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kızla Karşılaşınca' yazısında da onun bütün bir yaşamım içindeki yeri ve ondan sonrasında hissedeceklerime dört yıl önceden bir bakış anlatılmaktadır'' diye tamamlamıştır.

Yine okuyucumuzun, yazılarındaki coşkudan hissederek vardığı bir yargısıyla ilgili yeni bir şey var mı sorusu da o anda çalan, belki de sizin şu an dinlemekte olduğunuz şarkıyı bize verilmiş bir mesaj olarak algılayıp bundan aldığımız cesaretle yazarımıza yöneltilmiş, (ki biz de bu durumu merak etmekteyiz) yazarımız bu soruya tebessüm ederek, sorunun asıl kaynağını hissettiği için bir karşı soruyla yanıt verip, üstelikte ''oğlum sizin satmak için az sonra diye bir iş gerçeğinden hiçmi haberiniz yok'' diye magazincilik dersi vererek bizi de diken üstünde bırakmıştır.

La Paragas magazin servisi olarak konunun takipçisi olduğumuzu, herhangi bir kanıta ulaştığımızda, bu işten sorumlu paparazilerimizden ya da uluslararası ajanslardan herhangi bir haber ya da görüntü bize ulaştığında bunu paylaşacağımızı belirtir; bu değerli okuyucumuz, güzel (ama harbiden güzel) kardeşimize sevgilerimizi sunarız .

La Paragas Magazin Servisi

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP