editörden... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
editörden... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ağustos 2020 Pazartesi

Ara Sıcak



...... Hafta sonu ne de güzel saatleri birlikte geçirmiştik Kuş Cenneti'nde: Subasar Ormanları'nda şahane bir kahvaltı yapmış, bol bol fotoğraf çekmiş, toptancıya kasa kasa balıkların tartılarak teslimine -ilk kez- denk gelmiş, bu ıssız alış-veriş anına bayılmış, göl içindeki bir adada yaşayan ve bizi evine davet eden Balıkçı Enver Abi ile tanışmış, sonrasında küçük balıkçı kayığı ile  dönüşünü izlemiş, el sallaşmış, yeniden kitaplarımızı ve kahvelerimizi alıp sandalyelerimizden bu kez farklı gözlerle karşıya bakıp: "Bir gün mutlaka," diye iç geçirerek... hep karşımızda kalan ama o gün haberdar olduğumuz  Ada'nın, hayallerini kurmuştuk!......

                                                                                      
                                                                                   Pek Yakında!

6 Eylül 2019 Cuma

#SUSAMAM

Beklediğim, hep söylediğim, hep inandığım, hep savunduğum güzel insanların Ülkesinin kıpırdanışı, SESSİZ ve barışçıl bir Devrim tadındaki değişimi, son seçimle birlikte başlıyor mu ne!

Sanki ölü toprağı kıpırdıyor...

Kesinlikle SANKİ!


20 Mayıs 2013 Pazartesi

Nazım Hikmet’in O Yüreklerin En Derinine Dokunan Dili Gibi Bir Dilimiz Olmasa da...

Bir mail aldım ve ne yalan söyleyeyim üslubundan ve samimiyetinden çok etkilendim, İstanbul'da olsam kesin giderdim. Paylaşmak isterim, hatta mümkünse paylaşılsın isterim.




"Merhaba..

Nazım Hikmet’in o yüreklerin en derinine dokunan dili gibi bir dilimiz olmasa da; size ulaşabilmeyi çok isteriz...

Her yönüyle bir devrimci, şair, senarist, ressam, yönetmen, oyun yazarı, büyük bir ozan ve daha birçoğu olan Nazım Hikmet’i bir çok yönüyle, sadece anarak değil; o günde Nazım Hikmet’i yaşayarak, bilinmeyen yönlerini de paylaşacağımız bir etkinlik düzenlemek istedik...

Bizler üniversite öğrencileriyiz ve Nazım’ı; şiirleri, senaryolarını yazdığı çizgi filmleri, onun için yapılmış belgeselleri, oratoryosunu izleyerek, bestelenmiş şiirlerini dinleyerek, hep beraber şiirlerini okuyarak, günümüzü Nazımla geçirmek istiyoruz...

Etkilediği bir çok sanatçı dostuna da yer vereceğiz etkinliğimizde (Orhan Kemal, İbrahim Balaban vs.) ...

Vasiyetini yerine getiremesek de onun için Çınar yapraklarına şiirlerini yazarak bir ağaç yapacağız...

Turna kuşlarıyla süsleyeceğiz...

Tüm bunları yüreğimizdeki Nazım’ı anlayarak, tanıyarak yapacağız..

 Nazım’ı selamlayarak, onu bugünde yaşatarak...

İsteyen herkes; ister beş dakika uğrayabilir; isterlerse tüm etkinlik boyunca bizimle olabilirler...

Katılanlara Nazım Hikmet ajandaları, kitap ayraçları, afişler, posterler… hediye edeceğiz...

 Hiçbirinin ücretli olmadığını da özellikle belirtmek isteriz..

 Etkinliğimizi İKİ HAZİRAN PAZAR günü, İstiklal caddesi BÜYÜKPARMAKKAPI Sokaktaki '' Uçanev'' kafede yapacağız..

 Nazım’a saygılarımızı sunacağımız ücretsiz bir etkinliğe katılmak isteyen herkesi davet edebilmemiz için etkinliğimizi duyurmamıza yardımcı olmanızı can-ı gönülden diliyoruz.. Teşekkürlerimizi sunar, iyi günler dileriz..."

27 Mart 2013 Çarşamba

Blog, yazanlarından daha kabul görür bir şahsiyettir; yazarlarının yoluna fırsatlar döşer!

"Bu yazıyı eli kalem tutan, meslek ve iş konusunda umutsuz olan gençler için yazdım. Biraz sonra vereceğim örnekleri, blogu oluşturduğumda ben bile hayal edemedim."


Ben bir blog yazarıyım. Şu alemde tanıyan çok azdır; şeklimi şemalimi bilen, benle oturup iki kelam etmiş insan sayısı ikidir. Ama La Paragas öyle mi?

 70 milyon insan içinde herhangi biri olan bizi, gittiğimiz bazı alanlarda itibar sahibi yapan, özel muamele görmemize sebep olan La Paragas'tır. Biz onun tanınırlığı sayesinde adam yerine koyuluruz.

Elbette ben de iyi bir çevresi olan, e nispeten sevilen, saygı gören bir adamım. Mesleğim dolayısıyla bu ülkenin pek çok şehrinde itibarlı sayılabilecek, benim için değerli pek çok tanıdığım da vardır. Ama La Paragas hiç tanımadığımız, hiçbir geçmişimiz olmayan insanlarla bizi tanıştıran, sayesinde itibar görmemize sebep olan bir varlıktır.

Buna pek çok örnek verebilirim aslında: Mesela Erasmus sonrası tekrar Polonya'ya giden Mussano'ya,  yazıların sahibinin o olduğunu bilmeden, "La Paragas diye bir blogda bir yazı okudum ve bu şehri seçtim" diyen pek çok öğrenci vardır. 

Şu gün, özellikle Erasmus için Polonya'ya giden öğrencilerin neredeyse %80-90'ı La Paragas'ı bilir ama bizi bilmezler.  Hakeza üniversitelerin Erasmus koordinatörleri de...  Tıpkı, özellikle sanat yazılarının okurları, mail atanları ve  önemli mecralarda yazılarımızı paylaşan çok önemli insanlar  gibi.

Ama bunlardan herhangi birine "Biz La Paragas'da yazıyoruz." dediğimiz anda karşılaştığımız tablo çok keyifli ve çok hoştur. Normal koşullarda randevuyla bile ulaşamayacağımız insanlarla bir anda sıcak ve eşit dostluklar kurmamızı sağlar.

Bu yazıyı eli kalem tutan, meslek ve iş konusunda umutsuz olan gençler için yazdım. Biraz sonra vereceğim örnekleri, blogu oluşturduğumda ben bile hayal edemedim.

O zaman da blog yazmanın önemli ve geleceği parlak bir iş olduğunu gördüm ve kabul ettim. Ama bir meslek noktasına taşınabileceğini kesinlikle aklımın ucundan bile geçiremedim Ara Sıcak başlıklı yazılarda blogda yazılan yazılar sayesinde tanışılan insanlardan sıklıkla söz ettik. Yazıların bu ülkenin önemli insanlarının ve kurumlarının sayfalarında yayımlanması her zaman gurur vericiydi. Ama bir süredir yaşadıklarımız ve aldığımız mailler, bu mecranın özellikle genç insanlar için bir kariyer alanı olduğunun da işaretleriydi sanki.

 Aslında bu yazı biraz da "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit" işlevselliğindedir. Bizim blogun kalemleri tartışmasız iyi iki genç yazarı var: Captaiin ve Mussano. Herhalde bir kızım olsa Captaiin kadar sevemezdim, onu fark ettiğimde yaşı henüz 15'ti. O gün de güzel yazıyordu... ama ondaki gelişimi gördüğümde, bazen, neden daha çok yazmıyor, diye hayıflanmadan edemiyorum.

 Mussano için ise buraya bir kelam dahi yazmayacağım. Çünkü dilimde tüy bitti.

O yüzden size söylüyorum gençler!

Özellikle genç insanlar neden blog yazmalılar noktasına gelirsek : Bu ayın ilk haftasında T.C Başbakanlık yazılı bir mail aldık, önce acaba virüs falan mı diye düşündüm, sonra gov.tr uzantılı maile güvendim ve açtım, altında kurum yetkilisinin adı ve soyadı yazılı mailde şu cümleler yazılıydı:

"İyi günler,

Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü (BYEGM) olarak dijital ortamda kaliteli içerik üreten içerik yaratıcılarının sesini geniş kitlelere duyurmak amacıyla bir platform kuruyoruz. Sitenizde yer alan kaliteli içeriğiniz sebebiyle bu platformda sizinle de iş birliği yapmak istiyoruz. Konuya ilişkin bilgi paylaşımında bulunmak üzere size ulaşabileceğimiz elektronik posta adresiniz ve iletişim bilgilerinizi bizimle paylaşırsanız memnun oluruz.

 Görüşmek üzere."

Tabii ki buna sevindim. Ama sapına kadar inandığım, tarafı olduğum birileri dahi iktidarda olsa, ya da başbakan kardeşim olsa,  yine de böyle bir iş birliğini kabul etmezdim. Çünkü ben dilediğimi yazmak isterim, inandığımın ve kendi doğrumun dışında bana yön verebilecek, benim mecramı kullanmanın hesabını yapan,  özellikle propagandaya yönelik hiçbir iş birliğinin içinde olamazdık.

Bundan bir kaç gün sonra bu kez Yıldız Sarayı Vakfından bir mail aldık. O da şu şekildeydi:

"Eğitimlerimize destek veren değerli akademisyen ve sanatçılarının katılacağı ve “Saray Akademi Yıldız” eğitim seminerlerinin tanıtılacağı, sonrasında ise Gezi Yazarı ve Tarihçi Saffet Emre Tonguç eşliğinde Yıldız Sarayı’nda yapılacak küçük bir gezi ile devam edecek bu basın buluşmasında siz değerli Basın Mensuplarını aramızda görmekten onur duyacağız..

Yer: Yıldız Sarayı Tiyatrosu Tarih: 27.03.2013 Çarşamba Saat: 14:30 – 15:30"

 Bu asla kaçırılmayacak bir fırsattı elbette ama bir proje ile ilgili yoğunluk nedeniyle ben gidemeyecektim. Gidecek birini de bulamadım!

Mail gönderilenlerin listesine baktığımda, yan yana gelebilmenin, aynı ortamı solumanın çok zor olduğu, Türk Medyasının önemli temsilcilerinin olacağı bir ortamda bulunmak, medyanın göbeğine paraşütle inmek ve orada bir kaç kişiyle tanışmak müthiş fırsattı, genç bir insan açısından; özellikle de seminer ve konferans verecek akademisyen ve sanatçı listesine bakıldığında...

Ama ben katılamayacağımızı belirten bir mail atmak zorunda kaldım.

Bu olay henüz soğumamışken bir mail daha aldık. Başlığı, özellikle blogların artık ne seviyede bir değere ulaştığının göstergesiydi.

 "Değerli Basın Mensubu,

29 Mart 2013 cuma günü vizyona girecek Sinister - Lanet filmimizin basın gösterimi pazartesi sabah yapılacaktır. Basın gösterimi ile ilgili detayları aşağıdadır. Basın kiti tarafınıza basın gösteriminde dağıtılacaktır.

TARİH : 25/03/2013

YER : Kanyon Cinemaximum Sinemaları

İKRAM : 10.00

GÖSTERİM : 10.30"

 Buna cevap veremeden bugün yine değerli basın mensubu diye başlayan bir mail daha geldi. Yani demem odur ki: Gençler, eliniz kalem tutuyorsa geleceği parlak, sizi başka mecralara taşıyabilecek, ekonomik hiçbir katkı istemeyen, oturduğunuz yerden ve üstelik eğlenerek yapabileceğiniz bir meslek önünüzde duruyor: Blog yazmak.

Ama iş olsun diye değil elbette..

Çünkü bu davetleri La Paragas sayesinde almamıza sebep olan izleyici sayımızın çokluğu değil. "Blogu'nu Yukarılara Taşımak İsteyenlere,Bir Deneyim Üzerinden İki Çift Laf..." başlıklı yazıda bahsettiğimiz nedenler.


4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kısacık Bir Ara Sıcak

Sanırız en güzeli ve en keyiflisi böyle oluyor: Başka bir sebeple blogun adını yazıp arama yapınca Pamukkale Şarapları'nın Twitter hesabında bir yazımızın paylaşıldığını gördük. Sayfayı açtığımızda geçen yıl aralık ayında yazılmış Bir Yudum Luz Casal başlıklı yazının bu yılın haziran ayının altısında sayfadan paylaşıldığını fark ettik. Yazı tümüyle şaraba atfen yazılmasa da üreticinin hesabında paylaşılmaya değer bulunması sevindiriciydi. Ama daha sevindirici olan ise yazının ilk olarak firmanın önemli adlarından ve aileden Selda Tokat'ın Twitter hesabında paylaşılmış olmasıydı.

Bu doğal olarak sevinçlerimizi zıplattı ve bunu La Paragas tarihine bir not olarak düşmek de keyifli oldu.

28 Mart 2012 Çarşamba

Ara Sıcak

"İnsanın yüzüne ve elbette gününe bundan daha güzel bir tebessüm yerleştirilemezdi.
Asıl biz teşekkür ederiz.

Muhtemelen yazıların içinde hayatı anlamlı kılan ödüllerin asıl neler olduğunu vurgulayan cümlelere rastlamışsınızdır. İnsan yaşamı içinde çok övgü alıyor elbette... ama bazılarını kaçınılmaz bir biçimde alıp daha değerli ve başka bir yere koyuyor, sizinki onlardan biri.


Aslında insanı anlamak çok zor değil, belki biraz emek istiyor... oysa sıcaklık ve samimiyeti algılamak için sadece insan olmak yetiyor.


Her bir kelimeniz ve içtenliğiniz o kadar değerli, o kadar saklanası ki ..."

Bu satırları, bir önceki gün aldığımız e-postaya verdiğimiz cevabın içinden buraya taşıdık. Çünkü o e-postadaki satırlar aslında tüm blog yazarlarının yaptıkları işin hem değerini hem de yazdıklarının bir karşılığı olduğunu anlatıyordu.

Biliyoruz ki bir çok blog yazarı için aldığı yorumlar önemli... ama inanın belki de yorum bırakanlardan daha sadık, içtenlikle sizi takip eden, yazdığınız her kelimeye büyük saygı duyan insanlar var. Bunu sakın ola ki  yorum özürlü bazı blog yazarlarının kendini sıyırma ifadesi olarak almayın. Aldığımız  pek çok e-postanın içinden bunu özellikle öne çıkardık ki yazdıklarınızın değerini, kabul görürlüğünü sadece yazılarınızın altındaki yorum sayılarına bağlamayın.

"Blogunuzu yaklaşık iki senedir okuyorum. Aslında bugüne kadar blogda okuduğum neredeyse her yazının altına bir şeyler yazmayı isteyen ama bugüne kadar farklı nedenlerden yazamayan ben, bugüne kadar yapamadığımı yapıp teşekkür etmek istedim hepinize.

Yazının konusu ne olursa olsun, gözlemenin, düşünmenin, hissetmenin, duyarlı olmanın ve tüm bunları yazıyla ifade edebilmenin güzelliğini gösterdiğiniz ve bazen sıkıldığımda ve kendi şehrimi özlediğimde, göz ardı ediyor olabileceğim güzellikleri hatırlattığınız için...


Aslında yazabileceğim/yazmak istediğim bundan daha fazlası elbette, ama en kısa ifadesiyle "sayenizde resmen bir blogla arkadaş oldum". Umarım çok uzun bir süre yazarsınız,.."

Cümlelerini buraya taşıdığımız e-posta her ne kadar Sevgili La Paragas Yazarları diye başlıyor olsa da, yazının içinde her birimize ayrı başlıklar altında övgü sözleri edilip teşekkür edilse de, her blogun sessiz okuyucusunun da aynı duygular içinde olduğunu bildiğimizden(for example:biz), bu güzel duyguları sadece La Paragas'a değil tüm bloglara ve yazarlarına mal ettik.

Bunun dışında iki güzel şey daha yaşadık. Bunlardan bir tanesi, Ben Feuerbach yazımıza yazılan yorum sayesinde güzel bir hayat dersi almış olmamızdı.  Bu ders için bir kez daha teşekkürler Sayın Sema Engin- Edinsel.

Tiyatro yazılarımız genelde Facebook'ta paylaşılıyor ve önemli bir trafik alıyoruz oradan... fakat bu trafiğin özellikle bir oyun üzerine yoğunlaştığını ve uzun süredir artarak devam ettiğini ve  dünyanın her tarafından olduğunu fark ettiğimizde merak ettik, kurcaladık. Sırça Kümes oyununun yönetmeni Jason Hale'di ve yazımız da oyunun Facebook sayfasında Müge Hale tarafından paylaşılmıştı.

Ve erasmusa gidecek, giden öğrencilerden aldıklarımız tam da şu yıldızlar hikayesinin bir yansıması, o kadar güzel cümlelerle o kadar soru ve teşekkür yağıyor ki... iyi bir şey yaptığımızı, korkuları yendiğimizi, onlara yeni heyecanlar kattığımız anlıyor, her seferinde onlarla bizde oralara gidip aynı heyecanları yaşıyoruz.

Tekrar e-postaya dönersek; oradaki en önemli vurgu, bizi en çok sevindiren sözcük arkadaştı. Bunun bazı dillerdeki anlamını da, nasıl bir yüreğin o dili aracı olarak kullandığını da çok iyi biliyoruz. Sadece o ifade için bile çok çok değerli ve çok özel yazdıklarınız SEVGİLİ ARKADAŞIMIZ. ÇOK TEŞEKKÜRLER.

Sizi de, yani hepinizi  çok seviyoruz ARKADAŞ! Gelip bazen yorumlar yazamıyor olsak da...


La Paragas


*Fotoğraf için Sevgili La Loba'ya teşekkürler.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Oyuncak da Bir Kalın Giysidir; Ruhu Sıcak Tutar!

Marie Antoinette ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler anlamı çıkarılan notlarını yazdığında; asırlar boyunca doğruluğu, en azından onun tarafından söylendiği kanıtlanamamış bu cümlenin, bugünlerde de sıklıkla tanık olduğumuz bir çok olaydaki gibi itibarsızlaştırma kampanyalarının bir ürünü olabileceğini düşünemiyordu elbette... Ne yazık ki hepimiz yakın durduğumuz düşünce ve eylemlerle ırak olduklarımız arasında aynı eylem ve cümleleri içerseler dahi farklı yorumlar türetip, farklı pozisyonlar alabiliyoruz.

İnsan algısı özünde çok doğru ve yerinde olan niyetleri bazen yanlış okumalarla, algısının biçimlenişi ile doğru orantılı olarak eleştirebiliyor ya da işin özüne, duygusuna bakmaksızın gereksizliğine vurgu yapabiliyor. Tüm niyet okumalarımız aslında kendi niyetlerimizin tarafgirliği üzerine kurulu.

Oyuncak: Bir çocuğun yaşamına yön verebilecek, onu tüm travmalarından uzağa kolayca taşıyabilecek, hediye edenle arasındaki duygu bağını en kolay kurabilecek, sıkıntılı, en bozguna uğramış anlarını tedavi edip umutlandırabilecek, onun hayatla yeni bir bağ kurmasını sağlayıp, hayal, düşünce ve duygu dünyasına olağanüstü katkılar yapabilecek, birilerinin yüklemek istediklerinin ötesine yolculayıp kendi doğrularıyla yepyeni ve sınırlarını kendi belirlediği bir dünya kurmasına olanak sağlayabilecek, Orson Welles'in muhteşem filmi Yurttaş Kane'nin final sahnesinde sayıkladığı gibi kendini unutulmaz yapabilecek önemli iki olgudan biridir.

Eğitim ve reklamlarla hafızalarımıza giren insanların algılarımıza yükledikleriyle sınırları belirlenmiş, çoğunluk doğrularıyla biçimlendirilen, o yönde hareket etmesi istenen bireyler olarak insana ve hayata dokunmaktan uzaklaştırıldığımız bu yeni dünya düzeninde; felaketleri malzeme yapıp ondan bile hanesine artı atan, yaptıklarını gözümüze sokarak kendini parlatan politikacıdan sanatçıya bir sürü medya yıldızının yanısıra, allahtan bütün samimiyeti ve sıcaklığı ile insanlara yardım eden, bu yönde çaba gösteren insanlarımız da var. İşte bu insanlarımızdan değerli bir grup Van'a 1 Milyon Oyuncak adlı kampanyanın yol göstericiliğini yapıyorlar.

Belki büyük çoğunluğun düşünüp de yaptığı gıda, giyecek, para, barınma yardımının yanında "Oyuncak da ne ki?" diye düşünebiliriz. Bir tek cümlesinin dışında hakkında hiç bir şeyi merak edip de öğrenmediğimiz, dediği varsayılan sözleri yıllardır kişi yaftalamak için kullanmaktan çekinmediğimiz Marie Antoinette'lik bir durum olarak da görebiliriz bu çabayı. Ama durup bir daha düşünelim! Kendi çocuklarımızı ve çocukluğumuzu, kumaş ve yünden yapılmış bebeklerimizi, telden direksiyonlar yaptığımız plastik arabalarımızı, elimizdeki ipe taktığımız küçük kağıt parçalarını mektup yapıp gönderdiğimiz, o göklerdeyken o kağıtla birlikte yanına vardığımız uçurtmalarımızı ve bize kattıklarını düşünelim! Sonrasında içimizden bir şeylerin koptuğunu hissedersek, bu bayram ya da ertesinde Vanlı çocuklara oyuncak gönderelim.

Tanıdığım günden beri pek çok kampanyayı başarıyla hayata geçirmiş Birmilyonkalem.com'un -bence- en az yemek-içmek, barınmak kadar önemli, çocuk ruhumdan baktığımda daha da değerli kampanyasına katkı vermek ve ne yapmanız gerektiği konusunda bilgilenmek için ruhunuza bir iyilik yapın ve lütfen logoyu tıklayın.


* Prag Oyuncak Müzesinde Mussano tarafından çekilmiş fotoğraflardan biridir.

9 Ağustos 2011 Salı

Oy İstiyoozz.. LÜTFEEEN

Hayatım boyunca bu tip işlerden, yani çevremdeki birileri için ya da onların istekleri doğrultusunda birilerinden ricacı olmaktan hep uzak durmaya gayret ederken; bir yandan da "herkesin bir fiyatı vardır" tezini savunmuş biri olarak hayatımın baskı altında kaldığım ender hallerinden birindeyim bir kaç gündür.

Derin nefesimi aldım, terlemem geçti ve bütün cesaretimi toplayarak söylüyorum: Sizlerden oy vermenizi istiyoruz.

Bu noktaya nasıl geldim kendime şaşıyorum açıkcası. Bir haftadır üç kişiden oluşan şahane çetenin manevi baskısı altındayım. Lafı eveleyip geveliyorum ve bir türlü dilimin altındaki baklayı çıkaramıyorum farkındaysanız! Aslında arada çıkardım da çıkarmamış numarasına yatıyor gibiyim sanki...

Herkesin bir fiyatı var diyerek bir genelleme yaparken (sadece) maddi bir karşılık değildi sözünü ettiğim, bazen manevi bedeller karşılığında da insanlar prensiplerinden vazgeçebilirler. İşte ben tam da bu haldeydim. Asla kıramayacağım üç şahane: Zeynep, Naz ve Tırtıl; 9,10,11 Eylül tarihlerinde İstanbul'da düzenlenecek UNIROCK FESTİVALİNİN açılış gruplarını belirleyecek oylama için benden kendi destekledikleri gruba oy vermemi istiyorlar bir süredir. Ben oyumu verirken demişim ki bir de; isterseniz bir blog yazısı da yazarım. Aslında verdim bu sözü. Yani benim fiyatım da ödendi! Ama dedim ya şu bir şey istemek durumu iki arada bir derede bırakıyordu beni. Sonra (birkaç gün) durup düşündüm; kendi hür irademle bir karar vereceğim ve gereğini ona göre yapacağım dedim.

Türün baba gruplarını zaman zaman dinleyen biri olarak grubu inceledim, dinledim, şarkılarına ve kendilerine bakıp, "hiç bir baskı altında kalmadan" bir karar verdim. Lise öğrencisi gençlerden oluşan (içlerinde Zeynep'in kuzenin de bulunduğu)Tekirdağlı bu grubu gerçekten sevdim. Sonra bir kez de türe daha yakın olan Mussano'ya danıştım; o da "okeydir, müzikleri iyi" dedi, ve siteye girip oyumu gönül rahatlığı ile kullandım.

Şimdi.. sizden ricamız: Şarkılarını ve onları, heyecan ve tutkuyla ortaya koydukları emeklerini severseniz, festivalde açılış gruplarından biri olabilmeleri için oyunuzu onlara yani KATRAN KABİR'e vermeniz.

Uff yaa! Yani şu linkten girip oyunuzu KATRAN KABİR'e ve kural gereği iki gruba daha verir misiniz? LÜÜTFEEN:)

Ha, Naz'dan gelen son dakika bilgisine göre her gün siteye girilip bir oy verilebiliyormuş:)

1 Aralık 2010 Çarşamba

Vera

Enfes bir sabaha yürüdüm, içimde birikmiş ama bir türlü kağıda dökülemeyen onca yazının satırlarını aklımdan geçirerek...

Farkındayım ki; yaz uykusundan bir türlü uyanamayan yüze yerleşmiş serserilik, mutlu ve aptalca bir tebessüm, yazma konusunda inatçı bir tembellik, o tembelliğe çeşit çeşit bahaneler üreten öğrencilik halleri umursuz bir avarelikle hüküm sürmekte hâlâ...

Oysa, "Bizim operada sezon başlar ve ben yazarım," diye düşmüştüm ya bir cümle, bir yazının içine, iki ay önce... Artık, sevgili kişinin cümlesindeki gibi; kırmızı kar'ı bekliyorum ben... Çok tembelim artık, çok!

Her sabah, evet bu kez oturup yazacağım, diyorum. Heyecanım had safhada... Sonra oturup kalıyorum, bir sürü geyiğe takılıp öylesine oyalanıyorum. Aslında o kadar çok şey birikti ki... Yani malzemeden yana sıkıntı yok. E siyaset gündemi de fazlasıyla dolu... Günlük hayat dinamik. Üzerinde bir yıldır çaba harcadığımız bir önemli projenin gerçekleşmesi için harcadığımız emeğin karşılığını alacağımızı gösteren önemli gelişmeler de yaşıyoruz. Ama bir türlü yazamıyoruz. Yani ben!

Mesela, tarafımızdan pek kayda değer bulunmamakla birlikte yine de tiplemeleriyle güldüren Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun izlendi, yazılamadı...

Behiç Ak tarafından yazılmış, iki muhteşem oyuncu Seray Gözler Yeniay ve Adnan Biricik'in dört karakteri canlandırdığı; ilişki, iktidar, sevgi, evlilik, monotonluk, aşk ve macera, kadın ve erkek, birey ve politika üzerine çapraz ve paralel ilişkileri anlatan, muhteşem bir oyunculuk gösterisi olan, konusu sağlam, ritmi lezzetli, şiddetle tavsiye edeceğimiz "2x2" izlendi, yazılamadı...

Profesyonel ki üzerine çok lezzetli bir yazı okunarak not alınmıştı akıl defterine... İzlendi, yazılamadı. Zaten bahsi geçen yazının üzerine çıkacak bir yazı da yazılamazdı!

Carmen izlendi, yazılamadı.

Binbir Gece Masalları bale gösterisi izlendi, ki eleştirilecek bir iki balerine rağmen çok da beğenildi, yazılamadı... Ama cumartesi gecesi izlenen Bir Tenor Aranıyor, yazılacak sanırım bir iki güne kadar... Üstelik bu sezon; Tırtıl, Zeyno, Naz'la birlikte gidiyoruz gösterilere, sonra paylaşıyoruz izlediklerimizi ve oyuncular hakkındaki görüşlerimizi... Onların şahane tespitleriyle öğreniyor ve büyüyorum ben de biraz daha...

Gelirsek ana konumuz Vera'ya; başlığı okuduğunuzda yarattığı çağrışımı ya da algınızın seçtiğinin ne olduğunu tahmin edemiyorum. Açıkçası ben de bu yazıya neden olan cümleleri ilk okuduğumda doğru bağlantıyı kuramamıştım.

Yazı, geçenlerde aldığım bir e-posta üzerine aslında... Ve blog yazmanın bana kazandırdığı tanışıklıklardan yeni bir tanesi üzerine... Yazıya övgü ile birlikte, oradaki iki şarkı için "Nükhet Duru'nun şarkılarını ben duymamıştım, sayenizde öğrenmiş oldum, harika oldu. :) Benim de size bir önerim olacak..." kelimelerini içeren, iki de link eklenmiş, Arel Koray Nalbant imzalı bir e-postaydı aldığım.

Belki de kim ki bu Arel Koray diyeceksiniz. E-posta kutumda, kişilerimde olmayan ve daha önce duymadığım bu adı görünce, virüs falan da yemesem şimdi, diye düşünmedim değil açıkçası. Fakat konusuna dikkat kesildiğimde gördüğüm "Kürk Mantolu Madonna hakkında" ibaresi, elimi çabuk tutturdu ve açıp okuttu e-postayı... Kürk Mantolu Madonna üzerine bir yazı yazmıştım yaklaşık iki yıl önce...

Arel Koray, Vera adlı bir grupları olduğundan, kendisinin hem şarkıları yazdığından hem de
grubun vokalisti olduğundan söz ediyordu. Onun, Kürk Mantolu Madonna için yazılmış bir de şarkısı vardı.

Vera, Denizli'li gençlerin kurdukları bir grup. Sitelerini ziyaret ettiğinizde; amatör ruhlarının yanı sıra seçtikleri müzik yolunun ne olduğunu göreceksiniz. Belki bir gün oldukça yukarılara tırmanmış bir grubun ilk yıllarına tanık olacaksınız. Vera'nın Kürk Mantolu Madonna'sı ve diğer şarkıları için buradan. Grup hakkında ayrıntılı bilgi için de buradan lütfen: veraistanbul.com

Görsel: Kapının önü

13 Ağustos 2010 Cuma

Dil öğrenmeye meraklı mısınız?

Başlığa yanıtınız evet ise, ya da herhangi bir nedenle herhangi bir dili en azından günlük kullanım seviyesinde öğrenme ihtiyacı içindeyseniz, Livemocha adlı bu site tam size göre...

Siteyi, Erasmus kapsamında Polonya'ya gidecek olan Mussano'ya günlük kullanabileceği üç beş Lehçe cümle bulabilmek amacıyla nette dolaşırken buldum. Önce pek ciddiye almadım. Sonrasında merakımı yenemeyip üye oldum ve dün akşam denedim. Sonuç mükemmel!

İnternet için biraz da ironi yükleyerek sıklıkla kullandığım ifadelerden biri, sosyalizmin teoriden pratiğe geçtiği bir alan olduğudur. Uzun otomobil yolculuklarında, gittiğim güzergahlar üzerindeki küçük köylere, en ücradaki yerleşim yerlerine bakar, oradaki evlerden birini seçer, "Şu evde oturan yoksulla dünyanın en güzel şehrindeki en güzel evde oturan zengini, bütünüyle olmasa bile en azından bilgiye ulaşmak adına en çok eşitlemeyi başaran alan internettir," derim. İşte bu site bunun en güzel örneklerinden biri; çünkü hiç bir para talep etmeksizin, dünyanın pek çok dilini hiç değilse günlük kullanabileceğiniz ölçüde öğretiyor size... Üstelik bunu son derece iyi bir metodla yapıyor. Bir yandan sesli cümleler kurarken, aynı anda görüntü altında cümlenin yazılışını sunuyor size... Ve tek bir çevir tıklamısıyla cümlenin Türkçesini öğrenmenize olanak tanıyor. Bununla da yetinmeyip, her bölümün ardında sizi sınava çekerek, başarı oranınızı karneliyor. Öğrenmek istediğiniz dille ilgili bilgi düzeyinizle doğru orantılı olarak farklı kur seçenekleri sunuyor.

Site aynı zamanda sizinle aynı dilde eğitim alanlar arasında pratik yapabileceğiniz bir sosyal iletişim alanı da yaratıyor. Siteye e-mail adresinizle üye oluyorsunuz ve aktivasyonun ardından öğrenmek istediğiniz dili seçip, hemen eğitime başlıyorsunuz.

Bu kadar övgünün ardından; dil öğrenmek kendi ilgi alanınızda değilse bile çocuklarınızın eğitimine katkı yapabilmeniz adına, en azından bir göz atmanız için, sizi bir tıkla yollayacağım ve memnun kalacağınızdan şüphem olmayan yer Livemocha .

22 Nisan 2010 Perşembe

Ara Sıcak

Alkışlar, Samsun Devlet Opera ve Balesi Basın, Protokol ve Halkla İlişkiler Bürosuna...

Antenleri hayata açık biri olduğuma sık sık vurgu yaparım. Bir de, bu açık antenlerin algıladıklarını birikmişliklerle çarptığımda çıkan sonuçların, oluşmuş yargılarımın beni hiç yanıltmadığının övüncünü tekrarlarım, sıklıkla...

Bu yıl, yazılarda ağırlığı sinemadan alıp tiyatroya, baleye, opera ve klasik konserlere kaydırdım. Farkettim ki sinema hiç de sahipsiz değil. Bir çok sinema sitesi, dergisi, televizyon programı, blogu var. Öte yandan sözünü ettiğim sanatlara yönelik, insanların iştahını açacak, onları bu alanlara yöneltecek, onca emeği ve güzelliği farkettirecek yazı ve kaynak yok denecek kadar az.

Bu bilinçli bir seçim değildi başlangıçta, bunu belirtmeliyim. İlk konser yazımı yazdığımda böyle bir misyon biçmemiştim kendime... Ama o kadar keyifli saatler geçirdim ki Samsun Devlet Opera ve Balesi'ne konukluklarımda; o kadar güzel ve samimi temsiller izledim ki; kaçınılmaz bir biçimde, bu keyfin bir yansıması olarak her seferinde kendiliğinden gitti parmaklarım, klavyenin tuşlarına... Tıpkı bir bestecinin, bir şairin, bir yazarın ilham geldiğinde kendini zaptedemez güdüleri gibi... Farkındaysanız konukluk dedim. Bu boşuna seçilmiş, yazıyı süslemeye yönelik ya da kurumu parlatma maksatlı bir vurgu değildir. Bu gerçeğin ta kendisidir. Bir kurumun, özellikle başında devlet yazan bir kurumun içinde kendinizi konuk gibi, daha özü, kendinize ait bir yerde gibi hissetmenizin ne kadar özel bir hal olduğunu sanırım hepimiz biliriz.

İşte her temsil yazımın içinde samimiyetine ve konuklarına ayrımsız saygısına vurgu yaptığım Samsun Devlet Opera ve Balesinden bir e-posta aldım, hafta içinde... Bunu paylaşmakta ki maksadım kesinlikle kendime, blogun okunur olduğuna bir vurgu değildir. Hissiyatımın ve kanaatlerimin hiç de yanlış olmadığının, gözlemlerim sonucunda oluşmuş yargılarımın bir kez daha doğru çıkmış olmasının çocuk sevincidir. Burada öne çıkarmak istediğim şudur: Bir kurum düşünün, internette kendince yazan bir blogun yazılarına ulaşıyor. Sonra bu kurumun basın protokol ve halkla ilişkiler bürosundan değerli ve sorumlu biri, bu blogun iletişim adresine, bir kısmını buraya taşıdığım şu cümleleri içeren bir e-posta yazıyor:

Merhabalar,

Blog sayfanızda Müdürlüğümüz hakkında yazmış olduğunuz yazılarınızı geç de olsa takip edebilme fırsatımız oldu. Temsillerimiz hakkında bu kadar eleştirel gözle bakmanız ve sitenizde yapmış olduğunuz yorumlarınız için müdürlüğümüz adına size sonsuz teşekkürlerimizi sunarız. İletişim bilgilerinizi bizimle paylaşırsanız sizinle daha yakın ve sağlıklı bir diyalog kurmak isteriz. Blog sayfanızı Samsun Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü Halkla İlişkiler, FACEBOOK sayfamızda paylaştık. Bilgilerinize.... Tekrar teşekkür ederiz."


Bu zarafet üzerine, hareketin şıklığına vurgu yapan kendimce cümleler yazmayacağım. Çünkü sanatçılarıyla birlikte bir kurumun çalışanlarının ne kadar naif, izleyicilerine ne kadar saygılı, işlerine ve kurumlarına ne ölçüde tutkuyla bağlı olduklarını ve güzel yüreklerini, yazdığım teşekkür e-postasına verilen yanıttaki şu cümlelerden daha güzel hiçbir şey anlatamaz.

Merhabalar;

Yapılan sanatın, sanatçının ve bütün teknik ekibin asıl amacı olan izleyicisine bir değer katabilme çabasının, sizinle anlam kazandığını ve diğer izleyicilerimize de yaptığınız çalışmalar ile anlam kattığını görmek, bizim gurur ve mutluluk tablomuzun en güzel rengi olmuştur...
.......

Göstermiş olduğunuz duyarlılıktan ötürü tekrar, şahsım adına tüm Samsun Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü çalışanları olarak size müteşekkiriz. En kısa zamanda tanışmak ümidi ile...



11 Nisan 2010 Pazar

Güzel Bir Gün Güzel Bir Tanıklık

Dün, Bandırma Vapuru ve çiçeklerle süslü alanda dolaşıp toplara ve mayınlara bakarken ve bolca da şakalaşırken Tırtıl'la, toplardan birinin yanındaki levhada yazılı olan (ve bilmediğim) hikâye dikkatimi çekti. Açıkcası, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı'yla ilgili bazı yazıların, bazı hikâyelerin, bazı kişiler tarafından samimiyetsizce abartıldığını da düşünen biriyim.

Zaman içinde kendi bakış açımı geliştirdikçe, birçok şeyi de yerli yerine oturtmaya başladım. Önemli olan, okuduğumun ya da baktığımın o an ruhumda titrettiği yerler oldu. Ruhumda ve aklımda yarattığı etkiye göre kabul görür oldu belgeler, hikâyeler.

Bir kopyasını buraya taşıdığım, eğer uzun bulmazsanız okuyacağınız yazı, ilk satırlarından itibaren nefessiz bıraktı beni, çok etkilendim. "Aslı var mıdır, yok mudur?" diye hiç sorgulamadım. İnandım.

Küçük ve çok kola içen bir çocuk, hatta babaannesi her namaza durduğunda, "Şu kolayı icad edene de bir dua eder misin?" diyecek kadar kola tutkunu olan bir çocuk olarak; "Aynı şişeye bir daha rastgelir miyim?" merakıyla şişelerin altına iz bırakırdım. Bu yüzden belki de gerçekliğine çok inandım ve belki de bu yüzden çok ısıttı yazı beni...


GAZİ KOVAN

Mart 1921 İnönü Ovası insanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş´un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu. Ethem Çavuş, 75 mm´lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.

Kovanın üzerinde: "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339*İnönü" yazıyordu.

Birinci İnönü Savaşı’nın en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara´daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi. Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının "kalem" dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı.

"Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339** İnönü"

Beş gün sonra Ankara Atölye´nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi. Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı.

"Kamil Usta! Müjdemi İsterim! Senin yavru cepheden dönmüş!".

Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kamil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kamil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı.

Ustalar, İş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı.

Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı.

Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi.

Kovan, Birinci İnönü Savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kamil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.



Eylül 1922 - Ankara

Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı.

Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, İstiklal Savaşı’nın her zorlu durağından Ankara´ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir´e girdiği gün Ankara´da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta;

"Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8.Batarya 12 Muharrem 1341*** Banaz" yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;

Bismillahirrahmanirrahim.

Selamün aleyküm gayretperver ustalar.

Allah´a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir´e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz´daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar´ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuş´un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik.

Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun.

Yüzbaşı Muhsin Talât 4.Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli"

Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler.

Kamil Usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.


Ocak 1923-Ankara

Savaşın bitmesinin ardından Ankara´daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu.

Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının-belki de yıllarca- sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı.



29 Ekim 1923 - Ankara

Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu.

Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu.

101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş´un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat´ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.

"Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.

"Evet teğmenim? Sizi dinliyorum"

Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı.

"Yüz birinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim"

Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti.

Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı.

Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...

On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi.

Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara´nın her duvarından yankıyıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki.

Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı.

Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile…


Eğer okuyup da buraya ulaştıysanız Bandırma Vapuru'nda bir turu da hakettiniz demektir, iyi seyirler. (Sanal turu sakın ihmal etmeyin.) 

16 Mart 2010 Salı

Bari Bu Kez Kaçırmayın!..

Devrim Arabaları... Arşivlenesi Bir Film*

Bir dönemi baştan sona alıp, içine o dönemle ilgili bir sürü yan hikaye koyan, toplumsal hayranlıklar ve sahiplenmeler üzerinden ticaret yapan, reklamlarla parlatılan, tepeden bakan bir seçkincilik ve 'en ben bilirim' egolarıyla kendi markasını satanlar tarafından yapılmış 'uyanıklık' kokan filmlere, kitaplara, oyunlara hep uzak durmuşumdur. Bir dönemi ve insanları; kıyıda köşede kalmış, ticari kaygılar taşımayan niyetlerle ortaya koyulmuş, isimsiz insan hikayelerinden yola çıkarak oluşturulmuş samimi ve mütevazi eserlerden anlamayı da çok severim. Devrim Arabaları bu anlamda çok başarılı bir filmdir. Anlı şanlı pek çok ticaret kokan dönem filminden çok daha fazla şey anlatır. Ve aslında bu tür filmlerin izleyicisi çoğaldığında, bizler sahip çıktığımızda, daha fazlalarının yapılması konusunda cesaret de vereceğiz insanlara... İşte o zaman, gerçek tarihimizle daha sağlam bağlar kurup, hem resmi ideolojiden hem de bir takım seçkinlerin çok bilmişlik yüklü bakış açılarından gözümüzün önü serilen statükocu anlayıştan kurtulmuş bir tarih bilincine ulaşacağız.

*Aşağıdaki yazıyı Ekim 2008'de Captaiin yazdığında, sadece okurken bile gözlerim dolmuş tüylerim diken diken olmuştu. 'İnsan bir film' olan Devrim Arabalarını; "Çılgın Türkler"in en gerçeklerini, en doğal halleriyle görmek için mutlaka izleyin.

"129 gün kaldı" sadece 129!..

Ortada bir avuç mühendis, yetersiz bir bütçe, kalıpları bile olmayan otomobil parçaları ve büyük yerden verilmiş emirle hantal iki demir kapının virane bir atölyeye açılmasıyla başlar, devrimin hikayesi...

Sürekli gidip gelen elektrikler eşliğinde yola yüreklerini koymuş , en büyük avantajları olan "kimseciklerin onlara inanmıyor oldukları" gerçeğiyle başbaşa mühendisler, işçiler, Recep ustalar...

Demirin cız ettiği yerler...

Başedebilirsen helal sana dedittirecek bürokratik engeller devamında sürekli çalan telefonlar, ve olumsuz haber telgrafları...Yetişmesi belki imkansız 'siparişler'e dökülen alın teri.

Devrim; ilk Türk Malı otomobilin üretim aşamasında işe sevdalarını, umutlarını ve inançları koyan; eşini, çocuğunu, evini unutup çalışan insanların birliktelik hikayesi...

"Devrim Arabaları" tek solukta izlediğim ve çok uzun zaman sonra tüylerimi ürpertebilen arşivlenilesi bir Türk yapımı...

Tam isabet bir kadronun, doğal mekanın ve güçlü müziklerin ahengi...

55 gün kaldı!.. Sadece 55!..

9 Şubat 2010 Salı

Ara Sıcak


LA PARAGAS blogun felsefesini ve yaşama bakışını oluşturan cümlelerinden biri şuydu: ''Yaşamım boyunca çok hediyeler aldım. Ufaklı büyüklü ödüller... Ama gözlerdeki ve cümlelerdeki içtenliğin, samimiyetin ve yürek sıcaklığında sunulmuşların değerine, adet yerini bulsun ya da bir çıkar gözeterek verilmiş hiç bir hediyenin büyüklüğü ya da ekonomik değeri ulaşamadı.''

Bir buçuk yıl önce başlayan serüvenimiz içinde pek çok yazımız farklı alanlarda linklenerek yayınlandı. Bizi çok mutlu eden yorumlar aldık ve çok hoş e-postalar. Hiç bir yorumu bir diğerinin üzerinde görmedik. Şahane dostlar edindik. Bu zenginlik içinde devam ederken serüvenimiz, çok güzel iki olay yaşadık geçen hafta içinde... Hafta başında facebook.com üzerinden gelen izleyici dikkatimizi çekince, çıkış noktasına yönlendik. Gittiğimiz yer Senfonik Konser: L.V. Beethoven yazımızda kendinden söz ettiğimiz, ülkemizin yetiştirdiği nadide sanatçılardan Yeşim Gökalp'in sayfasıydı. Yazımızın bu kadar büyük bir sanatçı tarafından kabul görüp değer atfedilerek dostlarıyla paylaşılması ve o camiada okunuyor olmak mutluluk vericiydi.

Henüz bu olayın keyfini çıkarırken; daha önce yazılmış, Bir Trakya Masalı başlıklı yazıya düşülen yorum, hem bir şaşkınlık, beraberinde de büyük bir onur yaşattı bize.

Bir kitabı keyifle okumuş bir okuyucu olarak yazdığınız tanıtım yazısına kitabın yazarının teşekkür yazması, bunu yaparken de yazınızın biçemini övüyor olması, sizinle tanışmayı dilemesi nasıl bir duygu yaşatabilirse tam o tadla, çocuk sevinçlerimizi zıplatan bir lezzet yaşadık. Teşekkürler Sayın Ekmel Denizer.

Fotoğraf : La Loba
deviantART

24 Ocak 2010 Pazar

Farkında mıyız?


Düştükleri yere ağıt etmeye gelmiyorum,
Size koşuyorum yaşayanlara;
Hepinize koşuyorum
Ve göğsümü yumrukluyorum:
Sizlerden önce ölenler oldu hatırında mı?


Pablo Neruda

6 Aralık 2009 Pazar

Karpuz Kabuğundan Gemi Yapanlara...

Ahmet Uluçay'ın anısına...








Işıklar sönüyor, iki film birbirine karışıyor.

Sıcağın sessizliğinde bir kasabadayız; kavurucu yazın iş saatleri yalnızlığında sokaklarda... Köşe başında; esnaf bezginliğinde karpuzcuyla, karpuz kabuğundan gemi yapma hevesinde çırağı... Siyah saçları zülfünde bir kız: henüz görmedik... Berbere teslim edilmiş, kendini beğendirme saçlarının telaşında çocuk; cebinde sevgiliye aynası ve tarağı ile...

Şimdi; akıp giden ağaçlara ve zamana yolcu bir tren kompartımanında, eski kenti kaydedecek bir kamera dağlardan yol bulup akan kışın ırmaklarını izliyor.

Çocuk, karpuz kabuğunda yürüyor, hapsolmuş aşkın ilan edilmemiş yüküyle; uzak fotoğraf kareleri gibi sessiz!.. Bir arkadaş; söylenmemişi, söylenemeyeni kusma niyetine telaşlı; gemileri ortak!..


Ön kompartımanda; meraklı yanakları al al, utangaç gülüşlü çocuklar...

Saçları kırık aynada ıslanıp siyah saçlı kıza şekillenmiş çocuk, ortağı ve diğer ortağı -ki sevdasını göremedi diye karpuz kabuğundan perdede, hayallerine kıyamayıp hayallere kıydı, deliydi! Gizlerinin telaşında, yalanların siperindeler...
Bir istasyondayız... Bir kadın bindi; badem gözlü, elinde pazar yeri gofretleri...

Çocuk: Sıcağın duvar dibinde,elinde çay... Siyah saçlı kız göz ucunda... Kızsa, derinlerin kabulünde bir reddedişle beğenmezlikte... Pencereye saklanmış bir bakışın tülünde teneke saksıda pembe çiçekler...


Şiirin hareket memuru: Ki az önce gişede biletçiydi, ondan önce müdür odasında istasyon müdürü... Şimdi, kırmızı yeşil tabelasıyla başında lacivert şapkası, uğurlar olsuna çalacak düdüğü ve yalnızlaşacak az sonraya... Oysa, akşam memurlarını çağırmıştı yalnızlığa!.. Geç vakitte sığıvermişlerdi bir odaya tek kişilik bir kalabalıkla...

'Yürüsene be adam, hadi yürü' öfkesinde saniyede yirmidört kareye dönüyor kollarımız...

Dışarıda esen rüzgara uzatamadan kafamızı, o treni yalayıp geçiyor sürekli; serinini camlardan koridora bırakarak... Karşı yamaçta bir adam takılıyor kayıda, belli ki telaşları çocuklarına... İstasyonda binen kadının çantasında çarşının ekmek kokusu... Karanlığın mumunda makinenin hayali... Dışarıda mayıs dirilişi, rayların kenarında öbekler, beyaz yakalı köy yüzlü maviler... Senaryolar yazıyoruz karpuz kabuğuna !..

Ön gruptan bir çocuk çekingen bir hevesle soruyor, ''TRT'den misiniz?'' Bir ön yargının anlık ele geçirmesi sonraya pişman bir cevap veriyor; ardında utanmanın sevecenliğini yeşerterek...

Siyah saçlı kız, derinlerin öfkesinde koyuyor mektubu yüreğinin derinine; ve kendi izbesinde, çarpan bir nefesle okuyor sığınmış her satırın yalnızlığını...


Gelecek bir zamanda, bir filmin jeneriğinde adı okunacak(ön kompartımandan gelen)çocuk, ''senaryolar yazıyorum, kasaba gazetesinde yazılar,'' diyor!.. Sohbet koyu ve bir kamera dokunulacak kadar yakın şimdi. Genç adam çocuğa dokundu! Hayalleri hayal olmaktan çıksın diye...

Siyah saçlı kızdan ses yok. Yürekte merakın kaygısı... 'Üstünü ört' diyor, suratındaki tokatın kızarıklığını örten çocuk: ''Sen ünlü bir yönetmen olduğunda kızlar gani'' Kaç gani o yüreğe örtü ki?
Meraklı yanakları al çocuk, yeni senaryolara iniyor sıcak simit kokulu istasyonda... Filmde kan ter içinde bir öfkedeyiz; anasını sattığımın adamı yürüsün ışığın vurduğu perdede diye!

Kampanalarda istasyon sesi... Badem gözlü kadın iniyor; gofretlerle ve çarşı kokan ekmeklerle... Yamaçtaki adam uzanıyor güleç bir minnetle, elindeki torbalarla pazara satılmış süt bidonlarına; bir de çocuklarının anasına... Düdük duyuluyor! Ağır bir gıcırtıyla hareket eden tren yalnızlığı bırakırken arkasında, kadınla adama köy yüzlü bir kurbağa katılıyor; terli önlüğünün oyuna karışmış tozuyla... Tren uzaklaştıkça hızlanıyor. Onlar; tren uzaklaştıkça yaklaşıyorlar.

Kumlara uzanalım diyor, arkadaşının aşkına ulak olan çocuk... Karpuz kabuğundan bir deniz, sıvanmış paçalara yan gelip yatılmış bir kumsal...


Kapıdan giren ışık hüzmesinde bir genç adam, hediye paketinde çikolata... 'Karpuz kabuğundan gemi yaptım' der gibi... Dedi!

Bir anne, bir baba, bir çocuk evlerinin huzuruna yürüyorlar sırtlarında e(K)mekleri... Size diyor, teşekkür diyor, o trende diyor, karşılaşmasaydık diyor... diyor... diyor... diyor. İki damla yaş yerinde duramıyor. Eski kente bir kaçış, bir hayata dokunuyor. Bir hayat hayata akıyor, on evvel zaman önce...


Yazıda kastedilen ve uyarlanan şiir, Ö.Asaf'ın -kalın istasyonu-adlı şiiridir.

İlk Yayın Tarihi: 09.08.2008

4 Aralık 2009 Cuma

Hissesi Olan Küçük Bir Öykü Bu..

İlkokul üçteyken:

Bir sabah arkamdaki sıraya iki çocuk geliyor: Sessiz, sınıfın kalabalığından uzak, diğer çocuklara benzemeyen iki çocuk.

İlgimi çekiyorlar. Farklı, yalnız, kendilerine yabancı bir kalabalıkta birbirlerinden güç alan iki arkadaş. Koca bir sınıfın içinde iki kişilik gettolarına sığınmış, ötekilerden soyutlanmış iki çocuk.

Günlerden bir gün bir beslenme saati:

Bütün sınıfta hummalı bir telaş, herkes beslenme çantalarına yerleştirdiklerini sıraların üzerine çıkardıkları örtülere yayıyor. Bizim 6 kişiden oluşan kümemiz hemen onların gettosunun önünde. Onların sırası, benim arkamda ve sınıfın arka duvarının hemen önünde. Bir gün önce en amcam, sadece pastanelerde görebildiğimiz portakal sıkacaklarından almış bize, ve bir de tost makinesi; okul kantininde ve bir kaç kafeteryada gördüğüm, arada bir alabildiğim tostları yapan makinenin aynı markasının en küçüğünden: Ce-Zi-Ne... Markanın açılımını öğrenmişim amcamdan ve çok keyifle paylaşıyorum bu bilgimi...

O gecenin sabahında okula gitmeden önce, koca bir şişe portakal suyu sıktırıyorum ve 6 tane tost yaptırıyorum bizim küme için.

Hırçınlığını, farklılığını ve dik duruşunu sevdiğim şehrin zenginlerinden bir kuyumcunun kızı; sadece çizgi romanlarda koşturan köpeklerin ağzında görebildiğimiz, şehrin en sosyete kasabında satılan, henüz, seçkin ve sosyete yiyeceği olarak çok dar bir kesimin dışındaki mutfaklara girmemiş olan sosis dolu tabağını çıkarıyor. Sonra, kendinin bir şey yemeyeceğini söyleyerek sakın almayın der bir edayla sosisleri uzatıyor -ya da biz öyle anlıyoruz- tadı nasıldır acaba diye merakla bakıyoruz. Yutkunuyoruz ama istemiyoruz. Ve o, çıkardığı hızla sıranın gözüne koyuyor sosis dolu tabağı. Hepimizin aklı, 'sosis nasıl bir şey ki acaba' da kalıyor.

Bütün bir sınıf, her bir kümedeki şen lakırtılar eşliğinde keyifle yerken yiyeceklerini, bir an arkamdaki yalnızlığı fark ediyor ve onlara dönüyorum. Kendi tostumu ve sosislerini paylaşmamak için hiç bir şey yemeyeceğini söyleyen kızın tostunu onlara uzatıyorum. İkisi de ağız birliği etmişçesine kabul etmiyorlar ve belli ki bu konularda tembihliler.

Yıllar sonra:

Mağazanın kapısından uzun boylu kumral bir genç adam giriyor. Ben yaşlarda. Bir araba için vitrinde gördüğü karbüratörü soruyor. Fiyatını söylüyorum. Sonra tanışıklık vererek adını söylüyor. Sarılıp öpüşüyoruz; o iki çocuktan Hicabi bu. Hurdacılık yaptığından söz ediyor. Diğer arkadaşı soruyorum. Onun da kendiyle aynı işi yaptığından, sıklıkla görüştüklerinden, hatta birlikte olduklarından söz ediyor. Selam yolluyorum. Aradan bir kaç gün geçmişken diğeri de geliyor mağazaya... İkisinin arabaları da aynı marka bir kamyonet. Bir süre müşteri, arkadaş, dost olarak devam ediyor ilişkimiz. Sonra kopuyoruz ve uzun süre göremiyorum onları.

Yıllardan bir kaç yıl sonra:

Alacak tahsili için Belediyedeyim. Koridorda ilerken bu iki çocuktan adı Murat olana rastlıyorum. Sarılıp öpüşme faslından sonra, artık belediyede çalıştığını, hurdacılığı bıraktığını öğreniyorum. Hurdacılık işinde çektiği sıkıntılarını, sosyal güvencesizliğini, bizden arabası için aldığı yedek parçaların paralarını ödeme konusundaki zorluklarını bildiğim için seviniyorum onun adına.

Bir kaç yıl daha sonra :

Tarihi sebze hali ve şehrin nikah salonuyla birlikte bir sürü dükkanın olduğu bina, yerine daha modern bir alışveriş merkezi yapılmak üzere yıkılıyor. Önünden geçerken fark ediyorum ki üstlenici firmanın proje yöneticisi liseden beri arkadaşım olan, beraber eğlenip güldüğümüz, her türlü pervasızlığı yakıştıra yakıştıra yaptığımız C. Şehrin en zengin mütehaitlerinden birinin oğlu ve işin yüklenici firma adına taşeronluğunu yapıyorlar. Oralarda işim olduğunda sıklıkla yanına uğruyorum. Günlerden bir gün, onların inşaatın hemen yanına kurulu ofislerinde laflarken Murat'ı görüyorum. C. tanıştırmaya yelteniyor, biz sarılıp öpüşüyoruz. Öğreniyorum ki Murat belediye adına inşaatın kontrolünden sorumlu...

Bir kaç yıl daha sonradan bir kaç hafta sonra:

Yine o bölgede halletmem gereken işlerin arasında, arabayı onların inşaata park ettiğim için uğruyorum şantiyeye. Çaylar söyleniyor. Üç beş laftan sonra Murat izin isteyip bir iş için dışarı çıkıyor. C, Muratı insan olarak çok seviyor. Ama son bir kaç gün içinde yaşanan bir olaydan dolayı da gülerek ve birazda fırlamaca serzenişlerde bulunuyor.

Olay:

Binanın kazısı sırasında toprakları taşıyan kamyonlardan biri yükünü dolgu yapılan boş bir bölgeye boşaltırken aracın şoförü, boşalttığı toprağın içinden eski paraların ve altınların çıktığını fark ediyor. Niyetlerde bunları pay etmek varken, Murat durumdan bir şekilde haberdar oluyor. Onun tavrını sezdikleri için yoğun bir ikna çabası içine giriyorlar, çıkanları iç etmeyi düşünenler. En azından, kendi pay almasa bile görmezden gelmesini öneriyorlar. Murat bunların hepsini kulak arkası edip doğru müzenin yolunu tutuyor ve onları haberdar ediyor durumdan. Bugün şehrin müzesindeki önemli eserlerin bir kısmı onlardır.

Geçen gün yine yolda karşılaştık Murat'la, çocuklardan konuştuk. En çok onun çocuklarından... Karısından, çocuklarından, yuvasından söz ederken ki ifadeleri, yüzündeki mutluluk müthişti. Sonra ondan ayrılıp yürürken, onun üzerine upuzun bir yazı yazmayı düşledim. En çok okula geç kaldıkları sabahlarda mazeret olarak beyan ettiklerine takılı kalmıştım hep. Hazırlanamamak? Sormuştum kim hazırlıyor sabah okula sizi diye... Ablalar demişlerdi... O ablaları, onların yüreklerindeki paylaşma ve yardım duygusunu, dayanak olma hallerini hep merak etmiştim. Sonra ayağım hiç kesilmedi çocuk yuvalarından...

Murat, sadece bir tek kararıyla bile ve üstelik yoksul, kimsesiz bir çocuk olarak büyümüş olmasına rağmen insanlığını ortaya koydu. Emin olun C. onca zenginliğe ve varlık içinde büyümüşlüğe rağmen, eğer Murat gibi biri olmasa iç ederdi çıkan hazineyi. (En azından bir kısmını)

Hikayenin kıssadan hissesi ve önermesi şudur: Eğer çocuklarınız varsa, bir çocuğunuz daha olsun. Eğer çocuklarınız yoksa, bir kaç çocuğunuz birden olsun. Yolunuz arada bir de olsa kimsesiz ve yardıma muhtaç çocukların olduğu yollara çıksın. Aşağıdaki logoyu tıkladığınızda gittiğiniz yer de başlangıcınız olsun.

6 Ekim 2009 Salı

Telvin mi, Telvin Etmek mi?*

Evrenin Dünyası'ndaki Gitmek Köklerinle Birlikte başlıklı yazının içindeki; Bugün Sevgili Pino'nun; 34. yaşını kutlamak üzere, gecikmeli de olsa uğradım durağına, Gitmek İstiyorum yazısını okudum... Ve okurken, yanda gördüğünüz fotoğrafa, yorumlarda kelebek olsam diyen Uzağa Giden Kadını fark ettim; o şehir şehir dolaşıyor biliyorsunuz, satırlarını ve yazının tamamını okuyunca, ve altındaki yorumlara da göz atınca düşündüm ki; bir yolculuk arzusu almış başını gidiyor. Bu sabah bir dergiyi kurcalarken gözüme ilişen Kaya Tanış imzalı bir yazıdan sonra konu üzerine bir şeyler yazma fikrimden ve eyleminden vazgeçtim.

Yazan söylenecek söz bırakmamış ki:

Tasavvuf Edebiyatında "telvin", halden hale geçmektir. Bir halden bir başka hale geçmek, dönüşmek, değişmek... Bu geçiş esnasında, ilk durumu çoğunlukla unutmak ve içinde bulunulan duruma uyum sağlayıp; bir sonraki telvin halini -durumunu- düşünmek ve buna hazırlanmaktır. Kişinin içsel olarak kendini tamamen bırakması ve bir arayışın içine girmesidir. Ozanın deyişiyle: "Bir kapıdan içeri girilir, kapı kapanır. Ve sonra, bir kapı aranmaya başlanır; başka bir kapı: O odadan çıkmak için gerekli olan, bir başka kapı."

Kişi telvin halindeyken bir başka boyuta erişmiş şekildedir. Durgun gibi görülen, ama kendi içerisinde yoğun bir devinimle bütünleşen, derin ve erişilmesi zor bir boyuttur bu. Her bir adım içsel yolculuklarda katedilen yolları neredeyse arındırarak atılır; her bir zerre bu yolculuklarda tıpkı han misali; kişinin tüm yoğunluğuna ve yorgunluğuna ortak olur ve her bir kapı; bir halden başka bir hale geçişin, önceki ile sonrakinin, geçmiş olanla gelecek olanın kilidini ve anahtarını üzerinde barındırır.

Kapı kapanır, bir yol açılır; kapı açılır, bir yol kendine yürür...

David Le Breton'un unutulmaz eseri Yürümeye Övgü'de bahsettiği gibi; "Yürümek, aslında yaşamın o kendine özgü zamanını yeniden bulmaktır." İşte telvin halindeki insan da en çok bu nedenle yola çıkmıştır. Bulmak için: Zamanı, içindekileri ve kendini bulmak için...

Tüm yolculukların da içinde ve sonunda barındırdığı, o en temel öge bu değil midir? Aramak ve bulmak. Bu yüzden her yolculuğa çıkışımda kendimi tıpkı bir telvin halinde gibi hissederim. Büyük bir arayışın içinde yoğunlaşmış, neredeyse kendimden geçmiş ve herşeyi unutmuş... Birçok yolculuk da bu nedenle yapılmaz mı zaten? Unutmak için. geçmişi, geride kalanı... ve tanımak için; o anı, şimdiyi...

Hayatlarının büyük bir bölümünü ya da önemli bir bölümünü bitmeyen yolculuklarla geçiren insanlar; durmadan yorulmadan meydana gelen bu hal değişikliklerini özümsemesini, hayatı tıpkı bir yol gibi özenle adımlamasını, durulan yerle gelinen yer arasındaki o ilişkiyi; kalanla gelen arasındaki o ilişkiyle bütünleştirmesini bilen insanlardır. Tüm bunların üzerine bir de yazma eylemini eklersek, ortya şu çıkar: Bedenen katedilen yollar, ruhen bir sonsuzluğa ulaştırmıştır insanı: Yazıya...

Yazı; 25 Eylül 2009 tarihli k adlı dergide Kaya Tanış tarafından kaleme alınan Alberto V. Figuero üzerine bir analizden alıntıdır.

*Telvin: Boyanmak
*Telvin etmek: Boyamak

Görsel: videlec.org

3 Eylül 2009 Perşembe

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Mona Lisa' yı Haşlamak !


Senaryo 1:

"Sen ne uyanık kadınsın böyle! Aynı anda hem benden daha güzel, hem daha masum, hem daha cezbedici, hem de daha gizemli görünebileceğini mi sanıyorsun? Siz İtalyan hanımlar artık çok oluyorsunuz! Biz güzelliğimizi, kesinlikle akraba evliliği yapmamamızdan, her zaman en doğal halimizi yansıtmamızdan alırız. Sizin gibi yapay, sahte güzellik peşinde değiliz! Senin o yapmacık yüzünü bi haşlayayımda gör!"

Kaynak: Macar Salatası.blogspot

Diğer iki senaryo ile yazının tamamı ve diğer güzel yazılar için buradan lütfen !..

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP