12 Mayıs 2023 Cuma

Cuma Baharında Mitinge Giden Adam

Yani durum normal, ben aptal aptal gülüyorum an itibariyle. Zaten bu ara yolda yürürken, bir yerde otururken, alışveriş yaparken yoldan gelip geçen herkese iyi geliyorum, eminim. Ne de olsa insanların birbirlerine selam verip gülmediği bir ülkede yaşıyorlar ve en azından aklından geçenlerin, okuduğu satırların, hayalini kurduğu mekânlar ve bazı hinliklerin tadıyla baktığı yerin farkında olmadan gülümseyen bir şaşkının, -kendilerine- gülümsediğini sanıyorlar.

9 Mayıs 2023 Salı

15. Yıl Özel Sayı-Ekstra



Aksiyonlu Günler-Bomba



İlk yayın Ocak 2009


O gün de her zamanki saatte uyanmıştım. Genelde yola çıkılmasına on dakika kala uyanma tercihimden dolayı kahvaltı masasına oturma hakkımı kullanmaz, buna karşılık annemin yaptığı sandviçi, keki, poğaçayı arabada yol boyu tüketmeyi severdim.

Evimiz şehrin dışında olduğundan köyde yaşayan kentli gibiydik, bu çok hoşumuza giderdi. Her sabah okula giderken ve dönerkenki mesafe yüzünden sohbetler çok keyifli olurdu.

Gerçi akşam dönüşleri genelde birlikte olamıyordu; kız kardeşin çıkış saati onlar tam gün okuduklarından daha farklıydı. Ben sabahçı olduğum dönemlerde, öğlen çıkışlarında ya minibüsle ya da belediye otobüsleri ile dönüyordum. Aslında, benim okulum daha erken başladığı için, genelde bize komşu bir kamu kurumunun sabahki öğrenci servisi ile giderdim. Kız kardeşim de okul saati uygun düştüğünden, babamla giderdi. Özellikle kışın o servisle gitmek çok eğlenceli olurdu: Eski bir Unimog'dan bozma servis aracı soğuk yüzünden çalışmaz, şoför motora eter sıkar, o yine çalışmaz ve sonuçta serviste araba kullanmayı bilen tek kişi olarak ben kurumun Dodge pikabının direksiyonuna geçer, onu otobüsle tampon tampona getirip iteklemeye başlardım. Bir süre sonra yeteri hıza gelindiğinde ben Dodge'u durdurur, çakma otobüsü de şoförü yeteri hıza geldiği için debriyajdan ayağını hızla çekerek, şoför lugatındaki tanımıyla, vurdurarak çalıştırırdı. Ben, bir kahraman gibi beni bekleyen otobüse, özellikle şamatacı ufaklıkların alkış ve tezahüratlarıyla girer, gururdan havalanmış yüzünde mutlu tebessümle kitap ve defterlerimi bana uzatan kızın yanına otururdum.

Muhtemelen o gün birinci dersi kaynattığım için, ben de baba kız kardeş ikilisine katıldım. Benim okulum daha önde olduğundan, bir de kız kardeşin vakti olduğu için önce benim şanlı liseme geldik. Lisemin önüne bir geldik ki ortalık karışık; kaldırımda toplanmış insan kalabalığı sabit gözlerle, başlar havada, aynı noktaya bakıp birbirlerine olay yerinden canlı yorum halindeler; etraf, polis ve asker kaynıyor.

Aslında, o dönemler için olağan sayılabilecek görüntüler olduğundan, çok da umursamadan okulun kapısının karşısında durdu babam. Ama belli ki çok önemli bir görevde ve anda olduğunun farkındaki asker; telaşlı, sorumlu ve kendini fazlasıyla önemser bir edayla işaretler ediyordu bize, ''Devam edin!''

Babamın ''Nooluyoki, çocuğu bırakıp gideceğim''ine; bu ânı, bu gücü, bu heybeti bir daha yakalayamayacağını bilen asker; kendini donatan yetkilerin zevkiyle bir kez daha ve sert bir ifadeyle karşılık verdi: ''Devam et!'' Tabii o bunu yaparken, hep sonuç aldığını bildiği için bizim de aynı refleksle tırsıyacağımızı düşündü. Oysa, Allah'ın takdir-i ilahisi işte, genetik kodlarımızın içine sıkıştırdığı bir özelliğimiz hemen ortaya çıktı: Sana dik yapana sen daha dik ol. Babam bu diklikle iki kelâm edince, o heybetli askerin süngüsü düştü, cümleler nazikleşerek durum rapor edildi hemen: ''Beyefendi binaya bombalı pankart asmışlar, lütfen güvenliğiniz için ilerde durun.'' Bu nazik hali tabii ki reddedemezdik, o nazikleşmese biz orada kalır, bombanın vereceği bütün hasara da razı gelebilirdik; zor kullanıp bizi paket etmedikleri sürece...

Kız kardeşin okula geç kalma olasılığı yüzünden babam "Senin bu olayla bir ilişkin var," bakışının dışında fazla söz söyleyemese de, bakışlarına yüklenmiş ifade tüm soruları ve duyguları listeleyip arabadan inmekte olan benim elime tutuşturdu zaten.

Aslında babamın bilmediği şey şu idi: Bu, benim için bile yepyeni bir durumdu. Gerçi kafamı kaldırıp baktığımda pankartı tanımıştım, kendisiyle bir kaç gün önce yan yana kucak kucağa sözcük alış verişinde bulunmuştuk. Ama altında bağlı bomba, benim için de çok büyük sürpriz olmuştu. Tarihsel bir olaya tanıklık ettiğimin de farkındaydım; ve bu tarihsel olayda benim de izim vardı. Ne güzel bir duyguydu o ahh!..

Bu, kentimizi şereflendiren ve kentimize asılan ilk bombalı pankarttı. Orada bulunan halkımız, diğer büyük kentler kategorisine yükselmiş olmanın keyfinde, merakında ve kendilerini gerçekten onlar sınıfında hissetmenin mutluluğundaydı. Keyiflenmiştim; gururlu, heyecanlı ve bir an öncenin adımlarıyla sınıfa geldim. Hocanın: ''O,oo hoş geldiniz, gözümüz yollardaydı,'' cümlesine bir günaydın ve tebessüm atarak sırama oturdum. Sıra arkadaşım; o pankartın oluşumunda ve oraya asılmasında payı olan, darbeyle birlikte sadece yerini benim ve dışımdaki iki kişinin bildiği uzun bir firar döneminin ardından yakalanıp ''neşeli'' bir işkenceden sonra hayata yollanmış biridir. Sıraya oturur oturmaz yüzümdeki tebessüme tebessümle karşılık verince, yüzünün ifadelerinden durumun özetini aldım ve sordum: ''Oğlum bomba ne iş?''

''Bomba işte oğlum!'' yanıtının altındaki her şeyi seziyordum. Bütün olasılıklar aklımın içinde kuyruktaydı ve tek tek gözden geçiriyordum. Elimizde o anlamda bir bomba olmadığını; o güne kadar değil bomba, tabancaya, mermiye bile uzaktan bakan insanlar olduğumuzdan elimizde bomba olsa bile; ona da çok uzaktan bakacağımızı, vereceği zararın hem tarzımız hem de insan olarak aklımızın ucundan bile geçmeyeceğini biliyordum. Hatta ikinci karakterlerimiz ortaya çıksa bile bu na mümkün bir şeydi. Her birimizin her hali mercek altına alınsa, onların her birinden ayrı ayrı yola çıkılsa, gelinecek yer hep aynı cümle olacaktı: ''Bunlar bu haltı yiyemez .''

Gözlerimizle gerekli iletişimi kurup yeteri kadar önsöz oluşturduktan sonra ''Ne iş bu? Nasıl yaptınız?'' diye tekrar sordum. Gelen yanıt çok gevrek bir gülüşe yüklenmiş ''Zor olmadı, çok kolay yaptık.'' olunca, zaten gerekli kodları ayıklamaya ayarlanmış beynim durumu tam göbeğinden yakaladı doğal olarak.

Benim ne anlatırsa yeme pozisyonuna konumlanmış aklım biraz daha sorduktan sonra, o da anlayınca benim de onu sardığımı, başladı anlatmaya: ''Oğlum aslında çok kolay oldu her şey; sadece bombayı elde etmek için bekçiyle biraz cebelleşmek zorunda kaldık ve bir paket sigaraya patladı bu iş. Aslında pankartı sadece pankart olarak asacaktık. Sonra sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrünün dedi ki: ''Bunu bombalı yapalım, en azından daha dikkat çeker ve daha uzun süre kalır orada...'' Biz bombayı nereden bulacağız, nasıl bağlayacağız, düzenek müzenek anlayanımız yok, bulsak bomba zaten elimizde patlar tarihe salak olarak geçeriz... falan diye konuşurken; o, ''çok kolay'' dedi, sakin yeşil gözleriyle kısık kısık gülerek...

"Verince reçeteyi ve düşününce biraz; bir anda başarının kapımızın eşiğinde olduğunu hissederek ve o güzel tadını duyumsayarak; yaşasın, bizim de bombalı pankartımız olacak sevinciyle hemen marşlar söylemeye başladık. Bu kısa kutlamanın ardından hemen inşaata koştuk ve bahsettiğim gibi bekçiden bombayı aldık. Sonra, birimiz eve koşturup büyükçe bir kavanoz getirdi. Bir büyük yassı pil, üç beş farklı renkte kablo ve bir küçük kırmızı ampulle tüm malzemeleri tamamlayıp işe koyulduk.

Önce, inşaatın bekçisinden aldığımız bombayı küçük ve düzgün parçalara ayırarak yaklaşık on santim boyunda ve beş santim eninde üç tane lokum elde ettik, bunların uçlarına her birine farklı renkte telefon ahizesindekiler gibi kıvrım kıvrım yaptığımız kabloları bağladık, sonra onları yassı pile yapıştırdık. Pilin kutuplarından çektiğimiz iki küçük kabloya da kırmızı ışığı takıp bombamızı hazır ve çalışır hale getirdik.

Sonra, okulun karşısındaki bina henüz inşaat halinde olduğundan kimseye zararı olmayacağını düşünerek bombanın miktarı ve patlamanın şiddeti konusundaki tereddütlerimizi de sildik aklımızdan... Son bir toplantının ardından bütün olumsuz olasılıklar silinmiş bir şekilde gece 11 civarında olay yerine geldik. Aşağıda iki gözcü bırakıp sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrünün'le yukarı çıkıp pankartı oraya güzelce bağladık. Bombayı da dışarıdan görünecek şekilde sarkıttık.''

Bizim sınıf arka tarafa baktığı için o an olup bitenden haberdar değildik; ama cadde tarafı sınıfların okulun bahçesindeki ağaçları göz önüne aldığımızda, özellikle üst kattakilerin şanslı olduğunu biliyorduk. Teneffüs ziliyle okul bahçeye yığılıp olayı izlemeye başladı.

Polis bir yandan kalabalıkla uğraşırken, bir yandan başına ilk kez gelen ve eğitimsiz olduğu bu konuda elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Bugünkü gibi bomba uzmanları henüz her ilde ilçe de konuşlanmadığından ve yeterli sayıda olmadıkları için, bombalar konusunda reytingi yüksek bir ilden ya da ilçeden uzman bekleniyordu sanırım. Zilin çalmasının ardından sınıflarımıza döndük.

Öğleden sonra, okul çıkışında, bombanın katında polisleri gördük; pankartımızın iplerini kesiyorlardı. Pankart, polis eline düşmenin gururu ve görevini yapmış olmanın mutluluğu ile ağzında sloganlar, elinde zafer işareti, sesini kısmaya çalışan polislere inatla direnerek ve hepimizin ortak zaferine gülerek aşağı indirildi. Alkışlar eşliğinde bindirildiği polis aracından bir kahraman edasıyla son kez dönüp bize göz kırparak el salladı.

Yüzlerimizde iyi bir iş başarmanın, tüm fraksiyonları kıskandıracak bir eyleme imza atmış olmanın haklı gururuyla ve tebessümle ona bakarken, yanımıza gelen sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün'e gülerek tebriklerimi yollayıp fırsatın ganimetinden yararlanarak ellerini avuçlarıma aldım. Biz üç arkadaş gülerek ve keyifle yürürken, arkamızdan yükselen müzikle birlikte perdeye "son" yazısı yansıdı. Hayatın ışıkları yandı. İzleyiciler usul usul olay mahallini terk ederken, perdeye şu yazılar düşmekteydi:


Sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün: Bu olaydan sonra üniversite için bir büyük kente gitti. Hep karşı durduğu sistemin içinde görev aldı. Kariyerinde doruk yaptı. Önceki yıl doç pikapla çakma otobüsü iten çocukla bir yemek yediler. Zaman zaman görüşmekteler.

Sıra arkadaşı: Bir süre içerde yatıp çıktı. Doç pikapla çakma otobüsü iten çocukla yıllar sonra yolları aynı meslekte kesişti. Çocuğun zaten o işi yapacağı alnına yazılmıştı. Ama ötekinin ki büyük bir sürprizdi. Zaman zaman görüşüyorlar.

İnşaatın bekçisi: İlk işini bir sigara karşılığı olarak yaptıktan sonra inşaatın malzemelerini para karşılığı satarak elde ettiği sermaye ile silah işine girdi çok zengin oldu inşaatlar yaptı, şimdi öteki dünyada hesap vermekte.

Bomba: İnşaattan alınıp bölünen kiremidin her parçasının bir eğe yardımı ile düzeltilmesinden elde edilmişti. Yani bomba sanılan şey dinamit görünümlü kiremit parçasıydı efendim: Ama bu gerçeği kimse kimseye söylemeyerek; iki tarafta, yani hem polisler hem pankartı asanlar; hem bulundukları camialarda popülaritelerini artırdılar, hem de kahramanlıklarını tarihe yazdırdılar.

Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün Neyleyim Benle Unutulmaz Bir Akşam?

7 Mayıs 2023 Pazar

Ne Desem Bilemedim

Perşembe günü önce, telefonla halledeceğim ilaç yazdırma olayını işe çevirdim ve trene atlayıp şehire gittim.

Hava muhteşemdi, gömleğin kollarını kıvırdım.

Oğuz yoktu, yerine bakana yazdırdım.

Eczanede çocuklarla iki lafın belini kırdıktan sonra istikametimi pastaneye çevirmiştim ki yıllardır aynı yerdeki oto lastikçisi abiyle rastlaşınca onunla da lafladım. Ve sallana sallana yürüyüp varınca önüne, Hammur'un kapısından içeri süzüldüm lakin her zamanki ablanın yerinde mekânın sahibi olduğunu düşündüğüm bir hanımefendi vardı.

Pastalarımı seçip, böreği eksik bırakmayıp, fincan çayı da söyleyerek bahçeye geçtim fakat Engüç ile Mengüç yerlerinde yoklardı! O sırada her zaman güler yüzlü abla elinde tabaklar ve çay ile geldi ki kuşlar yuvadan uçmuşlardı.

Ama geçen gün anne ile Engüç bir teşekkür ziyaretinde bulunmuşlar.

Ben de işi asıp kendimi şımartmaya karar vermekle kalmayıp, Hakan'a doğru yol alırken, geçmişin izlerini dolaştım. Artık Olgunlaşma Enstitüsü olan Atatürk Ortaokulu'nun bizim lisenin kapalı salonuna komşu olan yüksek duvarının önünde durdum ve o sırada geçmiş yanımda bitiverdi. Sevgilim İzmirliydi, dersi bitince, koşa koşa okuldan çıkıp o duvarın önüne park ederek motor kaputunun üzerine oturmuş, onu beklemekte olan ve onu görmesiyle ayağa kalkan bana sarılışını izledim. Sonra duvarın köşesinden kıvrıldım, lisenin karşısına geçip iki okulun birlikte fotoğrafını çektim. Bir sürü anı üşüşüverdi. O anıların blogda daha önce yazılmış, tarihsel değeri de olan ikisini 15. Yıl Özel Sayı-Ekstra başlığı ile yayınlamaya karar verdim.


Sonra bizim dilimizde Çiftlik, duvara çakılmışında İstiklal Caddesi yazılı efsane olaylar ve günler yaşadığımız caddede yürümeye başladım. Rama Bar'ın olduğu pasajın önünden geçerken, ona gelmeyeli kaç yıl olduğunu hesaplamaya çalıştım. Bu durumu en sevdiğim kadınla paylaşmayı ve düşünürse onunla gelip, sonradan türeyen mekânlar nedeniyle papucu dama atılmış ama döneminin en popüler lounge'ında bir nostalji yaşamayı hayal ettim.


Elbette onla da yetinmedim. Çocukluğumun evine ve mahallesine yanaşınca caddeden bir arka sokağa kıvrıldım, sokakta bir briç kulübü açılmış olmasına sevindim. Parke taşların yerine döşenmiş kare taşları sevdim. Mihri geldi gözümün önüne, onu kırdığıma bir kez daha üzüldüm. Sonra Hakan'a uğradım. Biraz siyaset konuştuk, abisinin konusunu açması ile biraz İzmirlimden söz ettik ki bu tatlı ve taze öğretmen Hakan'ın abisinin dersine giriyordu ve elbette İngilizce'den çakmakta olan ortaokul öğrencisi Zeki'yi torpillemiştik.


Okulların fotoğrafını çekerken sırtımı verdiğim bina kişisel tarihimin yanı sıra, şehrin tarihi açısından da çok önemliydi. 1976-77'lerin tıfıl gözükaralığında imza attığımız ve blogda yazdığım bir eyleme geri dönmekle kalmadım; Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindesin Ömrümün Neyleyim Ben'i de andım ki bu da aslında yukarıda bahsettiğim yazıyı yeniden paylaşmak adına gazı veren olaydı.

Eve dönüp, ekranı açıp piyasalara göz attıktan bir süre sonra son günü olan film için yola düştüm ki Rabbim başımızdan eksik etsin reisimiz miting nedeniyle şehrimizde olduğu için tren bedavaydı!

Biletimi alırken mısır satmaya çalışan görevliye, promosyon kodumu gösterdim ve orta boy mısırımı aldım. Üstelik ben oradayken yeni patlattı ve hem sıcak hem de her beleş mal gibi yine baldan tatlıydı mısırlar...

O sırada bir abi daha filme bilet almak istiyordu. Yalnız abi ile bu film arasında bir bağ kurmak zordu.

Elbette çaktım ben köfteyi!

Abiyi filme çeken Sibel Kekili'ydi. Ya bilet fiyatından ya da umduğunu bulamayacağını anladığından ya da anlatıldığından kaynaklı olarak salonda yoktu. Film başlangıçta Kurak Günler'le benzerlikleri yüzünden pek açmadı beni ki Sevgili Filmgündemi'nin yazısında bu durumun altı çizilmişti. Buna ek olarak da Sekiz Dağ'daki doğa ve dağlar bolluğu da bu film konusunda bendeki dedikoducu uyaranları harekete geçirmedi değil; lakin sonra sakin sakin düşününce ve kendimi ukala sinemasever modundan sıyırıp sadeleştirince iyi filmdi be noktasına geliverdim. En büyük salondaki filmi tek başıma seyrettim ve süreç içinde eleştirel baksam da filme, sonuçta karar verdim ki sıkı ve güzeldi. İki oyuncuyu öne çıkardım; Cem Yiğit Üzümoğlu ve Pınar Deniz. Diğer filmlerden ortaklaşan sahneleri zihnimden silip attım ve sonuçta seyrettiğim iyi bir filmdi noktasını netleştirdim... ve de enn sevdiğim kadınla da film üzerine konuşunca, evet iyi filmdi noktasında saadete erdim.


Bu sabah uyanınca hava beni dürttü, uzun zamandır gitmediğim Sürmene Pidesi'ne doğru yol alırken buldum kendimi. Masama gelen yine muhteşem bir şeydi. Peynir hımmmmmm... küçük bir göl halindeki tereyağı muhteşem; çıtır ve ince bir hamur, ilk dokunuşta patlayan yumurta ve hımmmm... hımmmm... hımmmm... sesleri eksilmeyen lokmalar!

Ellerine sağlık ustam, muhteşemdi nidalarının ardından Lozan Caddesi, bir marketten kola ve sokak aralarının tadı eşliğinde yolu uzatarak anıların zihinden akmasına yol verip tatlarını çıkararak ve sahilden değil de başka diyarlardan eve doğru yol alırken; akıp giden zamandan izleri bugüne taşımaya devamla, yıllardır oyumuzu kullandığımız okulun kenarından geçip denize ve eve doğru yavaş adımlarla yürürken minik ve sevimli manavdan içeri daldım; çünkü Starking elmalar beni çağırıyordu.

4 Mayıs 2023 Perşembe

Magazin

İlk yayın tarihi 2009

Dün ve hatta bugün Hürriyet com. tr. de yer alan, "Turkuaz yeşili elbisesi ve derin göğüs dekolteli kıyafetiyle sahneye çıkan sanatçı, hareketli ve romantik parçalarıyla sevenlerine unutulmaz bir gece yaşattı. Elbisesinin azizliğine uğrayan ünlü sanatçı, iş kazası yaşayınca göğüs uçları zaman zaman göründü." diye devam eden Sibel Can Elbisenin Azizliğine Uğradı başlıklı yazıyı okuyunca, aslında iş kazası denen şeyin iş kazası olmadığına tanıklık ettiğim bir olay geldi aklıma: Dünyadaki örneklerinin çoklukta olduğu bu iş kazasının Türkiye'de hem görsel hem de yazılı medyaya yansıyan belki de ilk örneğiydi bu!


90'lı yılların henüz ilk yarısı, zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadının yönettiği butiğimizin başlangıcından henüz bir yıl geçmişti ki, -elbetteki onun başarısının bir sonucu olarak- mağazayı daha da büyüterek, hatta oldukça büyütürek bir pasajın ikinci katındaki küçücük dükkândan şehrin en prima caddesinde büyükçe bir yere taşımıştık. O yıllarda, ülkemizin en popüler mayo firmasının sahibinin oğlu tarafından kurulup Türk moda dünyasına adım atmış ve devler arasında yer kapma savaşındaki firmanın ürünlerini satmaktayız. Marka müthiş bir reklam atağında. Ekran ve reklam yüzü; henüz Amerika'dan yeni gelmiş ve popüler olma yolunda ilerleyen Meltem Cumbul... Hem televizyonda sunduğu o günlerin en popüler yarışma programında ürünleri giyiyor, hem de tüm popüler kadın dergilerindeki tanıtımlarda o var. Ve o yıllarda Türkiye'nin gerçekten en tanınan ve en popüler yüzü kendisi... (Kısa bir süre sonra da tazecik Arzum Onan boy gösterecek, onun yerine tüm alanlarda.)

Ama tüm bu artılar firmanın -ülke çapında- bilinirlikte sansasyonel bir atak yapmasını sağlayamıyor. Ürünler gerçekten çok kaliteli, en ünlü tasarımcılarla çalışılıyor, kumaşlar konusunda kalite anlamında sonuna kadar seçiciler.

Tüm bu değerlerin yanı sıra da sürekli olarak, markayı patlatacak bir atraksiyon düşünülüyor. Her sezon ülkenin en ünlü mekânlarında defileler düzenleniyor. Tüm bunlar diğer markaların defile haberlerinin de topluca yer aldığı magazin kuşaklarından öte götüremiyor firmayı.

Sanırım 94 yılı... Bu kez sonbahar-kış defilesinin yapılacağı mekân Swiss Otel. Bütün medya defileden haberdar, sinema, televizyon, kültür sanat ve iş dünyasının tüm ünlüleri orada... Elbette ünlü baba ve ünlü dostları da ön sıralardalar. Biz de - özellikle zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın- firmada çok seviliyoruz ve her olayın içinde varız. Zaten çok genç ve çalışma ortamı çok keyifli bir firma o zamanlar...

Tarihe damga vuran o defilenin öncesi kulis hazırlanıyor, sergilenecek kıyafetler sırasına göre yerleştiriliyor, mankenler son hazırlıklarını yapıyor. Kulis çok renkli ve şenlikli... Son kontroller, o, bu, şu derken defile başlıyor. En popüler mankenler bir bir çıkıyor, şahane bir kareografi ve gerçekten o güne kadarkilerin çok ötesinde, çok farklı, markanın iddiasına çok yakışır ve Zeki Başeskioğlu'nun takdirlerine mazhar bir sunum var. Medyanın ilgisi yoğun ve gerçekten kalabalık bir medya ordusu podyumun kenarında, flaşlar ardı ardına patlıyor.

Sıra, hakikaten şahane kadın, çok keyifli bir arkadaş, iyi dost ünlü Rus mankene geliyor. (Yani şimdi çok iyi hatırlayamıyorum ama (çok manken tanıdığım için dermişim) sanırım ülkemizde Yolanda diye lanse edilmişti. Tek başına ve hakikaten şahane bir transparan bluzla ırkının bütün görkemini podyuma taşıyan ve zamanı herkes için durduran, solukları donduran bir edayla muhteşem yürüyor o anda... Müzik, podyum ışıkları, Yolanda'nın ışığı her şey olağanüstü bir rüya tadında.

Ancak şu cümlelerle bir yazımda bahsedeceğim bir daha var orada, ortalığı yakıp yıkan: "Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızla 12 yılı bulmuşuz ki bunun beş yılında çocuksuz gençlik şeker gibidir demişiz. Flörtöz ama nikahlı bir yaşam, ilik gibi bir genç kadın, yüreği güzel. Swissotel'deki bir Infinity defilesinde onca mankenin arasında ortalığı yakıp yıkmışlığı vardır, diye söz ettiğim genç bir kadın. Durudur. E sonuçta Çerkez geni bulaşmıştır."

Ertesi günden itibaren haftalar boyunca o an; hem yazılı hem görsel medyada sürekli yer buluyor. Çünkü Yolanda'nın tek göğsü transparan bluzdan dışarı fırlıyor. Ve zaten çok konsantre flaşlar bir bir patlayıp o anı donduruyor.

Aslında 'o an' kuliste planlanmıştı. Ve bütün defile kurgusu ve akışı o ana odaklıydı. Haber bugünkü gibi 'iş kazası' başlıklarıyla yer almıştı medyada. Ama o iş kazası firmanın marka değerine tavan yaptırmış ve en popüler markalar arasına sokmuştu bir anda onu...

Bir pazar yazısı olsun edasıyla başladığım yazının başlığını kadın göğsü yapınca, ifade biraz da tavuk göğsü oldu gibi geldi bana... O yüzden moda dünyasına hazır dalmışken algı üzerine, biraz da 'söz manasını dinleyenden alır' mantığından yola çıkarak, Neslihan Yargıcı'nın anlattığı bir anıyı paylaşayım burada: Yargıcı ve bir grup manken doğu illerimizden birine defile için mevsimin zorluklarını da göz önüne alarak trenle gidiyorlar. E çıtır çıtır, mini etekli mankenler kaçınılmaz şekilde rahatsızlık yaratıyor yörenin muhafazakar yolcularında... Yine Yargıcı'nın ifadesine göre, kompartımanda yine bir cinsel obje sayılabilecek(!) göğsünü çıkarmış çocuğunu emziren kadın hiç bir rahatsızlık yaratmadığı gibi, hoşgörülüyor. Üstelik durum yanda oturmakta olan muhafazakar kocayı da rahatsız etmiyor. Aslında tutuculuk üzerine bir sohbette bu konuyu anlatan Yargıcı'nın hikâyesinden yola çıkarsak; hangisinin cinsel obje olarak daha önde olduğu önemli değil, önemli olan o objenin olağandışı bir halde ortaya konması.

İç çamaşırı, mayo defilesi bile ''kazayla çıkmış'' göğüs ucu kadar haber değeri yaratamıyorsa. Onca eyleme rağmen haber olamayan, medyada yer bulamayan, duyuralamayan, hatta duyurulsa bile polis copundan kurtulamayan gerçek halleri haber yaptırmanın bir yolu olarak düşünülebilir mi meme uçları acep?

Görsel: videlec.org

28 Nisan 2023 Cuma

Fotoğraf

Daha acemi birliğindeyken, son görüşmemizden bir ay sonra baba öldü. En amcamın kararıyla küçük kardeşimin mağazaya geçmesine karar verildi, ben istemedim. Sonra hayatımın en zor işini yaptım, benim de hocam olan Pembe Hanım'dan, onun tüm ısrarlarına rağmen, takır takır sınıf geçen kardeşimin, lise birinci sınıf yarı yılında tasdiknamesini istedim ki bir daha okula dönmek istemeyeceğini biliyordum.

Yavaş Hayat başlıklı yazıdan.
Onu bir tarih hocasından çok bir ev hanımına benzetirdim. Derinlikleri konusunda ıssızdı. Güçlü bir hikâyenin ortasına oturtamazdım. Siyasi görüşü nötr'dü benim için. Hayata soldan bakan hocaların "bazıları" daha çok sevilirdi. O ise merak uyandıran bir sessizlikle, işini yapardı. Hiçbir hikâye kalıbının içine oturtamadığım, sakin, entelektüel sözcüğünün pek yaygın ve havalı bir ünvan olarak dillere pelesenk olduğu yıllarda kategorinin dışında tutulan, eşini kaybetmiş bu ıssız kadını hep merak eder, hikâyesini kendimce adlandırırdım.

Ta ki kelimeleri çerçevelediğim üsteki sürece varana ve yüz yüze bir görüşme için odasının kapısını çalıp içeri adımımı attığım âna kadar.

O kadar çabaladı ki ve o kadar anaç, ikna edici ve şefkatliydi ki sözleri... Ama koşullar çok ağırdı ve 20 yaşındaki, üstelik uzun askerlik sürecinin henüz başındaki, kocaman hayallerini rafa kaldırmak zorunda kalan gencecik bir çocuğun da üstlenmek zorunda olduğu yükümlülükten bakınca ve güncel koşulları düşününce karar noktasında başkaca da bir çare yoktu.

Küçük kardeş daha 15 yaşındayken okuldan ayrılacaktı ve mağazaya geçecekti, o yaşta ve bunun bir zorunluluk olduğunun farkındalığı ile üstelik.

Müdür muavini odasında yaşanan o ânda ise; biri eşini kaybetmiş, çocukları olan ve koşulları bilen kadın, diğeri de baba makamını da devralan bir abi olmak üzere iki yürek de bu zor ama zorunlu kararın altında ezilecekti...

Hayatımın en acı kararının verildiği o günden sonra hocayı hiç görmedim. Ta ki çok yakın bir zamanda Lise'nin mezunlar derneğinin facebook hesabına göz atana kadar. Yeni ölmüştü, ve bu fotoğraf vardı. O kadar sevdim ki fotoğraftaki Pembe Hanım'ı. Onun derinlerinde ve sessizliğinde, ıssızlığında ve kurumuş gülümsemesinde ev kadını görünümü dışında, acıyı tatmış, taleplerini bastırmış başka bir kadın olduğunu sezmiştim.

Bu fotoğrafı gördüğümde mutluluktan gözlerim yaşardı desem inanır mısınız? Çünkü sıradan bir öğretmenmiş varsayılan ve öyle hissedilen ve ev hanımı kategorisinden değerlendirilen bu ıssız kadının yıllar sonra rastlaştığım muhteşem başkaldırısı karşısında gülümserken, gözümden damlalar düşmesi kaçınılmazdı...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP