23 Ağustos 2018 Perşembe

Bambis Rigi ve Eski Tiflis'de Bir Bohem Akşam

 Öncesi

Günün ruhları dürtükleyen saatlerindeyiz. Vaktin rengi şapşahane. İştahımızda en ufak bir yorgunluk, en ufak bir güç kaybı yok; aksine, tazelenmiş bir heyecanla ikinci perde başlıyor sanki. Şimdi bu ılık şehrin Old Tbilisi denen bölgesinin kutsal olanlarla yeme içme noktalarının iç içe olduğu kısmındayız. Çok davetkâr mekânlarla dolu, farklı ülkelere ait olmalarına rağmen yaşamla ilişkileri benzer, pek çok ortak paydaları olan insanlarla kalabalıklaşmış, zenginleşmiş ve farklı kültürlerin bilmediğimiz renkleri ile boyanmış bu kadim sokakların olağanüstü müziğinin tadını çıkarma vakti.

Gördüğüm anda heyecanın dibine vurduğum mimarinin kan akışı yüksek damarlarında, bayıla bayıla yürüyoruz. Kâh durup ilginç bir mesajla çağıran barların fotoğrafını çekiyor. Kâh bir objenin cin fikirlerine göz atıp yorumlar yapıyoruz. Sanki yoğun bir günü ve izlerini bölgeye girdiğimiz anda bir askıya asmışız gibi taze ve yepyeniyiz.


Yukarıdan gördüğüm dış ve iç bükey iki güzel binanın arasındaki Bambis Rigi Sokağı oldukça kozmopolit; çok keyifli hikâyeler anlatıyor ve çok eğlenceli. Sanat galerileri, barları, kafeleri, her yerden gelen farklı müzik sesleri, mağazaları, takı tasarımları ve seyahat acentaları ile başka; biraz pavyon havasında oldukları izlenimi yaratan, biraz da avcı olabilecekleri fikrini hakim kılan davetkâr bir kırmızı ve siyahın hakim renk olduğu -cazibeli- mekânları ve o mekânların  kapısında gördüğümüz çok renkli, kıvamında bir abartıyla ama hoş boyanmış, bir Fellini filminin oyuncuları tadındaki sevimli genç kadınlarla da başka bir hikâyenin içinde gezdiriyor sokak bizi. Hani yemek sonrasında, tatlı bir çakırlık içindeyken tekrar buraya dönsek, bunlardan birinin sokaktaki rüküş koltuklarına otursak, bir bira ya da kahve içsek hiç fena olmazdı gibi geliyor şimdi.


Erekle Caddesine gelmeden ulaştığımız minik meydandan sola dönüyoruz, sonra bildiğimiz bir şarap mekânını buluyoruz. Dışarıdaki masası bir an olur dedirtiyorsa da mekânda bir hayat belirtisi yok. Masanın üzerindeki menüsünü inceliyoruz bir süre, sonra bir genç geliyor dışarı... ya mekânda yeni ya konuya uzak, içeriyi dolaşıyoruz ki kimse yok. Yaz değil de bir kış ya da sonbahar akşamı için güzel sanki mekân. Şarap skalası epey geniş ki aynı zamanda satıyorlar da. Sorularımıza pek yanıt veremiyor genç ve yardım istediği yerden de ses gelmiyor.

Çıkınca dışarı bir eski, Hugo romanlarındakine benzer, sanki yetimhanesi de varmış hissi veren,  ziyaret eden insanlarla canlı kilisenin önünden, Sinagog'a doğru yürüyoruz. Yürürken geniş bir tarihsel sürecin içindeyiz; bugün, dün, 100 yıl önce, bugün, bin yıl önce, bugün, orta çağ, şimdi şeklinde bir zaman yolculuğu. Heyecanımız Sinagog ama! İhtişamlı, sakin ve vakur... Mimarisini ve bize söylediklerini çok seviyoruz. Kapıdayız. Güvenlik üst düzeyde. Bir görevli yanaşıyor, 

"Neredensiniz?"

"Türkiyedeniz."

Şabat nedeniyle gezemeyeceğimizi söylüyor. Üzülüyoruz, hem İsrailli dostlarımız vardı sabah tanıştığımız. Umuyoruz ki karşılaşırız. 


Old Tbilisi denen bölgenin meydanına bakan, işlek caddenin kenarındaki bir büfeden en sevdiğim yol arkadaşım sigara takviyesi yapıyor. Sanki bu şehirde hep kadınlar çalışıyor.

Sinagoğun alt tarafından kıvrılıp arka caddeye doğru yürürken önünde kalakaldığımız; Dickens zamanlarında, daha çok  bir deniz şehrinde, hemen limanın dibindeki, ıslak bir gecede sığınılmış görkemli ama ıssız bir han lezzeti yaratan, akşamın o saatinin ışıklarına pek yakışan, kendinden emin, tatlı bir iddiası olan fakat asla kasılmayan bilge binaya bayılıyoruz. Belki de Sinagoğa bağlı bir yetimhaneydi, kim bilir? Ya da geliri ona bırakılmış bir iş hanı.


Tekrar Bambis Rigi'den giriyoruz. Bu akşamın mekânına karar vereceğiz. Buradaki mekânlar sanki bize hitap etmiyor pek, bir akşam yemeği için ama!..  Erekle Caddesindekiler daha hoş ve bir akşam yemeği için kuvvetli menüleri varmış hissi yaratıyorlar. İki tur atıyoruz. Aklımızı çelen çok mekân var. Bulunduğu nokta ve bize verdiği hissiyat nedeniyle -aklımızda kalan başka mekânlar olsa da- Friends House'da karar kılıyoruz. Sevimli, kıpırtılı, içimize sinen ve bizi ısıtan bir mekân oluyor hemen. Çünkü bize bakan genç kızla iletişim güzel. Her sorumuza ilgiyle cevap veriyor, menüye hakim ve açıklamaları doyurucu. Ayrıca lavaboların olduğu ve kışın daha çok kullanıldığını düşündüğümüz şömineli, şık ama hoş ve abartısız döşenmiş kapalı bölümleri hayal kurdurmayı başarıyor. Bir sonbahar ya da kış akşamı, şarap ve eşlikçileri ve de piyano güzel olur.


Üzüm konusunda kararlıyız, coğrafya konusunda da... Üzümler, kıymetli şaraplar için kıymetli üzümlerin yetiştirildiği Teliani Valley'deki Kakhati bölgesinden. Ünlü bir cins, Saperavi. Glekhuri'ler aynı bölgedeki Kisiskhevi adlı köyde, yıllanmış küplerde fermente ediliyorlarmış. Kanlarımız kaynaşıyor sanki. İç güdülerimize güveniyoruz. 

" O halde bir şişe Glekhuri lütfen."

"Bir Jonjuli. "

"Bir Sulguni "

"Bir de Chakapuli lütfen"


Şarap kendine özel kadehleri ile geliyor, diğer masadakilere benzemiyor. Firmanın promosyonu olduğunu düşünüyoruz. Elimizin alıştıklarından farklı olması bir an garip gelse de hemen kaynaşıyor, yakıştırıyor ve bu şarabı başka bir kadehle hayal edemez hale gelip, onunla özdeşleştiriyoruz, Galekhuri'yi..

Yiyecekler gelene kadar biraz havalandırıyoruz şarabı. Damaklarımız meraklı. Bizse sabırlıyız. Köyü hayal ediyoruz. Hımmmmmm... küpte oluşturulmuş şaraplar! Hititleri şükranla anıyor, kadim zamanlara gidiyoruz.

"Ne keteydi ama, di mi?" ;))*

Jonjoli ki kendisi soğanla harmanlanmış ıhlamur turşusu, masadaki yerini alıyor. Hemen ardından bir tür saganaki ya da kuymak sayabileceğimiz Sulguni geliyor ki bir peynir türünün adı bu. Haçapuri'de de kullanılıyor. Kesinlikle sıkı bir peynir ve lezzetli.

"Sana bana, Hititlere, bağ bozumlarına, Kisiskhevi'ye ve bizi seven Tbilisi'ye."

Rengi ve duruluğu ile genç ama tadıyla olgun bir şarap Galekhuri. Tatlıya daha yakın ama baskın ve rahatsız edici bir tatlılığı olmayan yumuşak içimli, dolgun ve keyif veren, tutarlı bir şarap bu. Lezzetli. Sevdik kendisini, tanıştık, memnun olduk ve kaynaştık.


Ihlamur turşusu nasıl ola ki dememiştik, tasavvurumuz ıhlamur kokulu bir lezzet akşamında bizi mutlu edeceği noktasındaydı. Hani belki biraz ukalalık yapsak, yumuşak içimli bir şarap ile eşleyemeyebilirdik kendisini. Ama bu şarap orta damaktan genize giden yolculuğunda "O kadar da hafife almayın beni," diyor kesinlikle. Saygı duyduk. Sevdik, cümbüşümüz renklendi.


Kıpır kıpır tereyağı, peynir, mısır unu muh-te-şem. Şarapla bayıldılar birbirlerine, siz ne alem dercesine bakıyorlar bize.  

"Ölelim mi yani?"

"......................."

"Ölelim o halde."

Birer yudum... iyice kaynaştığımız şaraptan. Gözlerimizi ve diğer duyularımızı dünyaya kapatıyoruz. Sadece buruna gelen sulguninin kokusunu hissediyoruz. Bir yudum şarabı, tüm renklerine ayırıp, her bir rengini yudum yudum hissediyor ve dilde, damakta ve genizde kalmış muhteşem izleriyle sulginiyi birleştiriyoruz. Öldük. Hem de kaç kere. Birlikte, tek tek, şarapta peynir izi, izde şarap tadını arayıp bularak, her bir nüansa bayım bayım bayılarak ölüyoruz.


Adını doğru yazdığımdan şüpheli olduğum, taze kişnişlerin, kaburga parçalarıyla birlikte suyunu lezzetlendirdiği, karabiber tadının hissedildiği, mayhoş ve meyvemsi suyuna ekmek banılası ve yudum yudum içilesi, küçük ve derin güveçlerde pişirilip öyle servis edilen lezzetli bir haşlama Chakapuli. Lakin bir hata yaptık biz; baştan söyledik ve daha meze sınıfından saydıklarımızı tüketmemişken ve bizim bir yemek süremiz en az 3 saat sürdüğünden, kaçınılmaz olarak soğuttuk. Oysaki meze saydıklarımızın sonuna yaklaşmışken sipariş etmeliydik ve hatta bir final çorbası muamelesi bile yapabilirdik kendisine. Malum... kuzu etinin soğumuş halinin yarattığı kısmen donmuş yağ efekti, pek hoş olmuyor.


Tam karşımızda enfes caz parçaları çalan iki kişi ve bir ritim box'dan oluşan bir grup var. Takılınası bir mekan KGB.  Çok kendine münhasır, tabelasındaki harflerdeki kırmızısı bayılınılası..

Güzel çalıyor abiler ve repertuvarları geceye ve mekâna çok yakışıyor. Sevdik kendilerini, teşekkür ettik gecemize kattıkları renk için. Ama tarihsel binanın penceresinden sokağa bilmem kaçıncı kere bakan abla olağanüstü. Seviyoruz kendisini...

Bir de sosis siparişi veriyoruz o ara. Bir süre sonra geliyor. İlk gün akşam evde yediğimiz sosislerin tadı hâlâ damağımızda.


Aman tanrım!.. El yapımı bunlar ve çok enteresanlar; çünkü içlerinde kokoreç var. E baharatlar da kıvamında, üstelik çok güzel kızartılmışlar, şarapla da eşleştirdik kendilerini ki bu keyifli akşamda ukalalığa hiç gerek yok. Ama bu geceye anlam katan, bir akşam yemeğinin keyfi nasıl çıkarılır konusunda ders veren bir çift vardı yakın masalardan birinde; bizden yaşça büyük, muhtemelen Avrupalı. Öyle tadını çıkara çıkara yiyip içtiler ki, kendi "fine dining"lerini adeta kendileri oluşturdular. Helal olsun.

Ödememizi kredi kartı ile yapıyoruz, işini iyi yapan tatlı garsonumuza da bahşişini zevkle bırakıp kendisine teşekkür edip salıyoruz kendimizi geceye. Aklımızın kaldığı, gerçekten keyifli mekânların arasından geçerek bir kez daha ama bu kez kablosuz ledleri ile aydınlanmış Always'den geçiyoruz.

Bitmesin istenen gecelerden biri daha, hava olağanüstü güzel, kafamızı çevirdiğimiz her noktada güzel aydınlatılmış, her biri birer simge olabilecek binalar ve tarih, öte yanda durun daha bitmedi diyen bir şehir, gecesi başka güzel Kura Nehri, arkamızda Kartlis Deda.

O ara yolumuzu değiştiren bir ses geliyor, Rike Park'ın içinden. Güzel müzik. Gitarın sesi hoş geliyor. Önlerinden geçip bir banka oturuyoruz. Güzel parçalar çalıyorlar ama yakından o kadar da başarılı gelmiyor. Bu hali de seviyoruz. Her şarkıda alkışlıyoruz. Göz teması da kurduk. O şimdi daha mutlu ve daha coşkulu. Bir süre daha kalıp, teşekkür edip, kasasını da besleyerek parktan çıkıp Kura'nın kıyısından, gecenin sessizliğinde kadim ağaçların altından, birbirimizin sıcağına sokularak, serin geceden eve doğru yürüyoruz. Bir minik katamaran yanaşıyor iskeleye, içinde, gecenin tadına son kadehlerini kaldıran insanlar. Karşımızdan koşuya çıkmış bir genç adam geliyor. Sağ yanımızda ve tepede, gözüm üzerinizde dercesine şehrin her noktasını gören, ve şehrin her noktasından görülebilen ışıl ışıl başkanlık sarayı. Arkamızdan hızlı adımlarla gelen tokyo sesleri. Genç bir çocuk, su kokulu.

"Boat trip ister misiniz?"

"Hayır."

Aslında, özellikle falezlerin olduğu coğrafyada, bir kanyondan geçermişçesine bir keyifle kadeh kadeh şarabı yuvarlamak geçmedi değil aklımızdan. Lakin tercihler yapmaya da-bazen- mecbur kalıyor insan.  Velhasıl-ı kelam bu şehir -en az- iki kere gelmelik şehirlerden... Önce tanışmak gerek kendisiyle, diğer şehirlere benzemeden.


Artık mahallemiz sınırları içindeyiz. Leo Tolstoy Caddesi alaca karanlık kuşağı gibi. Zifir. Girdiğimiz anda arkamızdaki ışıltılı alandan tümüyle soyutlanıyoruz. Evlerden dışarı sarkan neredeyse hiç bir ışık yok. Sokak lambaları konik bir hüzme ile diplerini aydınlatıyor sadece. Bir kaç yüzyıl gerideyiz şu an. Ardımızdan gelen bir çift ayağın ritmi vallahi yakışıyor geceye. Dar bir girişten üst kattaki ışığa çıkılan merdivene konsantreyiz. Sanatsal bir fotoğraf işten bile değil. O an, ayak sesleri ensemizde duruyor. Alaca karanlık kuşağında güzel bir kız. Gülümsüyor. Gülümsüyor ve çekiliyoruz kenara.


"Hadi çekin uyku tulumlarınızı, kapın ikişer birayı meydandaki marketten, kıvrılın merdivenin dibine, yakın sigaraları ve geçirin geceyi benimle," diyor Leo Tolstoy.  

"Yapmazsak namerdiz."

"Sen kimlerle aşık attığının farkında mısın ağam?"


Neşeyle kadehler kaldırmış, şehrin bin bir güzelliğini seyrederken  mutluluk şarkıları söylemiş, tadımlıklar ve her renkten şarapla felekten çaldıkları gün için hayata şükretmiş mutlu insan izleri sinmiş, yeni gün ve yeni insanlar için dinlenmekte olan minibüs çok ama çok hoş, yakışıyor caddeye ve alaca karanlığa. 


Ama şu dükkân, boynuna sarılınası şu dükkân, önünde dakikalarca kalınası şu dükkân çok kıymetli. Kapıların henüz açıldığı yılların simgesi, tarihe ışık tutan bir yedek parça dükkânı... mı? Arkeolojik bir eser, öyleyse!? Zamanı yaşamış ve bu meslekten insanlar için çok manalı.  Mesleğin içinde uzun yıllar yer almış, ona dokunmuş, çocuk gözlerle başlayarak ondan biriktirmiş, ve üzerine bir şeyler yazabilecek, bunu düşünen insanlar için  paha biçilmez bir nimet.

Ama durun, sadece onlar, bu mesleği yaşamış olanlar için mi manalı? Hayır. O meslek sahiplerinin çoğundan, çok ama çok daha sahiplenen, çok daha bayılan, an itibariyle balonlar uçurup havai fişekler patlatan birisi daha var. Aslında yüreği güzel atan, tüm bu caddenin ruhuyla eşleşebilen, geceyi seven, okuyan ve hisseden herkesin içinde uçuracağı balonları var sanki, bu caddede bu dükkânın önündeyken. Yoksa her şey alaca karanlık kuşağın da mı?


Günün finaline öyle yakışıyor ki LeoTolstoy. Ayaklarımızı yerden kesiyor. Caddenin bizim ev yönündeki bitimi Saarbrücken Meydanı. Işıltılı bir coğrafyadayız artık. Şu marketten bir şeyler alalım.

Hemingway'e selam çakıyoruz. Son kadehler, baygın gözler ve tamamlanamamış sohbetler var daha.. Boru dansı grafitili mekânın önünde bodygard görünümlü iki adam. Selamlaşmamıza az kaldı. Aynı mahalledeyiz. Karşısındaki kafede gecenin son kahvelerini içen genç bir çift. Hımmmmmm gece!

"Dondurma yemeliyiz!"

Aslında bir çocukluk anısı olarak kalmış bir pastane ve vals yapılan görkemli salonlardan bir hanımefendi var aklımda; Rus olarak  nakşettiğim, topuz yapılmış gümüş parlağı sarı saçları, kulağındaki inci küpeleri, orta yaş üstü, uzun boylu ve hatları düzgün 44 beden haliyle.

İki ortaokul çocuğu çekingen adınlarla girmiştik pastaneye, öncesinde para hesabımızı da yapmıştık. İki salep söylemiştik; olağanüstü güzel döşenmiş, yuvarlak masalarında güzel örtüler, tavanlarında avizeleri olan, sandalyeleri bizimkilere benzemeyen ve kolçaklı, ışığı peri masalı Şato Pastanesi'nde.  Evlerin vitrinlerinde kıymetli misafirleri bekleyen fincanlarla gelmişti saleplerimiz. O günden beri bilirim ki Gürcüler pastaneci. Bir pastane istiyorum aslında, Tiflis'te bir pastane.

Evin az ilerisindeki dondurmacı da olur, şimdilik. Vakit geç. Dışarıdaki masalardan birini kapıyoruz. Cadde usul usul akıyor artık. Arka masada buraya çalışmaya gelmiş başka ülke işçileri, muhabbetleri çok konuşkan... İçeri girip dondurmalarımızı seçiyoruz. Sevimli bir genç kız. Önerilerini dinliyoruz.


Hımmmmmmmm... çok güzel, süt kokulu ve lezzetliler. Keyifli bir tüketim eylemi... fakat yine de endüstriyel bir dondurma, her ne kadar Algidalardan çok ama çok ama çok dondurma olsa da.

Ben gerçek bir Gürcü pastanesi istiyorum ya.

"Teşekkür ederiz."

"İyi geceler."

Demir kapıyı aralayıp sessizce avlumuza sızıyoruz. Güzellik ve Masaj Merkezi hala açık. Gıybet yapasım var ama seviyoruz kendisini. Bizim avluyu onsuz düşünemem. Işıkları yanan dairelerden sesler düşüyor geceye.

Yaşıyoruz!

Rustaveli Avenue, Cafe Linville ve Bir Derin Ukde

*Hattuşa-Boğazkale'de bir fırının

3 yorum:

  1. Pek bir merakla okudum yazdıklarınızı.ve bir an orada olmayı aklımdan geçirmedim desem yalan olmaz.Şarabı severim yanında denenmemiş lezzetleri tatmayıda.Bu anlamda kıskandım sizi.En çokta şu ıhlamur turşusunu merak ettim doğrusu..Denemiş birisi olarak nasıldı acaba?

    YanıtlaSil
  2. Ihlamur turşusu müthiş; renk kattığı kesin yemeğe, hatta insanı turşu sınıfından mı değerlendirse yoksa meze mi saysa noktasında kararsız bırakıyor. En azından yerel tatları merak edenler tarafından -kesinlikle- denenmeli.

    YanıtlaSil
  3. değişik tat ve değişik yerler harika ...

    YanıtlaSil

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP