Film, afişini gördüğüm anda ilgimi çekmişti. Süre uzundu. Nicolas Bedos tanıdığım bir yönetmen değildi. Sevgili Filmgündemi'ne gideceğimi vurgulayan ve çok da keyif alacağım hissimin altını çizen yorumuma, gülümsemeyle gelen yanıt yaş tahtaya basıyorum düşüncesi yaratmadı değil bende. Ancak hisler benimdi ki bugüne kadar da pek yanıltmamıştık birbirimizi.
İsabelle Adjani dışındaki kimseyi tanımıyordum, belki de hatırlamıyordum. Aslında sinemadan biraz kopmuştum, pandemi yasakları nedeniyle ve hep yazdığım üzere televizyondan da film izlemiyordum. Hayat normale dönüp yasaklar kalkınca da tutabilene aşk olsun beni olmuştum. Ve bu kez cuma gecesi 18:45 seansı için sinemadayım.
Elbette önce Migros ve klasik sinema alışverişi...
Gişe boş, D-3'üm elimde. Genç kızın geçen hafta kullanmama rağmen hâlâ puan param olduğu uyarısına biriksin dedim ve kullanmadım. Biraz teras keyfi ve koltuğumdayım.
O an komşum, engelliler için ayrılmış iki koltuk meselesi ve rampa aklıma geliyor ve görüyorum ki rampa gerçekten yok. Konuyla ilgileneceğim demiştim ve ilgileniyorum; aslında diğer AVM'deki salonu görünce de anlamıştım. Salonun ikinci bir giriş kapısı var ve onlar aynı zamanda yangından kaçış kapısı ve hemen perdenin önündeki geniş bırakılmış düzlüğe açılıyor ve engelli kardeşlerimiz oradan giriş yapıyorlarmış ki bu daha uygun bir durum bence de. Üstelik koltuğa geçmeyi düşünmeyecekler için tekerlekli sandalyelerini park edebilecekleri, önünde bariyer olan yer de ayrılmış.
O halde Paribu Cineverse'lere bir alkış.
Bu akşam beş sinemaseveriz, antrakta kaçımız sağ kalacak göreceğiz.
Ve film başlıyor. Fransız Riviyerası'nda Cote d’Azur'un muhteşem görüntüleriyle başbaşayız... Film müzikleri muhteşem ki bunun altını peşinen çizmek isterim. Yönetmen geçer notu aldı benden, ve görüntü yönetimi ve mekân seçimleri şahane. Yani benim açımdan her şey yolunda. Oyuncu tercihleri açısından da bir şikayetim yok.
Fakat Margo Hansen karakterine bayıldım. Çılgın ama duygusal alt yapısı ile etkileyici bir uçurucu... Tuzağına düşmemek zor. Dolayısı ile ona hayat veren genç oyuncu Marine Vacth'un da... İsabelle Adjani ile epey oldu görüşmeyeli, biraz yaşlanmış. Ama yine de Adjani işte. Alışkın olmadığım bir rolde, bir anlamda yardımcı kadın oyuncu bile denebilir ama başrollerden biri... Belki de ben zihnimde eskittim kendisini ve kaba bir tutumla üzüp, ayıp ettim ve farkına varınca da ayıbın, özür dilettim ukalama... Rolünün hakkını verip gereğini yapıyor elbette, özellikle tiyatro sahnesindeki performansı ve şarkı söyleyişi mihrabın yerli yerinde olduğunun altını çiziyor. Pierre Niney, Adrien Saillard rolünde ve kumpascı, ama bir Margo Hansen değil, zil zurna bir aşık ama.
Maskeli Balo mizah alt yapısı üzerine inşa edilen bir suç filmi. İsabelle'i -biz hep 17 kaldığımız için- belki de başta yadırgadım ki altını biraz önce çizdiğim üzere bu benim ayıbım ama sen de bir zamanlar gençtin, diyerek teselli ettim ki bu tam anlamıyla bardağı kırmak, kaş yapacağım derken göz çıkarmaktı ki gülümseyerek ve büyük bir olgunluk ve öz güvenle utancımın içinden çekip aldı beni.
Françoise Sagan’ın öykülerinden derlenerek Bedos tarafından yazıldığını öğrendiğim senaryoyu beğendim ben, filmin akışını da... diğer izleyiciler de beğenmiş olmalı ki salondan antrakta çıkıp da sayıyı düşüren olmadı. Seks içeren sahneler bol ve cüretkârdı. Filmde mahkeme salonunda yaşananlar ve hayatın normal akışı iç içe geçirilmişti ve bence bu izleyiciyi diri tutmak adına hoş bir senkronizasyondu ve iki farklı andan edinilenleri bulmacanın parçaları gibi film süresince bir araya getirmek keyifliydi. Ve lokanta sahibi Giulia (Laura Maurante) bir entrika kurgulayıcı ve intikamcı kadın rolünde pek tatlı bir şeytandı.
Bir yap-boz tadında, zorlamayan, hoşlukları bol, altını çizdiğim gibi müzik, parti, içki, entrika, aşk, seks, falan filanların ilmek ilmek ve sakince bir araya geldiği bu enfes bulmaca; kafa karıştıran bir çorba olmamıştı ve olan biten keyifle izlenip anlaşılabiliyordu.
Yani en azından ben mutlulukla izledim.
Buna kadınların tarafından bakınca feminist bir film denebilir mi?
Feminist akımın altın çağlarını genç dönemlerde yaşamış biri olarak derim ki feminizm denen şey bir etiketti ve modaydı, geldi geçti. Artık aklı başında kadınlar erkek yancısı değiller; tüm duygusal yapılarına rağmen bir çoğu ayakları yere basan, aşkı da dibine kadar yaşayan güçlü bir hoşluk içindeler.
Ve salondan filmin Anne-Sophie Versnaeyen elinden çıkma enfes müziklerini bitirip çıktığımda tüy gibi hafiftim. Sıkı filmler sürecimin ardından yine sıkı ama eğlenceli bir film izlemek; bir bağın içinde kurulmuş bir restoranda enn bayıldığım kadının gözlerinde kaybolarak çok nitelikli bir şarabı içmek kadar olmasa da... ki bunu hiç bir film başaramaz! Ama o hoşlukta, ayakların yerden kesildiği ve bünyenin hafiflediği, çok keyif aldığı, eğlendiği ve 5 yıldızlık olmasa da güzel bir sinema akşamı için çok doğru bir filmdi, şahsım adına.
Bu halet-i ruhiye içinde yürüyen merdivenleri indim, devam ediyordum ki biri seslendi; sese döndüm ki "Bu akşam yok," diye düşündüğüm, önündeki çocukların koltuk seçmesini bekleyen çok tatlı gişecim; döndüm ve koştum demeyeceğim tabii ki, çünkü yok öyle bir şey; uzaktan el sallaştık ve seslendik birbirimize.