23 Kasım 2017 Perşembe

Affan Kahvesi, Sveyka'ya Özlem ve Hatay'ın Sürprizleri

 Giderken Hatay 1.bölüm,

9 Kasım 2017

Önce kahvaltı. Son kontrollerin ardından odadan çıkıyoruz. Kahvaltı otelin avlusunda. Son derece güzel düzenlenmiş bir alan. Odaların bir kısmı buraya bakıyor. Biz ön tarafta olmayı daha çok sevdik: Görüş alanımızdaki binalar, sokağın dili ve sunduğu hikâyeler daha güzel. Üstelik balkon keyfi muhteşem. Kesinlikle doğru bir mevsim seçmişiz bu gezi için. Yazın, kurumuş bir Asi'ye bakmak, o sıcakta bunca yer yürümek hoş bir şey olmazdı diye düşünüyorum şimdi.

Yan masada oturan ve bir iş için şehirde oldukları anlaşılan üç beyden biri Hatay'lı. Normalde epey zengin duran kahvaltıyı çeşit açısından az buluyor ve bunu o alandan sorumlu zarif hanımefendiye söylüyor. Daha sonra kalacağımız oteldeki kahvaltıdan sonra bu fikre katılmamamız mümkün değil; özellikle yerel tatlar açısından.

Yolumuz uzun ve hâlâ boşalma ihtimali olan bir oda olmadığından yarın ve sonraki gün için yeni bir konaklama yeri bulmamız gerek. Bu kez otelden yukarı doğru yürüyoruz. Dönerci Tacettin meğer az ileride ve karşımızdaymış. Saat 11'den sonraya döner kalmadığını beyan eden ve burayı çok öven bir yazı okumuştum. Şu an saat çok erken. Mekânsa tel kepenkli, demir doğramalı bir sanayi lokantası salaşlığında. Çekici.

İlk köşeden sola dönüyoruz. Hedefimizde Haytalı var. Mutlak tatmamız gerek. Önünden geçtiğimiz hostel kaç butik otele havasını atar kim bilir... Sağa döndük ve küçük yokuşumuzun başında göründü Affan Kahvesi.


Önce ayakkabılar dikkati çekiyor ta yokuşun altındayken. Ama Ayakkabı Tamircisi muhteşem. İzin verdi fotoğraf için. Çekmeden bırakmak olmazdı. O an, oradan itibaren ne öyküler kurduk bu kırmızı pabuçlar üzerine. Karakter tüm özellikleri ile kafamda. Hatta yazarsam bir gün bir öykü üzerine... Saçlarını kesinlikle İstanbullu Kuaför Müjgan* boyayacak.


Sabah ve saat erken diye kahveye girince soruyoruz, "Haytalı var mı?" Abi mekân gibi, eski zaman adamı. Çocukluktan beri burada. Ürünü yapan abisi. Güzel adam. Babam gibi. Aynı kuşağın  bıyıklarından var onda da. Nasılsa uzun uzun konuşacağız. Bahçeye alıyorlar bizi. Sevimli. Geçmişin izleri her yerde. Kaşıklar şahane. Çocukluğa dönmek bu işte... Sandalyeler kadim ki üzerlerine epey konuşuyoruz daha sonra. Aile ilişkilerinin güçlü olduğu hemen anlaşılıyor. Ama yeni nesillerle devam eder mi? Şüpheli.

Her birini tek tek yeseniz, alttaki nişastalı kısım belki size uzak kalır. Ama gül suyu ki gerçek gül suyu, nişastalı kısım, dondurma uyumu şahane. Her şey gerçek. Çocukluktaki gibi. Yeni dondurmalara ve yapay tatlara alıştırılmış damaklar ne der bilinmez ama biz çok ama çok mutluyuz.

O halde üzerine süvari bardakta kahve.


Sohbet  çok keyifli, hatta sohbete katılan ve ilkokuldan beri buraya geldiğini söyleyen 70 yaşını aşmış abi çok tatlı. Taklitlerinden şikayetçiler, gerçek malzeme kullanılmıyor olması rekabeti, maliyetler açısından zorlaştırıyor. Oysa burası bir nevi müze. Esas abi o sırada yeni hazırlanacak haytalıların cam kaselere yerleştirilmiş nişastalı tabanlarını buzdolabına yerleştiriyor. Uzun bir geçmişi solumak bizi de çocuklaştırıyor. İnsanın buradaki her objeyi, havada asılı tüm sözcükleri alıp bohçalayası geliyor. Ama bugün gideceğimiz mesafe kısa olsa da bizim için, nerelerin, hangi sokakların bizi çağıracağını bilmiyoruz. Yarın ve ertesi geceyi geçireceğimiz yeni otelimizde rezervasyon yaparken soruyorum Müzeyi. Taksiyle ya da otobüsle gitseniz, diyor; sırf onun yüzünden odalara bakma ihtiyacı bile duymadan rezervasyonu yaptığımız güzel kız. Üç kilometrecik mi?

Üzerinde bulunduğumuz ve boydan boya yürüyeceğimiz Kurtuluş Caddesi dünyanın en özel caddesi. Çünkü şu dünyada ilk aydınlatılan cadde imiş kendisi. Bakalım bize ne sürprizler sunacak.


Veee Sveykaaaa!... Orada olmayı en çok istediğimiz mekân. Kapalı, ama açık bir kapı var. Önce panjur aralıklarından içeri bakıyoruz. Masa ve sandalyelerine, en çok da -nahif- karanlığına bayılıyoruz. Bizi kimse tutamaz artık. Kapıdan içeri süzülüyoruz. Bir terk edilmişlik havası ile sanki tadilat varmış hissi arasındayız. Biri var içeride. Önce usta sandık. Bir kişi.

"Gezebilir miyiz?"

"Tabii ki."


Eşlik ediyor ve anlatıyor. Üst kata çıktık, sanki eski zamanlardan bir Lokantadayız. Kazablanka. Ve ve ve... siyah bir piyano var tam olması gereken yerde. Kahretsin! Abi sahibiymiş Sveyka'nın. Şu merdivenlerin arkasındaki binayı da satın almışlarmış, lakin o merdivenlerin ve dolayısı ile duvarın yıkılmasına izin vermiyormuş anıtlar kurulu. Birleştirmek istiyorlar burayı. Biz istemiyoruz. O zaman sevmeyiz ki biz Sveyka'yı. Üzülürüz hem.  

"Küçük bir geçiş yapsanız da bu merdiveni öldürmeseniz, şu avlu böyle kalsa."

Anlıyoruz abi kararlı. Oysa sırf bu nedenle bir yere gitmekten vazgeçeceğiz biz. Ama o an bunu bilmiyoruz.


Cadde öyle güzel sürprizler sunuyor ki.. bizse henüz yolunun yarısında bile değiliz. İpek satan dükkân dikkat çekici. Bir süre vitrindeyiz. Sonra içeride. Renkler öyle güzel ki, ürünler de... Üretici, abi. Fularların içinden bir fular seçiyoruz. Sohbet güzel fakat biz akşam olmadan müzede olmak istiyoruz. Zarif bir paketi var dükkânın, içine yıkama kılavuzu koyuyor abi, tabii ki kartını da... ve de kozalardan bir kaç tane. Tanıtım bu mudur? Budur. Çünkü ilk malı müşteri alır sonrasını mağaza satar. Kazandı bizi dükkân.


Bu tezgâh boş bir dükkândaydı aslında, gerimizde kalan. Meğerse dünyanın en uzun kilimi bu tezgâhta dokunmuş. Bununla bir rekoru kırmış sahibi. Yeni bir rekora hazırlanıyormuş şimdi. Bir alt sokaktaki deposuna gidiyoruz; dağınıklıktan oluşan mahcubiyeti sürekli cümlelerinde. Oysa içeri sinmiş sabunların kokusuna bayılıyoruz.


Berber dükkânının vitrinindeki kavanozlara takılıyor gözümüz. Kapariler küçük salatlık turşusu formunda. Abi kapıya çıkıyor. Israrcı, illa çay ikram edecek. Bende içme niyeti sıfır. Yola devam fikrindeyim. Abi de çok tatlı ama. O zaman mecbur. Kendisi üretiyormuş kaparileri. Satıyor da. Zaten gönüllüyüz ama epey bişi var yanımızda. Sorun yaşamak istemiyoruz uçakta. Bagaj tamam da ya kırılırsa kavanozlar çantada! Kesinlikle Tıbbi ve Aromatik  Bitkiler Müzesini görmemizi istiyor. Hani neredeyse elimizden tutup zorla götürecek. Bizse bilmiyorduk bile öyle bir müze olduğunu. Kapıya çıkıp iyicene tarif etti. Bi sokaktan sıvışacağız ama ya arkamızdan bakıyorsa...

Ulak Top, Kireçte Kabak, Çocuk ve Müze


*İstanbullu Kuaför Müjgan,  Kal Gelince Bir Üşengeçlik de Geliyor Haliyle  başlıklı yazıda yer alan gerçek bir mekandır.

22 Kasım 2017 Çarşamba

Zenginler Mahallesinde Kedi Olmak

 Giderken Hatay 1.bölüm,

Otelle giriş işlemlerimizi halledip, sırt çantalarımızı pek sevdiğimiz odamıza bırakıyoruz. Kendimizi dışarı atma zamanı. Şehirle ahbap olacağız. Önce Hatay Mezeleri ile rakı keyfi yapmalıyız. Otel yetkilisi iki hanımefendiye soruyoruz. İki isim öneriyorlar: Konak ve Avlu.

 Sveyka???

Kapandığını söylediler! Oysaki favorimiz oydu. Binanın hikâyesi vardı. Etkilenmiştik.


Aslında ön çalışmalar esnasında popülere uzak duran gönlümüzün seçtiği iki yer daha var. Birini bayağı netleştirmiştik hatta. Lakin önünde uzun süre kararsız bir şekilde kalmış olsak da ötekileri görmeden bir karar vermek istemiyoruz.

Herkesçe kabul gören ve önerilen mekânların fazlası ile farkındayız. Aslolansa onların bize neler fısıldayacakları. Bir ipucu vermeliyim sanki burada, ya da bir sır:  Başkalarına benzemek zorunda kalıp özlerini yitirmesinler diye çok hoşlandığımız, büyük aşklar yaşadığımız, kalbimize sokup orada sevdiğimiz, onlara karşı fazlaca korumacı olduğumuz mekânlar vardır bizim; bütün sevgi sözcüklerini içtenlikle kurduran.

İşte bunlardan biri ile büyük bir aşk yaşayacağımızdan henüz haberimiz bile yok.


Çoğu zaman içeride görülen sokak lambalarına aldanıp da sokak sanarak girdiğimiz, daracık sokaklara daracık girişlerle ulaşan ve aynı avluyu paylaşan evler muhteşem. Sakin ve mutlu. Şaşırtıcı derecede güzel mekânlar ve sokaklar barındıran bir mahalle burası. Zenginler Mahallesi.


Her taraftan müzik sesi geliyor ama asla rahatsız edici değiller. Bodrum'un eski zamanlarını çağrıştırır gibi. Bunu konuşuyoruz kendi aramızda. Ama sanki daha özgün ve daha buraya ait bir güzellik bu. Özenli, şık bir mütevazilik ve samimilik hissettiriyorlar. Hepsine tek tek girmek istiyor insan. Çok güzeller gerçekten. Çok ama!


Önünde kalıyoruz mekânın, bira ile ilgili fiyat uygulamaları, ve adına uygun tabelası ilginç geliyor. Mekân da... Göğe Bakma Durağı. Bizi çekti. İlk bakışma etkileyici. Dost olacağımız ise kesin gibi. Lakin önce Hatay Mezeleri rakı uyumunu test etmemiz gerek. Damaklarımız kaşınıyor, buzlu rakı çağırıyor.

Aslında bir başka yerde de kalacak aklım buraya tekrar dönerken. Onun sessizliğini, içeride yanan ateşin odununu, ve de bir şarap mekanı oluşunu sevdim. Dekorasyonu ise takdire şayandı. Şaraba gerçekten çoooookkkkkkkkkkk yakışmıştı. Bade Şarap Evi idi adı. Belki bir gün!

Konak'ın sokağından geçmiştik. Duvarlarını sevmiş, avlusunu da beğenmiştik. O an mı yaptık daha sonra mı hatırlamıyorum ama sonuçta son günü Konak'a ayırmaya karar verdik. Şimdi Avlu'ya bakma zamanı. A aa Mahallem'de buradaymış! O halde bir uğrayalım. Otellere bakınırken burayla da ilgilenmiştim aslında. Sevmiştim de... Lakin daha inandığım bir mekânda karar kılmıştım.


İki günlük rezervasyon yapabilmiştim The Liwan Hotel ile.. hafta sonu için doluydu. Yer açılırsa uzatılacaktı. Onların da önermesi ile ve de zaten aklımda oluşuyla öne çıktı Mahallem. Genç bir çiftti bizi karşılayan. Kesinlikle çok tatlı idiler. Üzücü ki onlarda doluydu hafta sonu. Bu mekânla ilgili bir eleştiri okumuştum, etraftaki mekânlardan gelen gürültü ile alakalı. Oysa bizim için bu dert olmazdı. Sonuçta burası Zenginler Mahallesi! Öyle renkli bir zenginlik ki bu, farklı dinlere ve mezheplere ait kiliseler, havralar ile camilerin sesleri, farklı insanlarıyla harman. Sınıfsal bir ayrım yapmaya olanak tanımayacak kadar kardeş ve iç içe bir mahalle. Belli bir saatten sonra müzik bitiyor zaten. Sonuçta tatildesiniz ve yatağa dönüşünüz istemeseniz de geçe kalacak. Bu çifte de soruyoruz, öne Konak'ı koyup ardına Avlu'yu ekliyorlar. Biz Avlu'ya daha yakınız. Fiziki olarak da. Çünkü hemen yan tarafta.


Rezervasyonumuz yok. Hemen iki kişilik bir masa buluyorlar üst kat balkonunda, avluya bakan. Garsonlar çok sıcak. Hizmet üst düzey ve peşinen söyleyeyim ki fiyatlar çok makul. Menü zengin. Mekâna bayılıyoruz zaten. Bir meze tabağı söylüyoruz yerel tatları içeren. Bir de rakı. Eğer iki kişi iseniz küçük tabak söyleyin. Bize gelen tabak duble imiş, finalde öğrendiğimiz üzere. Bir de çiğ köfte söylüyoruz ki kesinlikle diğer yöre çiğ köftelerinden farklı. Bayağı da çig diyebilirim. Üzerine kavrulmuş kıyma koyuyorlar. Buraya özgü. Deneyelim dedik ve denedik. Planımızda ara sıcak olarak Oruk var. Ama daha sonra, diyoruz şahane garsonumuza.


Abagannuş, Yoğurtlama, Humus, Zeytin Salatası, Muhammara ve Cevizli Biber'den oluşan bir tabak bu. Üzerine bir miktar zeytinyağı gezdirilmiş. Dört kişilik bir masayla bile baş eder. Yanında gelen pideler sıcacık. Çalan müzikler akşamla ve mekânla uyumlu. Hâlâ dışarıda oturulabiliyor olması muhteşem. Bir tür yaza veda masası. Mezeler lezzetli ve hafif. Önce, tuzu çok az kullanan ben bile yadırgıyorum. Tuzu seven yol arkadaşımsa sessiz. Şaşırıyorum, çünkü tuz ilave etmiyor. Sonra alışıyorum. Hatta tuzu baskın kılmayarak tatları doğal hallerinde bırakıyor olmalarını takdir ediyorum. Tazecik nane ve maydanozlar da cabası.


Çiğ köfteyi başlangıçta yadırgasam da sonra alışıyorum. Üzerindeki kavrulmuş kıyma ile değişik bir lezzet. Alışmamış damağım için önce yadırgatıcı gelse de sonuçta bir deney bu. Her şeyin üzerini kapatmayı başaran buzzzz gibi rakı var sonuçta.

Rakı arası çaylarımızı da ihmal etmiyorlar, bu güzel mekânın güzel hizmet sunan, güleryüzlü garsonları. Oruk içinse ne yazık ki yer kalmıyor midelerimiz de.

Memnun ayrılıyoruz Avlu'dan, yol akşamı için çok güzel ve keyifli bir rakı içimi oldu. Hoş bulduk.


Her biri tablo güzelliğindeki evlerin ve mekânların arasından geçerek otele doğru yürüyoruz. Müzik sesleri gencecik. Gençlikle tarihselin muhteşem tamamlayıcılığına tanıklık ediyoruz. Kıpırdatıyor insanı kaçınılmaz olarak. Solunan hava fazlası ile tahrik edici. Cıvıl cıvıl bir hayat. Rahatsız ve huzursuz edecek hiçbir şey yok. Hani desem ki evinizde bile bu sokaklardaki kadar huzurlu ve güvende hissetmezsiniz kendinizi. İnanın bana. E biz de genciz yahu. Üstelik yalayıp yuttuğumuz bir hayat var. O halde rakı üstü bira mutlak. Biraz daha tereddüdün ardından Göğe Bakma Durağı'ndayız.


Üst katta odunların çıtırdadığı bir sevimli sobanın karşısındaki masaya konuşlanıyoruz. İçeri mekânın sahibi ile girmiştik zaten. Biranın yanında, içinde havuç, çubuk kraker ve salatlık turşusu olan sevimli bir tabak geliyor. Ben limonata içiyorum. Bu akşamlık ama! Limonatanın konulduğu kavanoz muhteşem. Müzik şahane. Solist gitarı konuşturuyor. Akorlardan bile duygu akıyor. Bir ufak eleştirimiz de oluyor ki bunun şarkı söyleyişle alakası yok. Mikrofondan bir tık geri dursa keşke, diyoruz. Bas seslerde patlıyor da biraz. İlgimiz ve de övgülerimiz mutlu ediyor mekân sahibi genci. Bunu açıkça da beyan ediyor. Çok seviyoruz burayı. Avludaki masalarından birinde doğum günü var.

Çıkarken kutlayacağız ve o masadan sahneye gelip de muhteşem sesi ile hem çalıp hem söyleyen kızı tebrik edeceğiz.

Ediyoruz.


Otele döneceğimiz köşeye yaklaşıyoruz. Bir müzik sesi geliyor ki muhteşem. Önce bir mekândan sanıyoruz ve onu arıyoruz. İçeri gireceğimiz kesin. Yorum muhteşem. Bir mekândan değil. Bir CD dükkânından olabilir mi? Oradan da değil. Bu ses sokakta. Adımlarımız hızlı. Bulduk. Önce ayakta dinliyoruz, bir süre. Sonra oturuyoruz banka. Bira bulmalıyız! Her şarkı bitiminde elinizdeyse alkışlamayın. Göz kontağını kurduk. Sesiyle muhteşem oynuyor şarkıcı. Caz'a ne kadar da yatkın. Bir isimle benzeştirdik bazı şarkılardaki tarzını. Bir süre sonra bitiriyor konseri. Yanına gidiyoruz. En bayıldığım yol arkadaşım cinsiyetin altını çizerek, Tülay German gibi yorumunuz diyor. Tebrik ediyor, tokalaşıyoruz. O bilmiyor Tülay German'ı. Hiç dinlememiş. You Tube'dan bulup dinleyeceğini söylüyor. Ritim çalan çocuğu da tebrik edip kulağımızdaki enfes lezzetle ayrılıyoruz oradan.

Geceyi bitirmesek mi?

Hımmmmmmmm balkonumuz var!

Affan Kahvesi, Sveyka'ya Özlem ve Hatay'ın sürprizleri

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP