18 Kasım 2022 Cuma

Leyla

Onunla tanışmamız Sevgili Şule sayesinde oldu. Punto'dan bahsettiğim yazıma yorumunda şöyle bir cümlesi vardı: "Biz son zamanlarda 'Leyla'ya' dadandık. Denemediyseniz, bir tadın derim,"

Bir yaz akşamıydı ve penceremden içeri deniz giriyordu.

Tetiklenmiştim ve serin bir şarap çekmişti canım.

Hissiyatımı da şu cümlelerle dile getirmiştim: "Saat 21'e yaklaşırken bir kadeh Leyla'yı üzerini kapatarak buzdolabına koyuyorum. Midyeler dolapta zaten. İdeal serinliğe ulaştığında ikisini birden çalışma odasına taşıyor, müziğimi de açıyorum. Bloglarda vakit geçirmeyi istiyorum. Leyla'yı bir süre seyrediyorum. Renk ve saydamlık beni benden alıyor. Çalkarası roze için kalifiye bir üzüm. Kendisiyle anlaşacağımızı düşünüyorum. Bir one night stand olmayacak bu... kesin."*

Bu arada tarih 2021'in Haziran'ı!

Şarabın fiyatı 30TL bandında!


Bundan yaklaşık iki hafta önce enfes bir film sonrasında şöyle bir an yaşıyorum: Filmdeki şarap mı tetikledi bilmiyorum, dolaba atıp soğutacağım bir beyaz şarap hayal ediyorum. Sanırım bunun nedeni filmdeki şişe değil çünkü onu hayal bile edemem. Doğrudan şarap reyonuna yürüyorum. Genç bir çift kırmızı şaraplara bakıyorlar, bir karar veremiyorlar, çok tatlı bir acemilikleri var. Gülümseyerek katılıyorum onlara ve çok tatlı bir sohbet gelişiyor aramızda.

Biraz da filmin gazıyla o akşam için niyetlendiğim markamsa net, onu bizim mahalleden almak kararıyla atlıyorum trene. İstasyondan direk Migros'a yürüyor, Leyla ile el ele tutuşuyor, eve gelir gelmezse dolaba, buzluğun hemen altındaki rafa yatırıyorum onu... ve bir de kadehi.

Vakit geç oluyor. Üç gün sonra, alıyorum dolaptan ve açıyorum şişeyi. İdeal serinlikteki şarabı kadehe koyuyor onu odama götürmek üzere ayırıyor, mantarla yeniden kendi dünyasına hapsettiğim Leyla'yı da görüşmek üzere, diyerek dolabın orta raflarından birine bu kez dikey yerleştiriyorum.

Blogları dolaşıyorum. Yatağa uzanmış, sırtımı iki yastığa dayamış, bir yandan da müzik dinliyorum. Ay ışığı odamda tur atıyor ve ben yazılara kapılmış giderken zaman akıyor. Bir an dikiliyor ve Leyla'yı ihmal ettiğimi fark ediyorum ve uzanıp parkelerin üzerinden alıyorum kadehi. Önce bir kokluyorum ki miss. İki yerli ve milli üzüm, Sultaniye-Emir birlikteliği muhteşem, renk âlâ ve berrak. İlk yudumu aldığımda yazılara kapılmış gitmiş ben yüzünden, sanırım en az 15 dakika geçmiş durumda, bu şahane bir keşif oluyor ama! Şarap ilik gibi akıyor, yeterince nefes almış ve keyfi yerine gelmiş olmalı ki damaktan başlayıp genizden geçerek aldığı yol şaşırtıyor beni...

Müthiş bir lezzet.

Şişelerin ilk açılışları sonrasındaki sabırsızca içilişler anında genizde hissedilen yakıcılık kayıp, sanki çok çok özel bir şarap bedenimi dolaşan.

Bayılıyorum. Balığa çok yakışacağını düşünüyorum.

Ve bravo bana ki şişenin dibini bulmayıp, bir kadehi zamana yayıp, keyifli okumaların ardından enfes bir uykuya gidiyorum. Ve üç dört gün sonra hep tek kadehle ve eşliksiz bir keyifle dibini bulunca şişenin, söz etmeliyim Leyla'dan diyerek fotoğrafını çekiyorum.



Bu arada memleketin hal-i pürmelali için tarihe not düşmeden geçemeyeceğim üzere şarap 99 TL'lik bir fiyata ulaşmış durumda, bir yıl önceki ile kıyaslayınca inanılır gibi değil.

*Roze Leyla içinse buradan lütfen .

Sevgili KuyruksuzKedi'nin Leyla öyküsü için de buradan lütfen

17 Kasım 2022 Perşembe

Yaşatanlara Selam Olsun-1



adam,

sessiz bir tebessümle "galiba," dedi...



kalktı yürüdü...



elleri tebessümde, camın önünden dışarı baktı...



dün akşam gün batarken birer bacaklarını odun çıtırtılarının yanındaki kanapeye çekmiş yüz yüze otururken; sağ elinin dört parmağının usul bir temasla kavradığı boynun kalp atışlarını duydu;

avucundaki yanağın nefesini hissetti...



baş parmağı yanaktan kulağa doğru hareket ederken,



gideceği yeri bilen öpücüğü düşündü....



alev alev güldü.



2008

14 Kasım 2022 Pazartesi

Ey Erkekler, Kadınlar Gümbür Gümbür

geliyor, diyorum ya hep,

o bakımdan yani!

Ayaklarınızı denk alın!!!



Tıpkı eski zaman sinemalarındaki gelenek gibi İki film birdenli gün planım var. Filmgündemi'nde Klondike'ı gördüğümde çok gaza gelmiş ve şöyle bir yorum yazmıştım: "Klondike kesin izlenecek bir terslik olmazsa... Tamirhane de afiş asıldığından beri ilgimi çekiyor, duruma göre çifte kavrulmuş yapabilirim."

Evden bu fikirle çıkıyorum, öncesinde Şehir Müzesi'nde geçen hafta ertelediğim kapuçino hayalim var. Tren sakin, bir an maçın burada olduğunu düşünüyor, dönüş kalabalığı için endişe ediyorum. Ancak evden nispeten geç çıktım ve iki film birden yaparsam Müze Kafe'yi iptal etmem gerek.

Bu ikilem yol boyu kafamda dönüyor.

Hava yine muhteşem.

Yapraklarda ise sonbahar renkleri...


Cumhuriyet Meydanı'nı geçiyoruz. İkilemi henüz çözmüş değilim, derken içimdeki cevval olaya el koyuyor ve kararı netleştiriyor. Bu da aslında benim işime daha çok geliyor; Gar İstasyonu'na yaklaşırken ayaktayım ve iniyorum. Onca yıl sonra, ve son bir ay içinde ikinci kez Milano Pastanesi'ndeyim. "İki kesme lütfen."

Sonra ilave ediyorum, "Şehirdeki en iyi kesmeyi siz yapıyorsunuz."

Uzun yıllar önceden bir sevgili giriyor zihnime. Çok keyifli, heyecan verici ve coşkulu bir ilişki. 23 yaşında iki genç, kadın olanı İzmirli; taze bir İngilizce öğretmeni, üstelik tanışma kısmı kesişmeleriyle birlikte senaryosu sağlam bir film kadar ilginç.

O yıllara gidiyorum yürürken... Dışarıdan biri gibi hayatıma bakıyorum, bir kısa özet sunuyor zihnim bana...

Kesmelerle kitabım sırt çantamda, birlikte giriyoruz müzenin kadim ağaçlarla dolu bahçesine... Anıları şöyle usulca, incitmeden kenara bırakıyor ve o ilişki üzerine, Ne Güzeldi Oysa O, yazısı yazmayı hayal ediyorum.

"Bir kapuçino lütfen."


İlk öykü beni benden almış durumda. Gümüşsuyu, Rus Lokantası, gazete bayi, otobüs yazıhaneleri, sık İstanbul gidişleri ve Samsun dönüşleri için beklenen Ulusoy'un terminali ve tabii ki çift katlı Neoplan'larla birlikte bir başka keyif yılları... Ben kapuçino ve kesme ile bir anda kitabın dünyasında kaybolmuşken, önce çıktığı sandalyenin üzerinden kafasını uzatan, sonra bu adamla anlaşılabilir, diye düşünüp masanın üzerine çıkan, sonra kokladığı küllükte sigara emaresi bulamayınca beni güvenilir bulup masanın üzerine konuşlanan kankama ikramlarda bulunuyorum lakin o kesme ile pek ilgilenmiyor. Boynundaki kırmızı kurdeleye geçirilmiş kolyesi de pek şık.


Kitabı istediğim ikinci kapuçino ile birlikte bitiriyorum. Ödememi yapıp teşekkür ediyor, bu kez diğer kapıdan çıkıyor, Gar İstasyonu'na doğru yürüyorum ki filme üç saatten fazla süre var ve ben yanıma ikinci bir kitap almamış olmanın pişmanlığındayım.

Gar İstasyonu'nun sırtını dayadığı parkta biraz oturuyorum. Perona geçip treni bekliyorum. Bir durak geçip iniyor ve AVM'nin döner kapısının ardından güvenlikten de geçip Migros'a klasik sinema alışverişi için dalıyorum.

Kasadayım ve önümde bir hanımefendi var. Ürünlerinden biri indirimde lakin onun da Migros kartı yok. Kasadaki genç kadına "Benim kartımı kullanabilirsiniz," diyorum, hanımefendi teşekkür ediyor...

Paris Saint - Germain Academy etkinlik bölgesine bir mini futbol sahası kurmuş,  kızlı erkekli minikler, genç antrönerler nezdinde antreman yapıyorlar. Çok hoşlar ve bir süre izlememde sakınca yok, ayrıca vakti bozuk para gibi eksiltmem gerekiyor.

Şimdi sinema katı, gişenin önü ve genç kız. "Klondike," diyor, çok tatlı gülüşü ile; "Nasılsın?" diye soruyorum. D-3 biletim elimde. Kullanmadığım bir sürü kazanılmış promosyonum var ve onlardan birini kullanıyor, mısırları kapıyorum.

Ve teras; hava pırıl pırıl. Manzara zaten hep enfes.


Zamanı terasta güzel harcıyoruz, biraz da içeri geçip fuayede oturuyor, bizim filme girecek karakterleri anlamaya çalışıyoruz. İçeri alınma başladığında da bunda bayağı isabet kaydetmiş olmanın sevincini yaşıyoruz ki sayıca da fena değiliz. 20'yi bulmuş gibiyiz.


Reklamlar, o bu şu derken film başlıyor. Görüntüler beni benden almış durumda çünkü her biri özenle çekilmiş fotoğraf tadında. Yönetmen Maryna Er Gorbach izlediğim ilk filmiyle ve ilk kareleriyle bir mesaj veriyor; beni izlemeye devam edin! Bir köydeyiz ve iki kahramanımız var: Karı ve Koca. Uzun bir süreyi onlarla geçiriyoruz. İnceden bir mizah var; gergin filmi yumuşatıp sevimli kılıyor. Derken televizyon ekranında bir facia. Donbas'dayız, Ukraynalıyız lakin Ruslar'la işbirliği içinde ayrılıkçılar da var, arkadaşlarımız. Şimdilik bunlar bir kenarda durabilirler, biz Irka (Oksana Cherkashyna) ve Talik (Sergiy Shadrin) ile minik köyümüzde ineğimiz ve tavuklarımızla günlük rutin hayatımızı yaşayabiliriz derken, Irka, kanımız canımız Donbas'ımız ve Ukrayna'mız, diyor ve endişeli... Kanıyor.

Bizim 6 numaralı salon ise an itibari ile sessiz, filmden hoşnut olunmadığını hissediyorum. İzleyicide bir hayal kırıklığı var ve bu salona hızlı bir bulaşıcılıkla yayılıyor. O zaman çoğunluk psikolojinden yola çıkarak bende bir sakatlık var diye düşünmeye başlıyorum. Oysa ben çoktan  kadın oyuncuyu görür görmez filme bayılmış, bitmiş durumdayım. Hakeza Talik de tatlı adam, radikal bir tutum içinde değil daha pragmatist. Irka tepki verse de Talik'e onu anlıyor, varlığından mutsuz değil, izleyici de eminim ki sempatik buluyor.

Önümdeki çok tatlı, çok genç sevgililer telefonları ile oynamaya çoktan başladılar, sol arka çapramızdaki, fuayede biraz sohbet ettiğimiz anne oğul büyük olasılıkla çıkacaklar. Sayının onlarla sınırlı kalmayacağını da hissediyorum. O sırada ilk yarı pat diye bitiyor, bir an zaman ne çabuk geçti, diye düşünüyor, sonra iki saatlikti film diyor, reklamları düşüyor kalan süreye bakıyorum ve hesap ettiğimde filmin ilk yarısının bir saati bulmadığı sonucuna varıyorum.

Kestiler filmi sanıyor, sinemayı yazımda yerden yere vurmayı planlıyorum. Müthiş bir kızgınlık var içimde. Oysa nasıl bir keyifle seyrediyordum.


O kızgınlıkla çıkıp yemeğe gitmiyorum tabii ki. Cebimde sinemadan verilmiş, Baydöner'de kullanacağım bir indirim kuponu var, üstelik %20 oranı hiç fena değil. Bayıldığım filmin ikinci yarıda  tırmanacağından neredeyse eminim; o halde sinema sonrası bir keyif mutlak.  İçimden yönetmene ne övgüler diziyorum. Simgesel vurgularına hayranım. Alt yazılardaki hangi dilden olduğunu belirten, aslında ayrımcılığa ve asimilasyona vurgu yapan eklemelere bayılmış durumdayım.

Kadın eli değdiği nasıl da belli!

Filme katılan çok özel yurttaşlık bilinci, kadın duyarlılığı, olan bitene isyan, bilinçli bakış ve vatanseverlik sosları o kadar lezzetli ki çoktaaan beni ele geçirmiş durumdalar. Kalbim Donbas olayları sürecinde de şimdi de onlar için atıyor. Rus, Çeçen işbirliği ve yerli işbirlikçilerin çevirdikleri dolaplar üzerinden oluşmuş birikimim üzerine ise aynı zamanda senaryoyu yazan Maryna Er Gorbach, bu filmle bir kat daha çıkıyor.


Derken daha aksiyonlu muhteşem bir ikinci yarı başlıyor.  İlk yarıda verilenler biraz daha olgunlaşıyor.  Fikir sahibi yapıyor. Altını çizdiği bir önemli nokta da var aslında: Ortaya koyduğu sorunların dünyanın farklı coğrafyalarında yaşandığının altını da çizmiş oluyor.

Ve bence düşünen izleyiciyi bir adım daha ileri taşıyor ve evrensel bir mesajı, süper güç olarak adlandırılan ülkelerin birbirinden farkı olmadığını, küçükleri baskılayarak ciddi bir asimilasyon makinesinde kıyma yaptığını çok güzel bir sinema diliyle ve karakterlerle dünyanın gözüne sokuyor.

Bense olağanüstü bir tatla koltuğuma yaslanmışken Edebiyat Hocam'a bir kez daha şükranlarımı yolluyorum. Giriş, gelişme, sonuç üçlüsü ne kadar işe yarar bir bilgi olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.  Erken çıkanlar için çok üzülüyorum. Bütün soruları yanıtlayan müthiş bir ikinci yarı ve filmin simgesel vurgusu olağanüstü, geniş planları muhteşem, sinema dili dinamik ve güzel oyunculuklarla tatlanan muhteşem finalinde koltuğumda çakılıp kalıyorum.

Biz salonu terk edenlerden arta kalan dört kişi toparlanırken, benimle aynı sırada oturan genç adama soruyorum: Filmi beğendin mi? "Beğendim," diyor. Ön sıramdaki daha genç ve çok tatlı çifte soruyorum ki tahminim var aslında, telefonla oynadıklarını fark ettiğimden beri... Beğenmediklerini söyleyerek, gülümsüyorlar.

Olağanüstü bir finalle taçlandırıyor filmini Maryna Er Gorbach. Oksana Cherkashyana'nın oyunculuk performansı son sahnede doruk yapıyor. Irka'nın verdiği mesaj muhteşem... ve göz yaşartıcı!

 

9 Kasım 2022 Çarşamba

Duyanlara Duymayanlara Duyuruyorum

Adını hep duyardım.

Onu yeni yetme yazarlardan sanırdım.

Çok rastlaşırdım ama pop kültür ürünü öngörüsü ile burun büker, uzak dururdum.

Oysa bilirdim ki Enn Sevdiğim Kadın, okuyor ve seviyor.

Benim yolumsa bir türlü kesişmiyor.

( O ise, bir pusudan izlemekteymiş beni...)

Kullanmaya pek bayıldığım "Bekler her şarap belli bir anı," tekrarlarımı duyar, kıs kıs da gülermiş.



Demek ki  bazı yazarlar da beklermiş belli bir ânı...

Geçenlerde Apo ile sohbet esnasında yazar Akın Akan ile tanışınca ve onun kitabını almaya karar verince... Kargo bedava için de 75'TL'lik limit söz konusu olunca... Üç ince kitap ilave ediyorum listeye; kitapseverler tarafından tanınan, bilinen üç kadın yazara aitler ki biri taze Nobel'li.

Elimdeki kitap bitiyor. İnce bir şey okusam tembelliği ile hâlâ ara sıcak muamelesi yaptığım Melisa Kesmez'in dumanı üstünde, rafta taze kitabını alıyorum okunmayanlar hanesinden, getiriyorum yatağıma.


İlk paragrafı daha bitirmeden  hüüüpppp diye çekip, andan koparıp, taşımasın mı beni öykülerin içine...

Bayım bayım bayılmayayım mı ben cümlelerine...

Bir solukta bitiriyorum, gün ışığına henüz ermeden.

Ukalama sırtımı dönüyorum.

Hep senin yüzünden, diyor, suçu ona yükleyip kendime yine toz kondurmuyorum.

Duyduk duymadık demeyin dostlar!

An itibariyle bir Melisa Kesmez hayranıyım!


7 Kasım 2022 Pazartesi

Manyaklı Filme Bayılan Ben Manyağı

Bu kez biraz yavaş hareket edince film öncesi ritüellerim için acele etmek zorunda kalıyorum. Hava, güneş, onun pek hoş ışığı ile parlayan cumartesi bana dönüp topluca "Hadi bugün de iyisin," diyorlar. Tren de elinden geleni esirgememiş, fazla yolcu almamış ve gayet sakin. Doğal olarak kafamda keyif planları dönüyor. Bir an Şehir Müzesi'nde insem, ağaçlar altında bir masada kapuçino içsem diye aklımdan geçiriyor, hatta kendimi orada bir masada görüyorum. Beyindeki arşiv boş durmuyor ve o anlarımdan birini hafızasından çıkarıp damağıma, oradan da bütün bedenime hissettiriyor. Kararlı gibiyim ama saate de sormam gerek, onun fikri daha önemli. Gözlerinin içine bakıyorum ancak o "Yemekte harcadığın vakitle kahveyi kaçırdın," diyor ve buna izin vermiyor.

AVM'ye bir kaç durak var; saate tekrar bakıyor ve hemen yeni bir plan yapıyorum. Çünkü, bugün tren saati denk getiremedi ve film öncesi boşluğun az olmasının sorumlusu ilk anda o gibi gözükse de, ona asla kıyamam. Elbette ki bu düşüncelerimi ona hissettirmiyorum. O benim can dostum, gecikmenin sorumlusu asla o olamaz, biliyorum. Geliş yönündeki yolcu yoğunluğundan kaynaklı bir gecikme olduğundan eminim.

AVM'ye giriş yaptığımda ise saat 16'yı buluyor. Filme 20 dakika var ve iki ayağım bir papuçta, klasiklerim için Migros'a uğramam lazım lakin onda da cumartesi yoğunluğu.

Klasiklerimden minicik susamlı simit krakerleri ve klasik çikolatamı yiyemeyeceğimi düşünerek almıyor, ama ısrarlarına dayanamadığım bir başkasını hızla alıyor ve kasa sırasında buluyorum kendimi; kuyruğa bakınca ise bir an elimdekileri bırakıp çıkmak geçiyor aklımdan çünkü daha biletimi alacağım.

O sırada yan kasalardan birinin bu anayol kasasına göre sakin olduğunu görüyorum ve hemen oraya sıçrıyorum ki oh ne âlâ. Dört kişi var ve ellerindeki ürünler ben gibi hafif şeyler.

Ödememi yapıyor ve sinema katı için yürüyen merdivenlere adımımı atıyorum. Gişe boş ve aldım biletimi ve attım kendimi terasa ancak filme de çok az süre var. Bir an filmi izlerken yesem bunları diye düşünüyorum, sonra "Albeni Albeni," diyerek almam konusunda çok ısrar eden Albeni nedeniyle bundan vazgeçiyorum: O, bize bugünlük katıldığı için hep böyle yapıyoruz diye düşünebilir, neden teras keyfi yapmıyoruz diye de eleştirebilir, o bakımdan.

Artık salona bir girsem mi ha, ne dersiniz?


Salon bugün gözlerimi yaşartıyor. İlk kez bu kadar kalabalığız. Grubun en önünde oturduğum için yine kendimi tek gibi hissediyorum. Bu, salonu kapatmışım hissim açısından iyi oluyor.

Ve film başlıyor.

Coğrafya benim coğrafyam. Bir restoranda, Signe ve Thomas ile tanışma faslındayız. Bir şarap istediler ki güzel bir seçim. Fiyatını sordular, âlâ. Garson söyleyince ben şöyle bir dikeliyorum. Sonrasıysa alem! Bu arada tanıştırayım, Signe (Kristine Kujath Thorp), Thomas ise (Eirik Sæther). Yönetmenimiz Norveçli Kristoffer Borgli ki kendisini filmde de oyuncu olarak bir sahnede görüyormuşuz.

Signe tatlı bir abla. Gayet makul, aklı başında, şirin, sevimli bir kişilik. Açılış sahnelerinden izleyicilere yansıyan bu. Hatta cümleten görücü olup bu hanım kızı tüm izleyiciler olarak anne babasından gişedeki yakışıklı delikanlı için isteyebiliriz; o kadar hanım hanımcık, aklı başında ve sakin. Thomas'sa hayta, pek güvenilir biri değil, biraz narsist olabilir, çantalara cüzdanlara da dikkat etmek gerekebilir. Bana hiç güven telkin etmediği için cüzdanımı sağlama aldım. İlk izlenimler önemli tabii ki. Sonrası bizi bağlamaz ancak Rabbim sahiplerine bağışlasın deyip biz izleyiciler olarak aradan çekilip, sonrasında olan biteni şaşkınlıkla ağzımız açık olarak ve Rabbim beterinden korusun diyerek izleyebiliriz.

Filmde güneşi göremiyoruz ama olsun. Özellikle bana uyar, sonuçta bir kuzey manyağıyım. Mobilyalardan çevreye, mekânlardan bağ bahçelere kadar kuzey. Sonuçta ben de kendi ülkemin kuzeylisiyim, kan çekmesi normal.

Velhasıl filmden mutluyum, ilk anda kaynaşmış durumdayız. Bir ara, ikinci yarı salon nüfusunda bir azalma olur mu, diye, diğer seyircilere yönelik küçümseyici bir tavır sergiliyorum. Antraktan sonra ise golü kendi kalemde görmek bir ukala olarak mutsuzluk verse de şahsıma, bukalemun özelliğimi kullanıp edepli bir sinemasever oluyor ve mevcut durumdan memnuniyet duyuyorum.

Sonra Signe abla'nın içinden başka bir abla çıkıyor. Ciddiyetli bir durum ama film bu durumu çok tatlı bir mizahla pek güzel anlatıyor. Thomas bir sanatçı. Kötü bir alışkanlığı var, bunu bilinçli de yapıyor ki bu kısım konusunda bir görüş beyan etmek istemiyorum; filmi izleyenler olur, diye. Ama Signe abla her sahnede rolünün hakkını verdiğini ve bundan keyif aldığını ve keyif verdiğini bu izleyiciye hissettiriyor. Ve "Ben geliyorummm," diye bağıran bu genç oyuncu Kristine Kujath Thorp -kişisel- görüşüm olarak bağırtısının altını bana da kalın kalın çizdiriyor.


Sonuç olarak beklentileri karşılanmış, yan rolleri çok beğenmiş, kadın oyuncuya ve başka karakterlerdeki oyunculara da bayılmış, yönetmenin ciddiyetli bir meselede mizahı bu kadar başarılı kullanışını alkışlamış, bunun yanı sıra kuzey havası tadında ve tonunda akan filmde aradığı her şeyi bulmuş mutlu biri olarak yine de şiddetle öneririm diyemiyorum ancak filmden çok keyif almış bir amatör olarak konuyu, mizahın kalitesini, oyunculukları çok beğendiğimin altını bir kez daha kalın kalın çiziyorum, çünkü; o kadar çok sahne, an, diyalog, olay ve karakter var ki zihnimde...

Ve elbette Signe'ye yapılan makyaj meselesi!

Filmdeki şarap mı tetikledi bilmiyorum, dolaba atıp soğutacağım bir beyaz şarap hayal ediyorum. Sanırım bunun nedeni filmdeki şişe değil çünkü onu hayal bile edemem. Doğrudan şarap reyonuna yürüyorum. Genç bir çift kırmızı şaraplara bakıyorlar, bir karar veremiyorlar, çok tatlı bir acemilikleri var. Gülümseyerek katılıyorum onlara, fiyat aralıklarını fark etmiş durumdayım. Diyorum ki Buzbağ Öküzgözü'ne uzanarak, "İsterseniz bunu alın, üzümü çok iyi tanıyorum, ata yöremizin, bağdan toplayıp tatmışlığım var ve bu ülkenin Tekel tarafından üretilen çok kıymetli bir markasıdır ki satın alan şirket de güvenilirdir. Yalnız bir süre havalandırmanızı öneririm." Hâlâ karar vermiş değiller, sanırım Vinkara'nın etiketini sevdiler, genç kadın onu elinden hiç bırakmıyor. Ben son cümlelerimi kısa kesip onları son kararları ile başbaşa bırakıyorum: "Aslında Boğazkere-Öküzgözü kupajı sizin için daha ideal lakin rafta yok. Mesela şurada bir şarap var," diyerek Consensus'ları gösteriyorum, "muhteşemdir ama bundan 4-5 yıl önce o şarabın iki şişeşini, şarabın bağındaki restoranda o fiyata içmiş ve üstelik eşlikçilerinin tadını çıkarmıştık, şu an fiyatı daha çok da onu günahkâr kılanların ideolojik bakışından kaynaklı olarak yükledikleri vergilerden dolayı can yakıcı!"

Elbette bu genç çiftte kendi emekleme dönemimi görüyorum, ve çok tatlılar ve hâlâ kararsız.

Filmin gazıyla niyetlendiğim benim markamsa net, onu bizim mahalleden almak kararıyla trendeyim. Eve gelir gelmezse dolaba atıyorum Leyla'yı bir de kadehi, soğusunlar diye. Ona eşlik etsinler diye seçtiğim peynir ağırlıklı krakerleri ise yatak odamda saklıyorum. Bugün üçüncü akşam olacak. Henüz açmadım. Fiyatı 100 TL'nin altında. Filmden alınmış tatlarsa hâlâ sürüyor.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP