26 Eylül 2008 Cuma

Camdan Bir Kuş Girdi




Günün ruhları dürtükleyen bir saatinde, kendi kuytumda bacaklarımı uzatıp uzaklara yatmışken... Yaprakların hışırtısına, denizin kokusuna, çalıların arasında dolaşan kaplumbağanın çıtırtısına açılmış pencereden bir kuş girdi .

Yaklaşık sekiz yüz çeşit kuşa ev sahipliği yapan a sınıfı milli parka senelik izinlerini geçirmeye gelen sürülerin geçiş güzergahında olduğu için ev, arada bir ihtiyaç molasına konarlar bizim bahçeye... Müşteri memnuniyetinin doğal bir sonucu olarak, her sene seyahati buraya planlayanların eline güvenilir konaklama alanı referansıyla kartvizitimiz verildiğinden, bir de kuş dünyasının doğal butik cennetler el kitabında yeri olduğundan bahçemizin; biz her sezona full gireriz.

Küresel ısınma denen meret yüzünden rezervasyonlarda ufak tefek sapmalar olsa da; bazen bir birlerimize nerede kaldı bu bülbül ailesi falan diye sorular sorup telaşlara bürünsek de; en geç dört beş gün sonra, en gevezesinden şarkılarının neşesini bırakırlar geceye...

Sonra bay kuş ve bayan kuş gelirler... Onlar nedense yıllardır ayrı ağaçlara yerleşirler. Bazı geceler; hayvanlar aleminin kırmızı noktalı hallerinin yakın takibindeki alemin acar paparazisi Tırtıl haberi yetiştirir: ''Bay kuş, ağacından uçtu!''

Bazen de; samimiyeti aşırı derecede ilerletmek isteyen afacanlar, tıpkı bugünkü kuş gibi, süzülüverirler camdan içeriye... Onlar meraklı heyecanlarıyla girdikleri andan itibaren eve, kendimden vazgeçen, ötekine fedaya hazır telaşlar girer devreye...

Bugün, zamanın kumbarasında biriktirdiklerimin 'sakla samanı gelir zamanı' hallerinden biri girdi devreye... Bu küçük afacan içeri süzülüp, koltuklardan birinin üst başına konuşlanıp varlığımı hiç eden bir rahatlıkla etrafı süzerken... Bu adam yerine konmazlığa gıcık olan egomun kendini gösterme hallerine fren koyup, çocuk sevmeyi beceremez bir mecburiyetçiliğe teslim edilmiş 'adın ne senin bakim' sıkışmışlığındaki kafamı hafifçe kaldırıp, en sevecen bakışlarımı takınarak, bu sevimli afacanın başını okşarken gözlerimle; 'İnsan ya da kuş fark etmiyor' diye düşündüm .

Inarritu'nun Babil'i, 'anlamak için dinlemelisin' cümlesi perdedeyken biter. İletişimin en önemli noktası budur sanki; sürdürülebilir ya da yaşanabilir olması için zamanın... En büyük kayıplar, sanmaların ürünleri değil midir?

Dinleme gereği bile duymadan varılmış yargıların içgüdüsel öfkelerine teslim edilmiş, 'bir yemin ettim ki dönemem' gidişlerinin...

Her seferinde; yanlış yargılara adlar koymuş öfkelerin sonuçlarından elde edilmiş fark edişlere rağmen yine de kalbinin öteki tarafından okşanmasını, onun kuytularının sıcaklarında sarmalanmasını talep eden çakma sanmaların kıyımları değil midir kayıp zamanlar...

Kuşlar camdan bir odaya girdiklerinde orada bulunan her kimse, onun içinde sevecen bir telaşın güllerini açtırırlar. Onu kurtarmak için, bütünüyle ona kilitlenmiş, zamanı değerli kıymaktan öte amacı olmayan telaşlı bir çabayı açık ederler...

Kişi önce, ki başından geçmişse de daha önce; bu sürecin olası sonuçlarının ne olduğunu bilmenin telaşıyla kapalı olan pencereleri de açar.

Sessizce... Ürkütmek istemez ama telaşlı hareketlerle, okşar bir yürekle konduğu yerde yakalayıp dışarı salmak ister. Kuş doğası ve yetiştiği hayatın örneklerini sanki her benzer olay, her kişi böyleymişe yayan bir endişe halinin ve sürekli negatif algının esiridir o anda... Artık kendi yargısının ötesinde bir doğru olabileceği olasılığı sıfırdır. Her yol onun doğrusuna çıkar. Ya da istenen öyle olmasıdır.

Onun zarar görmesini istemeyen çırpındıkça; kuş iyice telaşlanır. İyi niyetli bir çaba içinde gelecek felaketi fark edip korumaya çalışanın her hareketini, kendine yapılmış saldırı olarak algılar. Bütün çabalar artık onun kendi doğrularının hapsindedir...

Sonunda sadece içgüdüselliğin öğretisinde, kendine doğru duruma yanlış olanı seçtiği için; kontrolsüz bir korkunun telaşında, çıkış yolunu da bulamadığından, gider cama çarpar ve ölür. Onu kurtarma çabası içindeki insanın çektiği acıyı bilmeden. O insan için anlamının, bütün telaşların niyesinin kendi olduğunu öğrenmeden...

Zaman öğrettiriyor!.. Artık kuşların geliş ve dönüş zamanlarında perdeler çekili, sadece pencerelerden ışık giriyor. Onlar çıkarken cama çarpmıyorlar artık. Geldikleri yoldan gidiyorlar... Sanmalara neden olacak eylemler yok çünkü... Özgürlüğün yoluna salıp bu incecik duvara çarptıran telaşların camdan duvarları da... Telaşsızlığın yolu açık artık... Kendi halleriyle gelecekler ve gidecekler, son gelen şu kuş gibi...



Bu yazıya yorumuyla, sesiyle can katan katan biri var!

Beni, yani şu yazıyı yazan Buraneros'u bile defalarca dinlemeye "mahkum" eden Sevgili Momentos.

Burayı tıklarsanız da o enfes dinletiye ulaşacaksınız.

Resim:Gisela Van Oepen

23 Eylül 2008 Salı

FLAŞ...FLAŞ...FLAŞ...Bir Son Dakika Haberi!..


Mahallemizin en çenesi düşük kızı Fadik doğurdu...

Yaz boyunca masa sohbetlerimizin baş dedikodu malzemelerinden biri olan-Fadik hamile mi değil mi?-tartışmalarına son noktayı koyan, hayvanlar aleminin kırmızı noktalı hallerinin acar paparazisi Tırtıl'ın:''Evet Fadik hamile, hem de Haydut'tan'' sözlerine "hadi lan" diyenlere: ''Salonun penceresinden gördüm, hatta Arda haber verdi'' ısrarı doğrulandı!

Çocuklarının resimleri için kelle başı dünyanın parasını isteyenlerin aksine... en güzelinden mama, çocuk bezi, uzun süreli reklam anlaşması gibi önerilerimize sadece gurk sesinin hakim olduğu emme faliyetindeki yavrularını rahatsız etmemek adına ve en önemlisi onları birer ticari meta haline getirmeyi erdemli bulmadığından Fadik; çekemediğimiz ve an itibariyle elimizde olmayan görüntüleri doğal olarak yayınlayamıyoruz.

Onun yavrularını medya maymunu yapmama konusundaki bu tutarlı ve dik duruşuna saygı duyduğumuzdan, fotoğraf çekme konusunda bir zorlama içine de girmek istemiyoruz... kişilik haklarına ve özel hayatın gizliliği ilkesine saygı duyan yayıncılık anlayışımızın bir gereği olarak!(elbette görüntülere sahip olana kadar bu gereklilik!)

Dolayısıyla da Tırtıl'ın vakti zamanında verdiği bu haberin belgesini ev ahalisinden birilerinin gözüne sokamıyoruz!

Fotoğraflar konusunda ikna çabalarımız devam edecek, okuyucu merak etmesin! Görüntüler elimize ulaştığı ilk anda yayına verilecek. Ya da alemin paparizisi Tırtıl'ın haftasonu burada olması beklenecek.

Neyse bakacağız bir çaresine...

Habere güncelleme: Sabah olay yerinden bildiren muhabirimizin ilk anda dört olarak verdiği yavru sayısını 10 dakika sonra: ''Ya yanlış saymışım; beşmiş'' diye düzelttiği... Sonra yanlış gördüm sandığının doğru olduğunu anladığı sonraki bağlantıda sayı sekize yükselmiştir. Şu an itibariyle sekiz küçük zencimiz var. Sayının dokuza çıkması bekleniyor.

Biz La Paragas ailesi olarak Fadik ve Haydut çiftine, çocuklarının mürüvetlerini de görecek kadar uzun bir yaşam ve tonlarca mutluluk diliyoruz. Artık onlar bizim de çocuklarımız.

BU HABER:
ACAR MUHABİRİMİZ TIRTIL'A MASA BAŞI HABERCİSİ MUAMELESİ YAPAN EV HALKINA DA KAPAK OLSUN.

21 Eylül 2008 Pazar

Pazar Neşesi...Bir Şarkıyla Hasbihal Etmek; Bir de ''Selvi Boylum Al Yazmalım'' la...




Oyuncular vardır: Ne menem bir şeyse star ışığı denen şey, onlarda ondan yoktur!
İşlerine bakar büyük oynarlar.Ne gazete köşelerinde, ne televizyonların ışıklı magazinlerinde vardırlar.

Eser büyüktür, öykü sağlamdır. Her cümle, her iç ses yüreğinize saplanır, tıkanırsınız...

Tıfıl çağların okullu aşklarından birinde, bir sinema salonunda, ellerinizdeki sıcak sanki yüreği gibidir. Yoksa çalan şarkı mıdır tetik tetik vuran bütün hücrelerinizi: ''Ne yaparım ben şimdi'' dediğinde Asya...

Filmin her karesinin kendi ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay edersiniz. Taraf olursunuz yalın sevgiden yana; emeğin tarafında... İstemezsiniz iyinin kaybetmesini; sızlasa da içiniz : ''Seninim işte! Alıp beni götürsene'' dediğinde Asya...

Sevmenin vaz geçişine saygı duyarsınız. Acısı sizi de yakar İlyas' ın bitmemiş türküsünün...

Ahmet Mekin bu filmin büyük oyuncusudur.

Yok saymanın, üstünü örtmenin her türlü teskin ediciliğini ilaç niyetine alsa da aşk; hiç bir doz kesmezmidir ki aldırma gönül yazar kırmızı BMC'nin üstünde...

Yeşilçamın yüz akıdır Selvi Boylum Al Yazmalım; dokunmadığı yürek var mıdır?...

Neden aşktan öteki için gidenler hep erkektir? Hani kadınlar daha duyguluydu? Yoksa erkekler vazgeçmeyi seçebilecek kadar çok mu severler? Yoksa çocuklar en değerlisi midir bütün vazgeçişlerin?.

Yoksa hiçbiri mi?

Çarşı karışır mı bu yorum üzerine ?

Niye Türkan Şoray' ı çok seviyorum ?

Yoksa soğuğun beni sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden ama yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla çocuk uykusundaki sokaklarda yürüyen miyim hala, elimde yüreği ile...

İşten başkaldırmış (!) bir arada dolaşırken afişini gördüm de ! Hepsi bu.

Aslında, sabahın kor güneşli ışıltılı aydınlığında elimde kahve kokusu oraya buraya göz atarken bir şarkı dinledim, o andan beri, içimden çıkma gayretleriyle, akıl çeperlerime takılmış duyguların kavga dövüşü ile eğleniyorum.

Meyhane köşelerinde, kum üzerinde, şiirler okunmuş ağaçların gölgesinde, yaz esintilerinin yosun kokularında, alkole bulanmışlığın gecelerinde gözlerime kilitlenmiş gözleri özlemek istiyorum diyor iç sesim...

Ötekide sus ...


18 Eylül 2008 Perşembe

Sadece Bir İmza Mı?

Günü Katık Edeceğim Dedim Bir Kere:))



Müthiş bir sonyaz ...

Keyifli bir sabah yolculuğundayım; geçmişe ve bugüne...

Karşıda, en bi müthişinden müthiş bi yeşil; otlar, ağaçlar...

Tam yanımda, meyvelerini camdan buyur eden; önce yeşil, sonra iri, sonra tan sabahı kızıl, sonra kankarası kırmızı olacak eriklerin ağacı...

O ağaca çarpıp içeri dolan denizin kokusunu taşıyan rüzgar...

Karşıdan selam veren ağaçların dibinde güneşe yüz vermiş böğürtlenlerin diken diken aralığından kafa kaldırmış, inadına tek başına ve inadına hırçın bi fuşya...

Şu an Joan Baez söylüyor; parkaların sıcağında bir kış akşamı ürpertisinde ve ürkek bir solmuşlukta klişe sözcüklerin yankılandığı küf kokulu bir izbede...

Gökyüzü en bi deniz kadar mavi...

Slyvia Plath üzerinden düşünüyorum... Farkedilme ve umursanma üzerine... Ruhların düştüğü, cephelerin sertleştiği, sanmaların tavan yaptığı hallere yani...

Damağımda bir sigaranın dumanı...

Derin yerlerin kilitlerini açıyor, Joan Baez'ın sesinden rüzgarın kokusuna uçuşan her nota.

Moskova sokaklarında, Leningrad soğuğunda ırmak boyunda,
ve eski bir kentin ırmak kenarında...

Bir duvar üstünden ayaklarımı sallandırmış, havaya üflüyorum.

Yanımda şöyle biri olsaydı yalnızlığında; derin uykulara sığınmışlığın gün batımındaki evlerinin akşam yemeğindeki huzuruna ve dağların ihtişamlı yalnızlığına bakarak...

Ve güneşin önce yakın ağaçların, sonra dağların ardından yok oluşunu izleyerek...

Elimde kahve kokusu...
Günü katık ederek kendime; sessizliğin gevezeliğindeki akşamın hayalini kuruyorum.
.......



.......

Bu gece, yıldızların o sonsuz incelikte ışıkları altında,
Ağaçlarla çiçekler serin kokularını serperlerken havaya.
Aralarında yürüdüm, hiçbiri farkıma varmadan.
Uykuya dalmadan düşünürüm de bazen
Ben de onlar gibiyim aslında –
Düşüncelerim bulanır sonra.
Uzanıp yatmak, daha doğal geliyor bana.
Sınırı olmayan sohbet yürürlüğe girdiği zaman, gökle aramızda.
Ve son kez uzanıp yattığımda bir gün ben asıl o zaman yararlı olacağım:
O gün ağaçlar bana bir kez olsun dokunabilecek ve benimle ilgilenecek vakti olacak çiçeklerin

Slyvia Plath
(Boyunayım adlı şiirinden bir bölüm)


Resim: Zerrin Tekindor'un bir tablosu...
Fotoğraf:Benim şehrimin...
Güne katık etme sözüde vili'den alıntıdır:))

Tetiklendim:))



Hayal kırıklıklarım yoktur mesela....
Bir şeyi yaşarken ona çok hayaller yüklemem...
Hayallerim vardır elbette...Ama duygularımın hayalleri yoktur...Onlar karşılıklarını bulduklarında hep akıp gitmiştir.



fotoğraf,sanatçı Ali Kabaş'a aittir.
http://www.alikabas.com/

17 Eylül 2008 Çarşamba

Hiç Bitmeyen Mutlu Bir Şarkı


Sinema; anne babayla gidilen, çocuk yılların serin ve yıldızlı yaz gecelerinin tahta masalı yazlık sinemalarında çekirdek çıtlatılan, soğumaya fırsat bulamamış gazozlarla ''kabuklu kuruyemiş yemeyin'' yasaklarına inat, parmak aralarında öfelenen fıstıkların ağızda bıraktığı tuz tadıysa...

Sokakta bulunmuş film parçalarını tahtadan yapılmış çocukca makaralarda, önlerine bir büyüteç arkasına bir ışık koyup sokağın duvarlarına tebeşirle afişler yaparak, sarı defter sayfalarından biletlerle odunluğun karanlığında mahalleli mahalleli izlemekse...

Bayram harçlıklarının bayramlıkların cebinden iki film birdenli ''10.30'' matinelerinde sinema gişelerine seyriyse...

Karanlık salonda bir gerilim filmine nefesi tutulmuş insanları tıfıl bir fırlamalıkla, en arka koltuktan tahta koridora bırakılmış kola şişesinin yuvarlanırken çıkardığı tıkırtıyla hoplatmaksa... Okuldan tüyülmüş bir filmden çıkmış evinize giderken, bütün yürüyüşünüzü, evde yemek yiyişinizi, yatışınızı, dağın başında yaktığı ateşte fasulyesini pişirip kahvesini içen kovboya döndürmekse...

Dışarıda lapa lapa kar yağarken, bir sinema salonunda birbirinizin sıcağına sarılmış, filmin her karesinin kendi ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay etmekse... Soğuğun sizi hala sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla gittiğiniz kafelerde memleket üzerine bilmiş bilmiş tahliller yaparken; aslında aşkla sevdiğiniz, bunu her ikinizinde bildiği ama söyleyemediği sınırda sevgililerin, zamanı durdurmak isteyen nefes nefese sohbetleriyse...

Biraz daha büyüyünce; kafeler yerine, gecenin geç bir vaktinde aynı üşümüş ve sokulgan adımlarla, bu kez şehrin çocuk uykusundaki sokaklarında yine birbirinin sıcağına sarılarak eve gitmek; gecenin dilsiz aydınlığında, birbirinin notalarına dokunarak yaratılan müziğin ve şarabın eşliğinde geceyi gündüze döndürmek ise...

Bir an gelir farkedersiniz ki, bir zamanlar siz de bir oğulsunuzdur. Bir gün, sıcak bir el elinizde, karanlık bir sinemada tarifsiz duygularla bir ilk film izlemişsinizdir. Sonra, yıllar yıllar sonra, bir oğulun ellerinin sıcağı ve sığınmışlığı avuçlarınızdadır. Yan koltukta, karanlığın tedirginliğinde, o mekandan çıkma arzusuyla perdedekilerin renkliliği arasında sıkışmış bir kalbin attığını farkedersiniz. Yüreğinizde sıcacık bir şefkatle yüzünüze hüzünlü bir tebessüm çöker. ''Cinema Paradiso'' budur işte!.. Hiç bitmeyen mutlu bir şarkı.

Bugün, cüzdanıma yer etmiş notları ayıklarken elime iki kişilik bir bilet geldi; Konakplex, salon 2 , 7.sıra, yer no 7 ve 8... Üzerine 22.04.2006 Vahşi Doğa diye tarih atılmış... Bu, küçük oğulun sinemada ilk film izleyişinin bileti... Şimdi! Sadece aradan geçen iki yıl sonra; o çocuğun, kendi beğenilerini oluşturan bir kimlik olarak, kendi insiyatifiyle bir sinema sitesinde profil oluşturup kendi filmlerine yorumlar yapıyor olmasından daha başarılı ne olabilir ki? Bir baba için...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP