2 Nisan 2023 Pazar

Kemanınla Bana Bir Ses Verebilseydin Eğer!

"Bizde de hava çok güzeldi, lodos falan da yoktu ama sahilde ve bana çok yakın bir yerde ilginç bir kemancı hanımefendi ile rastlaştım; ilk kez görüyorum, sokakta çalıyordu ve çok iyiydi. Yarın eğer aynı yerde olursa kendisiyle sohbet edip blogda yazmayı düşünüyorum, elbette fotoğraf çekip belki kayıt da yaparım. Yabancı mıydı acaba diye de düşünmekteyim, ilk röportajını yapacak muhabir heyecanı içindeyim, umarım yarın orada olur."

Cümlelerini yazıyorum Sevgili Okul Arkadaşım'ın dünkü yazısının yorum kısmına. Ve dünkü bu saatlerde bu kez iyi bir fotoğraf makinesi ile ve kafasında soruları netleşmiş heyecanlı bir muhabir tadıyla bugün öğleden sonra yola çıkıyorum. Profesyonel tatta adımlarla hedef noktaya yürüyor, bir yandan da nasıl konumlanacağımı düşünüyorum.

Önce biraz ilgisiz ve uzak duracağım; kısmen görüş noktasının dışında. Oradan bir kaç izinsiz poz çekeceğim, sonra ara vereceği anı kollayacağım, bir kaç adımda yanına ulaşıp bir blogum olduğunu, dün izlediğimi ve izni olursa kendisi ile ilgili bir yazı düşündüğümü söyleyeceğim.

Belki, işini bitirince ve kabul ederse hemen önünde çaldığı kafeye de davet edebilirim.

Evden çıkıyorum. Hava enfes, biraz sahilde yürüyorum atıştırma sonrası, ardından görev noktasına. Henüz müzik sesi bana ulaşmıyor, bir an düne göre erken olduğunu düşünüyorum ama bir kaç adım sonra ses bana ulaşıyor. Elbette seviniyorum. Ve görüş alanıma girince bulunduğu nokta, bende kocaman bir hayal kırıklığı oluşuyor.

Bir beyefendi çalıyor çünkü. Önünden geçip hedef noktama oturuyorum. O an çift olduklarını düşünüyorum, belki kardeş ya da arkadaş. Bu kafamdaki hikâyeyi ufaltıyor ve biraz da ticarileştiriyor.

Dün aldığım o nahif tat kaçıyor.

Bir paparazzi noktası seçiyorum kendime ki buna paparazzi şansı mı demeliyim bilmiyorum?! Üç çok tatlı hanımefendi geliyorlar kemanın yakınına, ve dans etmekle kalmıyor bolca da selfi çekiyorlar. Hikâye biraz da şu nedenle tat eksikliğine evriliyor: çünkü bu kemancı geçen yıl da aynı noktada çalıyordu, ve biraz da uyanık bir karakter tadı vermişti bana!


Bir kaç şarkı sonra kalkıyorum, hanımefendi belki daha sonra devralacak diye düşünüyor ve kendimi sezonun ilk Kahve Dünyası dondurmasına doğru yönlendiriyorum. Fiyatının ayakları yerden kesilmiş elbette ancak porsiyon da biraz büyümüş sanki!


Hava artık soğumuşken bir umut ama daha çok umutsuzca dönüş yolundayım, keman sesi geliyor. Yaklaşıyorum ki beyefendi bu kez pardesüsünü giymiş biçimde çalmaya devam ediyor.

Haberin takibindeyim!

30 Mart 2023 Perşembe

15. Yıl Özel Sayı-5

Bol aksiyonlu anılar, arkadaşlar biriktirdiğim ve hayatımdaki yeri çok özel, unutulmaz heyecanlar, güzellikler yaşadığım bu kentte yıllar sonra bu kez; ânların güzelliğinden başımın döndüğü, muhteşem bir güne dair...


Kal Gelince Bir Üşengeçlik de Geliyor



18 Ekim 2013


Uzun bir yazıyı hak ediyor mu bayramda aşık olduğum bir şehirde olmak bilmiyorum. Aslında biliyor ama kıvırtıyorum. Sokaklarındayken hep şunu tekrar ettim oysa: "Amasya, aşkım benim."

Belki de şu cümlenin yansıması idi her şeyi anlatan:"Bir de gayet bencilgezer olarak söylemem gereken bir şey var ki, mekân, bir ev, bir sokak, bir şehir ya da ne olursa olsun orayı bilen değil de yaşayan ve seven biriyle gezmenin insana ve keyfine kattıklarına da ayrıca paha biçemem."

Esnaf tavrına, lezzetine bayılacağınız, maaile çalışılan, pek de eğlenceli bir yemek keyfi yaşatan Sakarya Islama Köfte Salonu'ndan, Yeşilırmak üstündeki minik balkonda içilen kahveden, İlk Pansiyon'dan, Bimarhane'den, Pirler Parkı'nın en eğlenceli yerinden, Ali Kaya'nın restoranında bayram dolayısı ile yapılmadığından yenilemeyen Germeç'ten, uzun yıllar sonra gidilen ama gündüz kapalı olduğu için geri dönülen Büyük Amasya Oteli'nin Ayışığı Bar'ından, güne muhteşem bir final olan Grand Pasha'daki buz gibi biradan ve en önemlisi bir milim glikoz içermeyen tatlıları ve muhteşem ötesi dondurması ile Gazimihaloğlu'ndan söz edip, mekân mekân yazmak isterken şehrin bu ışıklı gününe dair bir yazı, ve rehber olmak isterken okuyana; sonuçta ortaya çıkan bencil bir kaç cümle olmuş. İsterseniz sadece fotoğraflara bakın!



Bir Mektupta Amasya'da Yaşanmış Bir Bayramdan Bahsetseydim.

 
Şu mübarek bayram sabahında fark ettim ki benim aklım kalakalmış; güne adapte olmak, mekâna dönmek mümkün değil. Üstelik kalakalan aklım sürekli yazıyor; şu otelin şurası, şu mekânın burası falan derken bir yandan da bir gün öncesiyle gelecek arasında gidip geliyor. Zaman ve mekân kavramı ortadan kalkmış, ben sadece kuru bir beden olarak sağa sola bilinçsizce hareket ederken o, "Al gözüm seyreyle," tadında sürekli sunuyor. E doğal olarak benim hayta yanım bundan çoookkkk memnun.


Üstelik dünya, işler, rutinler umurunda bile değil. İşin açıkçası iş peşinde koşan, tüm bunlardan uzak sorumlu bir insan olarak ben de kıskanmıyor değilim kendisini. Köpeği beslemiş, inşaatı sulamış, ekmek almaya gitmiş; yıkanıp kuruyup yatak üstüne atılmış, günlerdir sorumlu bir insan evladı bekleyen bilumum çamaşırlara derin bir sorumluluk duygusuyla "Hadi şunlara bir el atalım da ortadan kalksınlar," diye sarılmış; hepsini tek tek askılara asıp dolaba kaldırmış sorumlu şahsım da aslında; bir yandan televizyona bakan "Ah şu hayatı bir de ben yaşasam," diyen ve kendini tam da orada hisseden, saçlarını İstanbullu Kuaför Müjgan'a* yaptırmış kenar mahalleden Ayşe Abla formunda valla. Ne gün yaşamış be adam, diyor.


Şimdi gelirsek özüme: Tek tek cevap vermektense her mektuptaki konulara toptan girmek üzere, ve aslında sabahtan beri yazı hayal eden ama bir coşkunluk içinde telef olmakta olan, iki lafın ucunu bağlayamayan şu garip bir çözüm üretti ve ne var ne yoku şurada topladı. Kendisi valla fena halde şaşkın, üstelik bunun fena halde de farkında.


Tek mesele bunca çok ân içinde kaybolmuş olması. O ânlar da çok ama çok afacanlar; sürekli sağdan soldan çakıyorlar, her biri bir diğerinin önüne geçmeye çalışıyor, bense bundan şikayetçi değilim ama onlara uyunca hiç bir şeyi düzgünce ve sırasıyla yapamıyorum. Tek çarem var ki o da her şeyi bir kenara bırakıp şu andan kopmak, dünkü zaman dilimi içinde yaşamak. O yüzden şu mektup bir şeye benzemiyor, bir anlam bütünlüğü yok farkındayım.


Bu arada o fotoya ben bayıldım bir kere. Masa üstü bile yapabilirim onu, hatta bir poster haline dönüştürüp, hayalini kurduğum duvarlardan birine bile asabilirim. Ayrıca eller kocamansa, benim büyüklük algımı değiştirmem şart, kesinlikle doktor müdahalesine ihtiyacım var. Ve ayrıca o fotoğraftaki kolların, bileklerin ve parmakların zarafetini fark etmeyecek öküz henüz dünyaya gelmemiş, rabbime sordum. Ve ayrıca bu fotoğraf makinası öndeki görüntüleri arkadakilere göre bir nebze daha öne çıkarıyor. (Bkz. perspektif: ilkokul birinci sınıf resim dersinde öğretmen tarafından verilen bilgi) Ve ayrıca o günkü resmin ve o kadının benliğinin yansıması açısından, çektiğim en güzel canlı fotoğraf olduğunun altını çiziyorum. Ben milim kusur göremiyorum orada. Sürekli ona bakıyorum zaten.


Ve ayrıca fotoğrafçı duygu yakalama konusunda maharetli tamam, ama olmayanı var etme konusunda sıfır. Hatırlarsan hep tekrar ettiğim bir şey var: Bir yönetmen olarak olanı çekme konusunda dünyanın en iyilerinden biri olabileceğimin altını çizerken; film ve benzeri hallerde sahne hazırlamak, oynatmak konusunda sıfır olduğumun altını da ısrarla çizmişimdir.



Kabul ediyorum ki insan ânı yaşarken karşıdan etkileniyor, onunla doğru orantılı olarak çoğalıyor her şey... ama bunun koşulu da o duyguların kişinin bünyesinde var olmuş olması, zaman içinde yaşananlarla doğru orantılı olarak gelişip serpilmesi. O nedenle tam da ayna misali bir alışveriş bu. (Buradaki alışveriş, kapitalist dünyanınkinden tamamıyla dışarıda ve matematiği olmayan bir mana içermektedir!)


Yahu ben hayatımın en güzel günlerinden birini yaşamışım, akşam eve gelince ilk işlerimden biri otellere bakmak olmuş, günün tadı damağımda kalmış, her saniyesini yeniden yaşarken ve bizzat yaşamış olmama rağmen ardından ööle bakarken; sanki biri bana anlatmış da bana inanılmaz gelmiş, "Yok olmaz ya böyle bir gün," diyerek, -içimden- "Sen bunu külahıma anlat," cümlesini sıklıkla geçirerek ve suratıma sırıtarak "He he," çeken dinleyen modundayken ne desen boş valla.


Bir de gayet bencilgezer olarak söylemem gereken bir şey var ki, mekân, bir ev, bir sokak, bir şehir ya da ne olursa olsun orayı nefes almanın tadını bilen, tek bir kelime konuşulmayan bir ânda bile aynı duyguyu hissettiğini hissettiğin, yanındayken zerre kadar huzursuzluk taşımadığın, kaygısızca konuşabildiğin, çırılçıplak kalabildiğin; bir tek noktasına dokunmadan bile bedenini, kremsi gerginliğe sahip tenini hissedebildiğin, aklından geçenlerin hepsini gözlerinin pek de flörtöz bir hazla yapabildiği ve yaşamayı bilen, şu akustiğin olduğu mekânda ânın tadını fark edip zıpzıp zıplayabilen bir kadınla dolaşmanın tadını da ben anlatamam. Bir de o biri böylesine çok sevdiğin biriyse, eşinin benzerinin olabilmesi mümkün değil, valla.



 Kısacası: İyi ki seninleyim. Çokkkk ama çokkkkkkkkk teşekkürler gerçekten yaşıyorum dediğim her saniye için.



 *İstanbullu Kuaför Müjgan cümlesi şehirde gerçekten var olan bir dükkanın tabelasındandır.
Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir.

27 Mart 2023 Pazartesi

Hadi Gel De Yaz Bu Filmi

Kelimeleri bir türlü bir araya getiremiyorum sinemadan çıktığımdan beri. Neresinden başlasam, nerede bitirsem konusunda sıkıntı içindeyim.

Başka Sinema yolculuğumun öyle bir durağındayım ki!

Üstelik, muhteşem yemeklerle dolu bir tabaktaki renk renk, çeşit çeşit, ekşi tatlı duygular, doğadan gelen dinginlik, arkadaşlık, dostluk, yüreğinin götürdüğü yere koş gibi pek çok lezzetli uyaran, ağaç diplerinde bulunan naylona sarılmış anı defterleri perdeden çıkıp koltuğunda oturmakta olan ve mırın kırın eden beni süreç içinde ele geçirmiş, elimi kolumu bağlamışken...

Kelimeleri peşi sıra dökmesi gereken ruhum onlarla iş birliği içinde, avare ve zevkten 10 köşe. Ve aynı zamanda kendi keyfinin peşi sıra koşmaya devam eden bir bencil.

Şaşırtıcı, karmaşık, gel gitleri olan bir itirazın yanı sıra garip de bir zenginlik içindeyim.

Sanki hiç aklımda olmayan, tadını bilmediğim bir yerde enfes bir tatil yapmış, ruhumu sağaltmış, güzel insanlar tanımış, gündemin tüm gerilimli hallerinden azade bir katmana sıçrama yapan isyankâr ruhum makas değiştirtmiş de ben, perdede ve duygu karmaşaları içindeyken yine de yok olmuşum.

Üstelik beyazperde denen o büyücü, tüm direnç noktalarımı un ufak etmiş, bütün mekanizmalarımı işgal etmiş, mızırdandığım her anda da beni ikna etmiş...

Film boyunca kafa gösteren bazı mızmızlanmalarım, ukalalıklarım, kıyaslarım, aklımdan geçirdiğim tüm olumsuz ifadelerimse kendini final jeneriğindeki müziklere kaptırmış ve yerle bir...

Dağdan kaçıp, başka coğrafyalara yapılan seyahatlerin bünyedeki izleri, hayallerin gerçeğe bürünmesi, enfes insan manzaraları, sevgi, Daniel Norgren müzikleri, kadın eli değmiş reji eşliğinde şahane bir rehabilitasyon...

Daha ne olsun be adam!

Ve rüyanda bile yaşayamayacağın doğa!

Bonusu Nepal!



İki saati aşkın süre ukalalıklar, sıkılmalar, film hakkında tek kelâm etmemeyi düşünmeler, tek bir cümleyi bile olası bir yazı için kuramamalar eşliğinde son isim geçene kadar koltuğumda -çakılı- kalıyorum.

Sadece ben mi?!

Bir yan koltuğumdaki genç kadın, üst sıralardaki iki çift, bir genç kadın ve bir genç adam da...

AVM'nin kapanma saatleri...

Bir kahve...

ama sert bir Amerikano...

ne de yakışırdı; filmi zihinde tekrar akıtırken ve enn sevdiğim kadınla bir yolculuğu aynı masada konuşuyorken...

Müthiş bir keyifle, üstelik filme tüm mızırdanmalarımdan ve ukala eleştirilerimden aşina bir keyifle istasyona doğru yürüyorum.




Yönetmenler ve Senaryo:

Felix Van Groeningen, Charlotte Vandermeersch.

Oyuncular:

Alessandro Borghi, Luca Marinelli, Flippo Timi, Elena Lietti.

Kitabın Yazarı:

Le Otto Montagne.

24 Mart 2023 Cuma

Şeytanın Bacağını Kırmak

Korona virüs terörü bütün dünyayı birden ve hızlı bir biçimde kucaklayınca ve bir anda ürküntü ile birlikte korunma çabaları başlayınca, hayatımıza giren maskeyle birlikte başka boyuta sıçrayıvermiştik. Sadece filmlerde, romanlarda görebildiğimiz bir tehdit ve onunla birlikte bilinmeze karşı oluşan kaygı ve korkular tam anlamıyla o tatta bir paniği, yepyeni ürküntüleri bünyelerimize katarak korunma güdülerimizi harekete geçirmiş, daha önce benzerini yaşamadığımız bir sürecin ve tedbirler silsilesinin göbeğine bırakıvermişti hepimizi.

Ve ilk kez bütün dünya ile ortaklaşmış, dünyanın tüm ve farklı uluslarından insanları bir olup sanki uzaydan gelen bir düşmana karşı aynı cephede saf tutmuş ve safları da bu ortak düşmana karşı sıklaştırmış, mücadeleyi de gittikçe yükseltmiştik.

Hayatla temasımız kesilmiş, tüm eski alışkanlıklarla birlikte özgürce sokaklarda dolaşabilme, mekânlara oturma, salonlarda film izleme, tiyatro, konser ve seyahat gibi doğal isteklerimiz; bu meçhul düşman tarafından kilit altına alınmıştı. İşte bu evrenin bana ödettiği bedellerden biri de, olan bitenden tümüyle ters orantılı bir hâl olarak, oturup da televizyon ekranından film falan izleyememek olmuştu. Bunu yapanlara fena halde özeniyordum ama televizyonla arama kara kedi girmişti.

Bu bir "militan" çocuğun dayatılana karşı koyduğu bir direnç ya da bir meydan okuma mıydı, bilinmez; çünkü normalleşme ile birlikte bu kez toplumun genelinden farklı olarak hayata tüm hücreleri ile dalmış, boş salonlarda çoğu zaman tek başına, filmleri -kaçırmaz derecede- izler olmuştu.

Üzerine düşünmeli, alt duyguların neler olduğunu da araştırmalı sanki.

Bu süreç, tehdit azaldıkça, hayat normalleşip salonlar, yeme içme ve eğlence mekânları yeniden açılınca ve spor müsabakaları falan başlayınca da değişmemiş, belki de bana özel bir sendromun etkisi ile spor karşılaşmaları dışında televizyon ya da bilgisayar ekranlarıyla bu manada kopan bağım geri dönmemiş ve ekranlardan film ve dizi izleyemez olmuştum; sanki dokunamadığım hayatımdan zaman çalınıyormuş gibi hissediyordum.

Uzun bir ıssızlık döneminden sonra normalleşme ile birlikte gişe önlerinde oluşan kuyruklar hoşuma gidiyordu; koridorlarda koşan, mısır almak için bekleyen çocukları izlemek, salonlardan gelen film seslerini fuayede işitmek keyifliydi ve her şey yolunda derken çok uzak olmayan, el uzatılsa dokunulacak yakınlıkta bir zamanda bu kez, tam anlamıyla ve durdurulamaz bir ekonomik terör baş gösteriyordu ve tahribatı da gün geçtikçe daha beter oluyordu. Çünkü salonlar bu kez de bu maliyetler nedeniyle boşalıyordu. Ve çok da kısa sürede, memleket uçuyor diyenlerin aksine bilet kuyrukları bomba düşmüşcesine yok oldu. Koşuşturan çocuklar, onlar koşarken ellerindeki kutulardan ortaya saçılan mısırlar, yüksek sesli konuşmalar ve gülüşleri de...

Artık 10'dan fazla salonlu sinemaya hem de akşam seanslarında bir gişe görevlisi bile yetiyor!

Ve geçenlerde, bir pazar sabahıydı sanırım, birdenbire yeni bir ruh hali oluştu bende, ya da eski bene döndüm diyelim. Beleş mal baldan tatlıdır durumunun bunda etkisi ne derece bilmiyorum. Posta kutumda bir mektup vardı, Amazon Prime bir aylık ücretsiz kullanım hakkı tanımlamıştı bana. O sıra yatağa uzanmış, blogları okuyordum, hayatımdan memnundum ve başkaca da bir isteğim yoktu. Birara bilgisayar hazır dizlerimdeyken bir bakayım diyerek giriverdim Amazon'un buyur ettiği kapıdan içeri. Şöyle bir göz atarken ne var ne yoka; zaten fikrimde olan Pinokyo ile karşılaşmak pek hoş oldu, kısa bir tereddütün ardından önce atlayıverdim üzerine, sonra da vazgeçtim...

Hâlâ bünyede bir direnç var, anladığım, pandemiyle gelen -saçma- duygu benimle olan ilişkisini sonlandırmaya pek niyetli değil.

Sonra geri döndüm, çünkü Pinokyo'yu başka türlü izleme şansım yok; sinemaya ya gelmedi ya da zaten fikrimde olmadığı için -ben- kaçırdım sanki...

Şu an itibariyle de durumun iyi olduğunu ve bir normalime daha  döndüğümü, muhteşem bir animasyon izlediğimi söyler ve eklerim:  Binlerce kez bildiğim bir öyküyü ilkmiş gibi, karakterleri sindirerek ve gerçeklik algısıyla izlemek şahaneydi; çok ama çok da keyifliydi!

Belki de beleş mal baldan tatlıdır gerçekliğinin eseriydi filmden aldığım keyif ki bu da bir olasılık!

Ancak aldığı ödüllerin anasının ak sütü gibi helâl olduğunu söylemekle birlikte altını da kalın kalın çizmeli ve Guillermo Del Toro üretimi Pinokyo'yu mutlaka ama mutlaka izlemelisiniz vurgusunu da yazıya eklemeliyim sanki!

Seveceksiniz!



*
Vaktim vardı, gün tatildi ve sabah gaz vermeye devam ediyordu. Komedi dizilerine göz atmam için bir engel yoktu.

Ve bingo!

Çünkü afiş beni fena çekti.

Kısa içerik bilgisi tamamdır dedirtti ve bu ispanyol, suç dizisine girişi yapıverdim.

Alt yazılar 16+ uyarısını verse de o kadar da korkulacak değilmiş diye düşündüm, sonrasında.

Çok güldüm, çok eğlendim, oyunculara, dolayısı ile karakterlere bayıldım. Aksiyon ve ötesi sahnelerde parayı kıyılmış olduğunu hissettim. Absürtlükler şahaneydi. Sımsıcak, tüm ilişki olağanlıklarını incelikli ve sevimli bir biçimde işleyen, özünde iyi kalpli, kara komik bu suç dizisi: "Aynı cinsler" arasında olsa da ve bu ilişki biçimini tanımlama için kullanılan ifadeyi sevimsiz ve ötekileştirici bulduğum için kullanmak istemediğimden sadece uyarı anlamında tırnakladığımı da ifade edersem; çok sevimli buldum ve hatta sıcaklığına, şefkatine ve aşk budur dedirten yaklaşımlarına bayıldım.

Öyle bayıldım ki bu dizinin geneline ve tüm olan bitene...

Ve o kadar eğlendim ki; zaten kısa olan bölümlerin tamamını bir oturuşta bitirdim.


Ancak sürekli sürprizler sunan, kovalamaca sahneleri heyecanlı, karakterleri kara komik, kutu kutu içinde entrikaları bitmeyen bu sıcacık ve sevimli dizinin son bölümü ise zaten bildiğimiz ve o âna kadar tanık olduğumuz sahnelerin ötesinde, muhteşem, bol sürprizli, absürtlüğün zirvesi denecek bir finalle biterek -şahsım için- çok keyifli ve bahse konu durumlarda çekimserlik yoksa da önerilir bir seyirlik oldu.



21 Mart 2023 Salı

Bambaşka Bir Film

Geçen haftayı boş geçen Başka Sinema bu haftaki film için bir ikilem yaşatıyor. Hissim çok sert bir film olduğu noktasında tereddütlü. Çizgi üstü, sıra dışı bir film sanki Asi


... gibi geliyor bana.

Afişten ve bir kaç satırlık, spoiler içermeyen tanıtım yazısından edindiğim his bu ve o an için "Bu kadar sert bir filme bu kadar duygu yerleştirmek ve tüm bu hengâme içinde yine de duygulara ön aldırıp, olağanüstü çatışmaları, gümbürtüyü ve sertlikleri ve din temalı çirkinlikleri sanki arka planmış gibi hissettirerek göze sokmayı başarmak başka bir tat," cümlesini yoruma yanıt olarak kuracağımı ve onu tam da yazının burasına -sonradan-  taşıma ihtiyacı duyacağımı bilmiyorum!

İlk akşamını Fenerbahçe'nin maçı nedeniyle, daha açıkcası kararsızlığımın etkisi ile, işin doğrusu gerilmek istemediğim için erteliyorum.

Tereddütler devam ederken filmle ilgili, pazartesi akşamına netleşiyorum.

İzlemeliyim modum dünyaya dönüyor ve arzum berrak, sinema heyecanı bünyeyi ele almış durumda ve ben, istasyona doğru yürürken buluyorum kendimi.


Gişenin önündeyim.

Klasik sinema alışverişi az önce Migros'da yapıldı.

Benim tatlı gişecim meşgul, eğildiği kutudan muhtemelen bir animasyon için biletle birlikte verilecek 3 D gözlükleri çıkarıyor.

Benden başka kimse yok.

Nerede o kuyruklar diyorum bir kez daha...

Onunla aramız bir nefes mesafesi; izliyorum ve bir süre sessiz kalıyorum.

Sonra bu konsantre haline sesleniyorum; ne aydınlık, ne sıcak gülümseme o...

Ben söylemeden o söylüyor.

"Asi?!"

Kısa sohbet güleryüzlü...

Sinema katındayım ve bomboş. Terasa çıkıyorum.

Geceye dönmekte olan akşamın ışıkları muhteşem.

Tatlı bir soğuk.

Hoş bir manzara, ruhum kanatlı bir keyif halinde...

İçeri geçiyorum.

Kitabımdan birkaç vakit geçirme sayfası okuyorum.

Şimdi promosyon mısırımı alabilirim.

Kodumu gösteriyorum ve hazırlanıyor mısırlarım.

Tam anlamı ile sinema ve onun keyfi kategorisine sıçrayıp, orada bağdaşını kurmuş halde ruhum...

Sevinçli.

Duyargaların tümü keyfe açık.

Sıkı bir film gecesi olacağından eminim.

Bir kaç mısır atıyorum ağzıma.

Ve film afişlerine göz atarak katta dolaşıyorum.

Şimdi salon 6'dayım, D.3'ümle sarılıyoruz birbirimize... Onun üçüncü akşamı, film hakkında bir fikri var, hakkında tek kelâm etmiyor ama aldığım his muhteşem bir film izleyeceğim noktasında bir heyecanı tetikliyor.

Dakikalar geçiyor lakin perdede bir hareket yok.

Vakit tamam ama film başlamadı.

Çıkıyorum salondan. Benim tatlı gişecim kata çıkmış;

filmin başlamadığını söylüyorum.

O telefondayken ben salona geçiyorum.

Bu akşam dört kişiyiz.

Kolamı, havuçlu kekimi, suyumu ve tabii ki beleş mal baldan tatlıdır modundaki mısır paketimi uygun yerlere yerleştiriyorum.

O sırada ışıklar sönüyor ve film başlıyor ki süper bir açılış.

Gecikmenin avantajı ise reklâmların ve fragmanların yayınlanmaması oluyor.


Sonda söyleceğimi başta söylemeliyim,

kararım bu.


Ben bir film izlemedim, bir kez daha perdedeydim.

 
Hayatımda izlediğim en gerçekçi, sert ve acımasız aksiyonlar bu filmdeydi, dersem abartmış olmayacağımdan da eminim.

Coğrafyada olan biteni biliyorum.

Aslında hepimiz biliyorduk; gazete sayfalarından da olsa o şiddeti yaşadık, hissettik.

Hatta hayal ettik.

Ama şimdi?!

O hayal ettiklerimizin vücut bulduğu her şey şu an perdede.

Ve o perde bizi koltuklarımızdan çekip içine de alıyor ama gerçek şu: Biz ne kadar filmin içine çekilmiş olsak da kendi konfor alanlarımızdayız.

Ve suyumuz, kolamız, havuçlu lokmalık keklerimiz, mısırlarımız elimizin altında.

Film sürekli silkeliyor olsa da canımızı yakacak bir acı, bir bıçak, bir kurşun, bir kırbaç değmiyor tenimize.

Ahh filmin Hannes De Maeyer elinden çıkmış ağıt yakıcılığındaki muhteşem müzikleri....

Rap ile bu film nasıl bir araya gelir diyemiyorum ama hastası olmadığım, rast gelmezsem dinlemediğim tarz o kadar yakışıyor ki acının isyanına...

Anlatılamaz!

Ancak yaşanır.

Acımasızlığı bu kadar net ve gerçekçi ortaya koyabilen ve aynı zamanda sevgiyi yüceltmeyi bu denli başaran bir film izledim mi? diye soramıyorum bile kendime...

Bir saniye bile yavaşlamayan, filmden kopmaya fırsat vermeyen, bu olağanüstü ritm tatlı bir işkence!

Kendini hatırlatan yakın tarihli bir gerçeklik; bir anda başlamış, tüm dünya ile birlikte bizi de girdabına almış, sonra da birden hayatlarımızdan ve gerçeklik algımızdan çıkıp, zihinlerimizde yok olmuştu sanki.

Oysa şu anda bir sinema salonunda; bilinç sandıklarımıza gizlenmiş, hepimizi ürkütmüş şeytani o sürecin kilitleri yeniden açılıyor...

Film bitiyor, jenerikle birlikte enfes bir müzik akıyor. İzleyiciler yerlerinden kımıldayamıyorlar...

Ve dört kişilik seyirci kitlesi başta yönetmenler Adil El Arbi, Bilall Fallah olmak üzere, Aboubakr Bensaihi, Lubna Azabal, Tara Abboud, Amir El Arbi özelinde filme sahicilik ve duygu katan tüm oyuncuların önünde saygı ile eğiliyorlar.



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP