18 Temmuz 2022 Pazartesi

Nerede O Eski Bayramlar

Bayram müjdesi, İstanbul'dan dönen kardeşin Tırtıl denetiminde gittiği tahlilden çıkan sonuç neticesinde anlaşıldığı üzere C-19'la aralarında bir kankalık ilişkisi kurulmuş olmasıydı. Muhtemelen uçakta ya da havaalanında bulaşmıştır diye düşündük. Nedense gittiği düğünde olabileceğine pek ihtimal vermedik. Oysa düğüne ben de davetliydim ama hediyemi onla göndermiş, gerisini telefonla halletmiştim. Acaba bir kez daha mı sıçradı çekirgem, diye düşünmekteyim!

Onun önceden ve telefonla hallettiği kurban işi doğal olarak bana havale oldu. Araba kullanmakla vedalaştığım için direksiyona Tırtıl, co-pilot konumuna da ben geçtim. Biraz izledim ki bizim oğlan fena değil, hatta umduğumdan da iyi lakin araba da otomatik, diye düşünerek yine de geçer not verdim. Ve navigasyondan da destek alarak vardık köye.

Oysa eskiden olsa babıda (babannem) ile ben hayvan pazarına gidecek, babıda satıcıların homurtuları arasında hayvanları seçecek ve kesinlikle koç olacaktı alınanlar.

Pazarlığa damardan girişecek, el sıkışılacak, uzun süre kollar sallanacak sonuçta satıcı pes ettirilecek ve muhasip olarak ben de babamdan teslim aldığım paraları ödeyecektim. Sonra bagaja yerleştirilecek koçları eve getirecek ve kocaman bahçeye salacaktık. Bir iki gün de olsa onlarla sohbet edip vakit geçirecek, isim takacak, birbirimize alışacaktık.

Kesilmeleri üzse de bunu yaşamın bir gerçeği olarak kabul etmeyi çoktan öğrenmiştik.

İşin bir başka hoş tarafı daha vardı. Uçaklardan atılan mesaj kağıtlarını toplamak. Türk Hava Kurumu'nun uçaklarından atılan... Ve her koşulda, kapıya kim dayanırsa dayansın ekarte edip hayvan derilerini kapı teslimi yapmak üzere Türk Hava Kurumu'na götürmek ve bundan ekstra bir keyif almak.


Evi bulmamız zaman alsa da, Mamur Dağı'nın eteklerindeki Çukur Köyü'nün sokaklarında biraz uğraşsak da olay yerine varıyoruz. Büyük baş hayvanda hisseye girmişti kardeş lakin karantina nedeniyle evde kalıp gelemediği için de vekaleti bana vermişti.

Hayvanların sahibi ve kesecek olan bir oto tamircisi, bir usta daha var orada ve beni onunla da tanıştırıyor. Sektör üzerine konuşuyoruz. Çocukluğumdan başlayarak, onun adlarını bile duymadığı efsane karakterleri sıralıyorum. Elbette iş ahlakını, usta çırak ilişkilerinin ve de taze ustaların kendilerini yetiştirenlere duydukları saygıyı falan da ekliyorum uzun ve çok keyif aldığını hissettiğim sohbete. Usta şaşkın. Şu an bunları anlatabilecek bir ikinci kişiyi bulman çok zor diyerek kıymetlerinin altını çiziyorum. O yaşıma şaşırıyor. 6 yaşımda adım attım diyorum ve ne güzel ki efsaneleri gördüm ve yedek parçacıların en efsanesi de sünnetimizde kirvemiz oldu bizim.

Derken kesim için bizim hayvan calaskalın altına getiriliyor.

Teknoloji diyorum.


Vekaletleri veriyoruz ve kesim tekbir eşliğinde başlıyor. Ortam çok güzel, yokuş aşağı bir köy, adını da oradan alıyor ama dağa göre çukurda olsa da bulunduğu nokta itibariyle bayağı bayağı dağ eteği... Tırtıl bakamıyor. Olay yerinden uzaklaşıyor. Ben kaşarlanmışım sonuçta, kesimi baştan sona izliyorum.

Çok güzel kızlar var, evin kızları, 16-18 arası yaşlarda ve kumraldan esmere bir skala. O sırada bir zaman yolculuğu, Babannem sahne alıyor, benim 18'li yaşlarım, kadınlarla diyaloğa gireceği kesin, alttan alta yoklayacağı da... Ben şu desem kesin orada işi bağlayacak, o nedenle şakasını bile yapmıyorum.

Tırtıl kesimden sonra sahaya yanaşıyor, gözüme kestirdiğim, gerçekten çok beğendiğim bir kız var. Üstelik saç renginden ve gözlerinden yola çıkarsam ki öyle yapıyorum, kesimi yapan ustanın kızı olduğu kesin. Tırtıl'a "Şu kız çok güzel değil mi?" diye soruyorum. Evet, diyor, amcana söyleyip işi bağlatalım diyorum. Gülüyor. Çünkü babıdanın tavrını taklit ettiğimi anlıyor.

Hızar makinesine benzer bir alet var. Etleri sıyrılmış göğüs kafesleri onunla kesiliyor. O süreçte biraz dolaşıyorum. Semaverde odun ateşi. Miss gibi çayların habercisi.


Kazlara doğru yürüyorum. Minikleri etrafta oynaşta. Tavuklar ve civcivler dönüş yolunda, onlar yoldan sağa kıvrılıp kaybolurken avare bir civciv bir anda görmeyince ailesini panikliyor ve aranmaya başlıyor. Çok tatlı bir panik ve sürekli sesleniyor. Aradığı bir ses... "Hey yanlış yerdesin!" diye sesleniyorum. Kesim alanına geliyor çünkü ben oradayım. Aramızda zor da olsa bir yakınlaşma oluyor. Kalkıyorum, o da peşime takılıyor. Seslere yaklaştık, sağa kıvrıldım mı tamam. Duruyorum, ailesini bulduk. Teşekkür ediyor, vedalaşıyoruz.


Çayı "gelinim" getiriyor. Oğlana aynen bu şekilde anlatıyorum. Bunun da bir canlandırma olduğunu anlıyor. Ahh diyorum talihsizler, Babıda'ya yetişmeniz zordu ama anneme yetişebilirdin ki babıdadan sonra tüm anlatıklarım onun işiydi.


Şu anla geçmişin farklarından yürüyorum. Hayvan evden epeyi uzakta kesildi. Parçalandı ve etler kuşbaşılara varana kadar düzgünce kesilip poşetlendi. Her şey torbalarda.

Oysa küçük baş hayvanlar olacaktı. Bizle bir kaç gün vakit geçireceklerdi, sonra yıllardır aynı olan kasap gelip kesecekti. Babıda ve anne onları yiyeceklerimiz ve dağıtılacaklar olarak parçalatacak, bize kalanları da planlarına göre doğrayacaklardı. Annem mutfağa geçecek, kavurmayı yapmaya başlayacak, sonra kuyruk yağının kuşbaşı kesilmiş halini tavada kıkırdak haline getirecek ve sonraki günlerde, miss gibi tereyağı eritilmiş minik tavada o kıkırdakların üzerine yumurta kırarak bizi zevkten öldürecekti.

Bir bayram sofrası klasiği olarak kavurma sofrada olacak elbette, gelinler salataları yapacak, masayı donatacaklardı ve elbette ekmekler kavurmanın tencerede kalan yağına batırılacak ve Selahattin amcamlar ve dört erkek kuzen, Enver amcamlar ve iki kız kuzen, halamlar ve iki erkek kuzen sözün hiç eksilmediği o sofrada imrenilen aile olmanın tadını çıkaracaklardı... Annemin yufkalarını kendi açtığı enfes baklavası ve dolangeri ile de dibine vuracaktık hayatın. Elbette el öpmelerin her birinde verilecek bayram harçlıkları kağıt paralardan olacaktı. Ve elbette şımşıkır bayramlıkları ile ufaklıklar arada bir  ceplerinden çıkarıp sayacaklardı paraları.


Etlerle dönüyoruz eve. Covid'li şef maskesiyle. Biz de takıyoruz eve girmeden ve etleri şefe teslim ediyoruz. Bir süre sonra arıyor, kavurma hazır. İnip alıyorum. Enfes. Babıda ve annemi asla aratmaz bir beceri... Lakin ıssızlık! Ziyaret etmek için gideceğimiz, ahşap konaklarına ve kocaman bahçesine bayıldığımız Firdevs Hala ve Şişko Enişte yok! Babamın ilk ustası Ayı Mahmut'un zarif kızı Leman Teyze ve bayıldığım ahşap evleri yok. Mevlüt Enişte ve Remziye Hala, dolayısıyla onun dillere destan tatlıları yok... Kapıları çalan, sokağa çıkar çıkmaz da topladıkları paraların hesabını sevinçle yapan mahallenin çocukları yok...

Yani kısaca ve öz: Nerede o eski bayramlar...

7 Temmuz 2022 Perşembe

Ekonomi Tıkırında*

1 ağustos 2021

İskele'den çıkınca rotam belli olmuştu: Kahve Dünyası. Madem niyetim dondurmaydı ve geçen gün onların da dondurma yaptıklarını görmüş, bir an endüstriyel tadından ürkmüş olsam da şimdilerde hep endüstriyeliz zaten rızası göstermiş, sonra da demiştim ki: "O halde kitabımı orada okuyabilirim." Girdim. "Dondurma lütfen," dedim. "Topu 6 TL." dedi genç kız. Bir an bir top için 6 TL. fazla geldi ama kısmen de olsa zeki adamım; büyük mü küçük mü toplar, diye sordum ki büyükmüş. Hayalimde çocukluk dondurmaları var; vişne, limon ve vanilyalı sipariş ettim, porselen kasede hazırlandı ki toplar gerçekten büyük. Masaya döndüm, kitabımı açtım, okuma gözlüğümü çıkardım ve yazı için fotoğrafı çektim. Sonra vişnelinin tadına baktım ve gittim. Nerelere?..


5 Mayıs 2022

Hamdolsun dondurma sezonunu açtım. Bayramdan önce, turlarken bir gün, kahve fikriyle girip Kahve Dünyası'na, dondurma keyfiyle çıktım. Üç top dondurmaya ödediğim para* el yaksa da içimi yine de serin tuttum. Hakkaten yakıcı gelmiş olmalı ki, sonraki günlerde ayaklarım pek gitmiyor. Şu an bile sıcak değilim ama yaz bastırınca ne olur, bu protest tavır evrilir mi, bekleyip görelim?! Tabii ki dondurma keyifliydi... ama memleket hali sanki âna yine limonu sıktı.

Bugün, bir saat falan önce canım ısrarla hamburger istedi. Uzun zaman olmuştu ki güzel bir hamburger yememiştim. Düştüm yola. Daha önce hep telefonla istediğim mekâna bu kez yürüdüm; çünkü açık alanı pek hoştu. Caddeyi de görebileceğim masalardan birine oturdum. Yalnız oraya varana kadar aklım alternatiflere sürekli resmi geçit yaptırıyordu. Daha çok da fiyat kıyaslamaları sundu bana. Dinlemedim, şöyle keyifle bir çizburger yiyeyim dedim ki hakkını teslim edersem kesinlikle coğrafyadaki en iyi mekân ve hamburgerleri muhteşem.

Tatlı bir genç kız geldi masama. "Bir çizburger menü, lütfen," dedim. İçeceğimi sordu, onu da "Şekersiz bir kola lütfen," diye yanıtladım.


Fotoğrafta görüldüğü üzere hoş bir çizburger masadaki yerini aldı. Köftesi şahane, peynir uyumlu, köftenin üzerindeki çıtır çıtır incecik patateslerle sepete koyulmuş iri kıyımlar keyifliydi.

Tatlı tatlı, aheste aheste yedim.

Sonra doğal olarak kasaya gittim ve şok oldum. Hesap 99 liraydı. Hamburger ne kadar dedim. 82 TL dedi kasadaki genç adam. Oysa geçen yıl menü 35 TL idi. Bir enflasyon hesabı yapmıştım gelirken; devletimizin ve reisimizin verileri üzerinden... Sonuç 60 TL civarı çıkmıştı. Şimdilik hamburger defterini kapattım. Tam fiyatlara alışmışken bir sonrasında ansızın şoklanmak fena mı henüz kendime gelip de anlayabilmiş değilim!..




*Üç top 36 TL.
*Timur Selçuk'un 1980'deki albümünde yer alan Ekonomi Bilmecesi adlı şarkısından bir ifade.

29 Haziran 2022 Çarşamba

Yumrukları Gevşetmek Ruhta Çiçek Açtırıyor

Pazartesi günü "Evet bu haftaki filmim bu, şimdi baktım ve şehrimizde oynamaktaymış," diye yazıyorum; ciddiyetle vizyondaki filmleri takip eden ve onlara dair güncel haberler veren Sevgili Filmgündemi'nin* ilgili yazısının altına...

Film fark edildiğinden beri zihnimde asılı duruyor, bünye hareketli; sürekli uyarıyor, uyarmakla kalmayıp fikri ertesi güne bırakmak olan beni resmen de dürtüyor. Bir an telaşlanıyorum. Zihnim karışıyor: ya kaçırırsam, araya bir iş girerse korkusu sarıyor dünyamı. Seanslara tekrar bakıyorum, film perşembeye kadar vizyonda, o an yoğun bir şekilde işle meşgul olan bünye filmin yarattığı rehavetten memnun olmalı ki ben Nato ve ekonomiye dair haberlere şöyle bir göz atıyorum.

Ama içim içimi de yiyor. Çünkü genç bir kadın yönetmen. Daha önemlisi Sovyet topraklarına ve kültürlerine ilgim var. Filmin yöresiyse fişekleyici. Osetya. Küçümseyici, burun kıvırmalı bir bakış şunları der mesela:

"Hımmmm Osetya?"

"Hımmmmm Osetayalı bir kadın yönetmen?"

"Hımmmmmm hem de ikinci filmini çeken genç bir kadın yönetmen?"

Allahtan daha kararlı, mızmızlanmayan, sonuç odaklı bir ben daha var işte: Şöyle bir silkeliyor ötekimi ve işe ara verip bir kaç saniye içinde planı yapıyor. Bugün (yani dün) 13:15 seansında film izlenecek. O nedenle de en geç saat 12'de evden çıkılmış olacak. O kadar!

İşi kapatıyorum. Sırt çantama bir kitap atıyorum, yağmurluğu al diyor alaylı meteorolog, söz dinliyor ve 12'yi biraz geçe kendimi asansörde buluyorum. Yol üstü mekânlardan birinden su, birinden de bir patatesli börek ve bir de üzümlü pasta alıp; böreği yolda yiyerek İstasyon'a varıyorum.


Filmin başlamasına 29 dakika kala AVM'deyim. Oyalanarak çıkıyorum sinema ve yeme içme katına. Gişelerin önü bomboş. Fiyat artışları salonları etkilemiş. Benim filmler zaten boştu hep ancak şu an vizyonda gişe kuyrukları oluşturan filmlerden de var ama Allah'ın kulu yok. Hafta içi deyip geçiştiriyorum. Yürüyen merdivenler, akabinde geniş ve hoş lobideyim. Terasa yürüyorum.


Suyla birlikte kola almadığıma pişmanım. Sinemadan alsam küçük bir servet ödemem gerek. Üzümlü enfes pastamı çıkarıyorum. Filmime az bir süre var ve kalan yarısını çantama atıp salona yürüyorum.

Evet bu kez her zamanki koltuğumu alabildim ve salonu kapatmış durumdayım. Filmin başlamasına kadar da kalan pastamı yiyebilir, suya da kola muamelesi yapabilirim!

Epeyi bir reklam, biraz da gelecek program filmleri sonrası Osetyalı kadın yönetmen Kira Kovalenko'nun geçen yıl Cannes Film Festivali'nin Belirli Bir Bakış bölümünde büyük ödülü kazanan filmi başlıyor.


Osetya'nın küçük, kendi halinde, toz toprak içinde bir kasabasındayız. İlk olarak -oyunculuğuna bayıldığım- Ada (Milana Aguzorova) ile tanışıyoruz. Ana yol üzerindeki küçük bir dükkânda çalışıyor. Henüz başlangıçtayken yoldan geçmekte olan bir minibüsü durduruyor, içine bakıyor ve başka minibüs olup olmadığını soruyor, son olduğunu öğreniyor ve izleyici olarak buna bir anlam veremiyoruz. Yönetmenimiz de sağolsun bu konuyu bir kenarda tutuyor. Bir yanıt yok! Çoktan unuttuk o ânı.

Bir de baba var, kafamızı epey karıştıran... ve erkek kardeş. Aynı evde yaşıyorlar. Evdeki kardeş tatlı bir çocuk, büyüyememiş, hareketli, Ada'yı çok sevdiği belli; bir boşluğu onunla dolduruyor, gibi. Filmde başka bir karakter daha var, eğlenceli bir delikanlı, Ada'nın peşinde. Bir de evden ayrılmış şehir insanı, ekmeğini orada kazanan oldukça mantıklı Abi. Yönetmen benden geçer notu çoktan aldı, oyuncular da şahane. Bir film değil de gerçek hayattan bir kesit izliyor gibiyim. Başlangıçta biraz burun bükmedim değil; yalan yok bende. Küçümsedim, ne işim vardı bu filmde dedim çünkü bağları kuramamıştım, ilmeğin ucunu tutmuş ama bir şey anlamamıştım, sabırsızdım sanırım. Ama sonra!


Hani ilmek ilmek örmek diye bir ifade vardır ya. İşte bu film onun tam karşılığı. Kira Kovalenko önce sorular, sonra yanıtlar bırakıyor insanın aklına. Detaylar önemli! Bunları anlamsızmış gibi serperken ortalığa, anlamlandırmamızı sağlıyor sonrasında. Özellikle bana! Fakat küçük bir kasabada küçük hayatlara dair minik öykülerden küçük detayları ördüre ördüre zihinlere, kocaman tatlar bırakıyor insanın kalbine ve dünyasına. Beslan katliamını boş geçmiyor; filmin esas kahramanının dilinden bir cümleyle, elbette bilenlere hatırlatıyor.

Kira Kovalenko, ben sinema dünyasını sallamaya geliyorum diye bağırıyor filminin her sahnesinde. Kendisi bir özel eğitim projesinin ürünü. İkinci filmi Yumrukları Gevşetmek! Ve bana "Ablam sen ikinci filmde buysan yoluna halı olurum ben," dedirtiyor.

İşin özü iyi, çok iyi, derdini aslında basitçe anlatan bir film izleyerek çıkıyorum sinemadan ve elbette kendimi bu kararımdan dolayı ödüllendiriyor ve havuçlu patatesli sulu köfte ısmarlıyorum.

Filmi kafamda döndürerek tadını çıkarıyorum yemeğimin. Aslında bir filmden değil de tanık olduğum gerçek hayatların içinden çıkıp da bu masaya oturmuş gibi hissediyorum kendimi. Hani film vurgusunu çıkarsam da tanık olduklarımı ve duygularımı anlatsam, dinleyenler benim kesin Osetya'nın bir maden kasabasından geldiğime inanır derecede filmi yaşadığımı hissediyorum.

Ve tüm bu hallerime, filmden yazmadığım pek çok detaya, onlardan aldığım keyiflere, aksiyon sahnelerindeki kamera açılarına ve kullanımlarına bayılmama rağmen şiddetle öneririm demiyorum çünkü zevkler ve renkler meselesi...

Başka Sinema filmleri benim tutkum, izlediklerim içinde salonun en kalabalık olduğu ben dahil üç kişiydik ki o da Vortex. Bir kaçında da kazayla geldikleri belli olan insanlar ilk yarı bitmeden salonu terketmişlerdi... Sinemaya, daha özü Başka Sinema filmlerine, insana, ilişkilere ve dünyasına özel ilginiz yoksa, sinema sadece eğlenmek ve aksiyonsa sizin için, bu filmden de uzak durun bence!

Babaannemin deyimiyle nabalınız boynumda olsun istemem!


*Filmgündemi için buradan lütfen...

27 Haziran 2022 Pazartesi

Yağmur Güncesi

Güne derin bir uykunun ardından erken uyanıyorum sanırken salona geçip telefonu elime alınca anlıyorum ki geç kalmışım. Çünkü telefonda bir arama var. Oysa en çok sevdiğim şey O'nu son dakikada arayıp iyi yolculuklar dilemek. Elbette hemen geri arıyorum. O Ankara'ya doğru yol alıyor. Keyifli bir konuşma, cıvıl cıvıl ve coşkulu. Gün için düşlerim vardı ve iyice gaza geliyorum. Alaylı bir meteorolog olarak gökyüzü ile temasa geçiyorum ve görünen o ki yağmur fena. Bir an erken çıksam ve yağmur başlamadan hayalime varsam diye düşünüyorum ama o sırada kendimi bilgisayarın ekranında parmaklarımı da fare üzerinde görüyorum.


Bu karasızlığımı çabuk alt ediyorum. O sıra yağmurun sesi içeri ulaşıyor. Bir tedirginlik bünyeyi ele geçirmeye çalışıyor; müdahil oluyorum. Kesme şeker değiliz sonuçta diyorum ancak hissediyorum ki sıkı yağacak. Bu nedense daha da tahrik ediyor beni. Çünkü gökyüzü atmazsan kendini dışarı pişman olursun diyor ve altını çiziyor lafının. Hızla giyiniyorum. Kitabımı ve okuma gözlüğümü sırt çantama atıyorum. Bir de mini fotoğraf makinesini... Kısa kollu bir tişört, üzerine incecik ama su geçirmez yağmurluk yeterli. Balkondan kısa bir hava kontrolü. Yağmurun şiddeti şu an rölantideyim diye sesleniyor lakin onun rölantisi de 8 silindirli Amerikan arabası kıvamında. Alaylı meteorolog başına geleceklerin farkında ama doğanın bu tadını da çıkarmak gerek diyor ve kendini bahçe kapısını açarken buluyor. Kapüşonu çoktan geçirdi kafasına. İstikamet en çok kitap okuduğu pastane.


Yağmurun sesine bakıyor. Dinliyor... bayıldığı metal grubu Apocalyptica kıvamında. Ağaç altlarından gitmeye çalışıyor ama güzergâhın tamamını düşününce sudan çıkmış balık olacağı kesin. Tamam üst tarafta bir şey yok fakat kot pantolon ben oraya kadar dayanamayabilirim diyor. O zaman en çok kitap okunan pastaneden vazgeçiliyor ve Deniz Kızı Kafe'deyiz. Bir çok "sığınmacıya" rağmen cam kenarında ve deniz tarafında boş bir masa el sallıyor ki kendisi ile tanışıklığımız var. Buna seviniyoruz elbette.

"Bir cheesecake lütfen"

"Bir de çay lütfen"


Yağmur şiddetini artırıyor. Tavanımıza vuran sesler senfonik ve çok keyifli. Kitabım zaten fıstık ve daha önce söz ettiğim üzere konu lise yıllarıma, devrimci hallerime, o çağlarda yakınlık duyduğum bazı coğrafyalardaki sol örgütlere bugünümden bakarken o günleri de yaşamak anlamında şahane. Yan öyküler muhteşem. Zaten yazar Anna Burns'ün esprili üslubu çoktan beni teslim almış durumda; yani her şey yolunda... Derken görüş alanımdaki iki kişi, yağmur tam gaz yağarken ve sırılsıklamlarken battı balık düşüncesiyle ve oldukları gibi kıyafetleriyle kendilerini denize atmasınlar mı; tam anlamıyla al gözüm seyreyle ve gül durumu...


Derken ve o sırada arka masadaki boşanma evresinde olduğunu, anlaşmalı mahkemesine bir hafta kaldığını cümle alemin duyduğu mini şortlu ablamız alemlerin tadından ve bir mekândan, masaya sonradan ilave olan kız arkadaşına söz ederken aynı masadaki pek konuşma fırsatı bulamayan muhtemelen yeni ve efendiden erkek arkadaşın haline, benim sırtım dönük olduğu için diğer masalardan aldığım yüz ifadelerinden yola çıkarak anlıyorum ki hep birlikte acıyoruz. Abinin üçüncü akşam olarak üstelik; bahse konu çok övülen üç katlı mekânda bu akşam da paraları saçılacak çünkü.

Hımmmmmm... Acaba boşanılacak eski eş de mi oraya takılıyor ya da ona haber uçurulacak bir yer mi?


Ve yağmur duruyor. Ödememi yapıp çıkıyorum. İlk ve yağmur nedeniyle vazgeçtiğim hedefime doğru yol alıyorum. Ve masamdayım. Elbette Trileçe... Ve limonlu da bir soda. Sakinlik diz boyu. Kitapta yok olmak için her şey var. Ben de yok oluyorum. Enteresan olan şu ki bu kitaba kadar kimsenin dikkatini çekmeyen bir yazarmış Anna Burns ve bu kitapla başta Man Booker olmak üzere, Orwell Politik Kurgu Ödülü'nü ve de Ulusal Kitap Eleştirmenleri En İyi Roman Ödülü'nü almış ki an itibariyle verdiği okuma tadıyla da gönlümün sultanı kendisi. Elbette çevirmen Duygu Akın'ın hakkını teslim ederek... Epeyi ve hoş vakit geçiriyoruz ve az önce arka masamızda oturan ve boşanma evresinde olan abla gibi gecelere akmasak da bizim de akabileceğimiz yerler var diyerek şimdi de İskele Kafe'ye doğru yol alıyoruz.


Ve varıyoruz. Profesyonel fotoğraf makinesini almamış olmanın pişmanlığı ile... Deniz tarafında pırıltılı bir mavi hakimken kara tarafında enfes bir gri. Küçüğüm iş başında; enfes kareler çıkarıyor. Bulutlar resmen şov yapıyor. Sabahki kimsesizliğin yeri doldurulmuş. Kenar bir masa bulamazsam endişesi taa uzaktan sarıyor beni. Kenar masa bulamazsam fikrim dönmek. Evet, hemen girişte ana karaya bakan kısımda bir masa boş. Çok arzuladığım bir yer olmasa da olur derken geçen haftaki masanın boş olduğunu farkediyorum ve uçar adım giderken de bayıldığım limonatayı sipariş ediyorum geçiştiğimiz genç garsona. Polis botu o sırada kürek çekmekte olan kanoya yanaşıyor. Açıkta Sahil Güvenlik tur atıyor. Bu kez nedeni ilgimi çekmiyor ama yağmur kokusunu içime çekiyor ve kitabın dünyasına dalıyorum.


Gerisi iyilik güzellik...



24 Haziran 2022 Cuma

Sen Sus Gözlerin Konuşsun*

Biz Buraneros'la aynı yaştayız. Aslında yazıya döktüğü ve dökmediği tüm anları birlikte yaşıyoruz. Elbette sadece birer gözlemciyiz ama duygusuz hiç değiliz. Ve sırdaşız! Ağzımız çok sıkıdır. Bugüne kadar tek bir ânını bile açık etmedik. Ne ser verdik ne de sır.

İyi ki onunlayız der başka bir şey demeyiz. Çok keyifli, her seferinde dibi sıyrılan, bu dünyadan ancak bu kadar bal alınabilirdi dediğimiz, pırıl pırıl bir hayat bizimki: Güzel insanlar tanıyıp, çok şahane coğrafyalarda ve mekânlarda olağanüstü keyifler, heyecanlar içinde onunla birlikte büyüdüğümüz, bazen korktuğumuz ama çoğunlukla mutlu olup eğlendiğimiz, bol macera içeren aksiyonlu bir hayat.

Ahhh kadınlar ama!

O'nun kadınları...

Hiçbirini diğerinden daha önde tutmadık, çok sevdik. Elbette merak edip kalbe de çok kere sorduk, sonuçta yıllardır aynı bedendeyiz ve iyi arkadaşız. Ancak ne ser verdi ne de sır. O duyguları anlamında bir sır vermedi ama biz hep gördük. Bir andan, içinde bizim olduğumuz, bizi kasteden ve fazlasıyla mutlu eden bir andan söz etmek isteriz ki çok içten bir dışa vurumdu. Bir Kelebeğim Olmuşmuştu gelmişti. Çok tatlı ve çok güzeldi. Ondan alamıyorduk kendimizi ki gözleri ile hemen ama hemen arkadaş olmuştuk... O da bizden alamamış olmalı ki şöyle bir ifade kullanmıştı sözlerinin en başında: "Merhaba güzel bakan adam."

Ama şu cümlelere tanık olduğumuz an ve Üzerine Dondurma Koyulmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın işte! Kısa süreye sığmış, heyecanı yüksek ama bir romana sığacak kadar uzun, farklı iki şehirde geçen kısa ve dopdolu bir zamandı. Henüz buluşmadan, sadece kelimeler üzerinden kurulmuş iletişimle gelişen ve bu kadar aşk kokan o cümleler kaç göze nasip olabilir ki şu ölümlü dünyada: "... yanında uyumayı arzulamadığımı hissettim birden. Ama sen uyurken, ruhumun koynuna senin ruhunu sokuverdim usulca. Masumane ve erotizmden eser yok şimdi. Cinsiyetlerimiz yok. Beyninle sevişiyorum. Kalbi temiz, hayatın kıçına parmak atmanın hoyratlıktan değil sakınımlı yollardan geçtiğini bilen ve hâlâ aşkla donanan güzel erkek... Seni bir lütuf olarak hissediyorum bana."


Tabii ki bu yazı fikri oluştuğunda birlikte görüp, hissedip yaşadığımız bu anların duygusunu tartıp biçtik. Elbette bu iki örnekle sınırlı değildi onca yıl. Aslında konumuz da bunlar değildi ki bunlardan girersek güncel konuya, asla çıkamayız. Ondan, son günlerdeki dışarıdan bakınca son derece aktif, kıskanılası ama bize göre duygusal anlamda durgun, biraz da şaşkın hallerden söz etmekti fikrimiz. Farkındayız ki O da bu hallerden söz etmek istiyor. Klavyeye gidiyor çoğu zaman parmakları ama iki lafı bir araya getiremiyor beyin ve geri çekiliyor hemen parmaklar. Aslında biz de tereddütler içindeyiz. Belki bir süre sonra ne gerek vardı bunlara diye düşüneceğiz ki çoğunlukla bu kadar içerden yazdığı yazıların ardından bu hissi O da alır ve bu kısa süreçleri hep birlikte yaşarız. Bazen vazgeçer ama çoğu zaman kalsın, alışırım der. İşte biz de şu an tam olarak bu ikilemler içindeyiz. Oysa sadece bir gün, daha çok da O'nun gözleri olmaktan çok mutlu olduğumuz Buraneros'un son günlerdeki hissiyatıydı yazıya dökmek istediğimiz. Evet geçirdiğimiz günlerin diğer günlerden bir farkı yok, hepsi çok güzel görünüşte ve dışarıdan bakan gözler için dolu dolu. Ama! Evet ama... içeriden bakınca sanki bazı baharatlar eksik ve görüntüde muhteşem anlar bir boşluk içeriyorlar ve sanki koflar.


Yukarıdaki satırlar konusunda aramızda bir ihtilaf yaşamadık değil. Bizim için sorun değildi de O'nun için sorun olabilirdi. Sonra kısa bir değerlendirme yaptık; özellikle alıntıladığımız iki karakterin cümleleri üzerine ve dedik ki zaten bunları daha önce yazdı. İnanın o girişi yapmasak bu yazı dondurucuda kalacaktı çünkü yazıya başladığımızdan bugüne çok gün geçti. Bu aralar onunla aynı bedende olmaktan çok mutlu olduğumuz Buraneros şaşkın. Çok aktif ama bir şey eksik. Tam pandemi ile birlikte yaşamaya alışmış ve onunla bir düzen oluşturmuşken kendini şıp diye içinde bulduğu bu yeni normale adapte olmakta güçlük çekiyor sanırız. Geçtiğimiz pazar günü mesela bir sokak arasında keşfettiği, enfes pideler yapan, tahminimizce üzerine yazacağı mekânın verandasında oturup bayıldığı, yukarıdaki enfes, peynirli yumurtalı Sürmene pidesini götürdü. Çok da keyif aldı; hem atmosferden hem de pideden. O hazırlanana kadar elindeki kitabın keyfini çıkardı. Oradan Lozan Caddesi'ne yürüdü. Fikrinde Lozan Park'da oturup çay içmek, kitabın satırlarında yok olmak vardı. Parka girdi çaydan vazgeçti ve bir tur atıp Atatürk ile İsmet İnönü'nün fotoğraflarını çekti. Gölge banklar kapılmamış olsa oturup kitap okuyacağı kesindi. Sonra en çok kitap okuduğu pastaneye doğru yürümeye başladı. Caddeyle lafladı, sabahın sessiz fotoğraflarını çekti. Ve en çok kitap okuduğu pastaneye vardı.


Mekân cıvıl cıvıldı. Yaz bahçesini de kullanıma açmışlardı ki orayı ilk kez fark etti ve sevdi. Kalabalığına bulaşmak istemedi ve her zamanki masalarından birine oturdu. Kısa süre içinde de trileçesi ve çayı, bir süre önce bu pastanede çalışmaya başlayan çok da konuşkan genç kadın tarafından masasına getirildi. Onun başından beri devam eden hocam hitabına gülümseyerek sordu: "Siz benim hoca olduğumu mu düşünüyorsunuz?" Biraz evetti yanıt. Biraz da dil alışkanlığı ama daha çok ikircikli soruyu algılayan parlak bir zekânın açığa düşmeme çabası ile verilen yanıtındaki bir uyanıklıktı... Karşılıklı gülümsediler. Kitaba yumuldu çünkü yazarın dilini çok sevdi. İrlandaları zaten seviyor ve İrlanda Kurtuluş Ordusu ile de gençlikte hep ilgiliydi. Tüm bunların üstüne çıkansa yazarın esprili ve son derece akıcı üslubu! Ve çevirmene bayılmış durumda. Bunun, enn sevdiği kadına kitaptan söz ederken altını kalın kalın çizecekti bir kaç gün sonra.


Kitaba konsantre olunca kendi normaline döndü, bunu trileçe ve çaya gömülmemesinden de anladık, çünkü tadını çıkardı. Eğer kafa başka bir yere takılı olsaydı O yediğinin farkında olmayacağı gibi trileçe çoktan bitmiş çay da tükenmiş olacaktı. Ayrıca ikinci çayı da istedi. Uzunca bir zamanın ardından ödemesini yaptı, herkese teşekkür etti ve yürümeye başladı. Bu esnada fırsat kollayan o kötücül boşluk duygusu gelip yerini aldı. Anladık ama engel olamadık...

Sahile doğru yürüyoruz. Bu arada beyinle istişare halindeyiz. O da çaresiz "Farkındayım ve elimden geleni yapıyorum," diyor. Bir de tüyo veriyor ama aramızda kalsın kilidini takarak. Tıp. Ser verir sır veremeyiz. Biz anladık o boşluğu. O an duruma egemen olan boşluğu def etme uğraşı içine giriyoruz. Kalp devrede, beyin çok uyanık, sessiz ve derinden gidiyor, ince ince işliyor, negatifleri silmeye çabalıyor ve önceye dair görseller sunuyor. Kalp bununla yetinmeyip söze giriyor, yanılıyor olabilirsin diyor, O karşı çıkıyor, kalp bazı soruları geçiştirmeden yanıtlıyor ve bize dönüp "İkna olmak üzere," diyor. Sonuçta el birliği ile çok emin olmamakla birlikte başarıyoruz, ya da başardığımızı sanıyoruz... Ama beyinden tüm bu değerlendirmelerin ve çabaların sonuçlarını alan ayaklar ve bacaklar rotayı yine de çiziyorlar. Şu an iskelenin üzerindeyiz. Bir ferahlama hepimizde çünkü fotoğraf makinesini çıkardı sırt çantasından. Çok şükür korosu iş başında... Sevinçliyiz.


Fakat denizin rengi! Enfes bir turkuaz. Ölüyü ayağa kaldırır. İskele Kafe sakin. Kenar masalardan birine oturuyoruz. Tatlı bir esinti, ruhlar diri, her şey yolunda (gibi). Kitap masanın üzerinde.

"Bir limonata lütfen."

İlk yudum. Gözleri parlıyor. Çünkü gerçek ve mükemmel bir limonata. Serinlik kıvamında. Her şey yolunda...

Ama!

Bir boşluk var mı?

Bunu istişare ediyoruz. Kısmen yokuş aşağı giden bir şey var. Bunda hemfikiriz. Bu sessizlik?! Etrafın gürültü patırtısı, hayat, çalan müzik, denizin sesi, kitabın satırları, limonatanın çocuklaştıran tadı ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar o engeli aşamıyorlar ve ruhun burnunu gökyüzüne doğru kaldırıp, uçuramıyorlar O'nu. Bir şey eksik, işin kötüsü onun ne olduğunun hepimiz farkındayız. Bu bir üzüntü kaynağı değil üstelik. Her koşulda yeni yepyeni bir yol çizecek donamıma ve tecrübeye sahibiz. Biribirimizi çok iyi tanıyoruz ve doğumdan ölüme kadar birlikteyiz. O halde limonatamızın, manzaranın ve kitabın tadını çıkaralım...

Akacak kanı da kendi haline bırakalım...

Çünkü biz yeniden doğarız ölümlerde...




*




İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP