Meraklı, dönem okumayı seven ve sabırlı okuyucuyum, diyebilenlerden misiniz? Hatta uzun bir ön girişle -ki o bu yazı- başlayan, kendisi de uzun olan yazıları merakla okurum, beni yükselteceğini düşünür, bir kelâm da katsa çıkınıma, kârdır diyenlerden misiniz?
Evetseniz, buyurun lütfen, değilseniz size kötülük ederek vaktinizi ziyan etmek istemem, zahmet verdiğim için özür diler, geldiğiniz için de çok çok teşekkür ederim.
Fakat tam da şu anda, "Ama merak da ettim şimdi," dediyseniz, bu yazıyı boşverip doğrudan en alttaki linke giderek o güne ulaşabilirsiniz. Lâkin okumaya karar verdiyseniz ve doğrudan linkteki o yazıya gidecekseniz de en alttaki içerikle ilgili koyu renkli açıklamaya bir göz atmanız yararlı olabilir!
Bu arada, genç bloggerlar devam eden yazıyı okumayacak ve buradan dönüp gideceklerse hayatla ve yazmakla ilgili tutkuları ve bir hedefleri varsa eğer, aldığımız davetlerin bir kısmından söz ettiğim en alttan ikinci satırdaki ifadeler içinden altı çizili olan şu yazımdaki ibaresini tıklayarak ulaşacakları yazının tamamını okumalarını öneririm. Eğer isterlerse de o yazının sonundaki linkten giderek bir başka deneyimin paylaşıldığı yazıyı...
Geçen gün bir yazım aklıma geldi, blogların kıymetli olduğu içeriklerin kurumsal kişilikler tarafından paylaşıldığı, hatta Başbakanlık kanallarından içerik paylaşımı taleplerinin geldiği mektuplardan birine de olumsuz bir yanıt verdiğim yıllardan.* Film galalarına, yenilenmiş tiyatroların açılışlarına, sergilere ve hatta Yıldız Sarayı'nın restorasyonu sonrasındaki bir sempozyuma davet aldığımız, ardından da ünlü rehberimiz tarafından gezdirileceğimiz, ve o toplantıda hayalimde bile kuramayacağım insanlarla yan yana oturacağım bir dönemi de vardı, bu dünyanın. Gurur duyardık yazdıklarımızın paylaşılmış olmasından... Bu davetleri editörden ve Ara Sıcak etiketleriyle duyurmaya da bayılırdım... Elbette ki kasılırdım! Ama bir gün, Kenter Tiyatrosu'ndan gelen ve olumlu ya da olumsuz bir yanıt isteyen davet mektubundan o kadar etkilendim ki onu olduğu gibi ve doğal olarak Seni seviyorum, ifadelerinin de ilave edildiği şekliyle ama kocaman bir heyecanla Enn Sevdiğim Kadın'a gönderdiğimi düşünürken, Kenter Tiyatrosu'ndan gelen ve yerimin ayrıldığını belirten gülücüklü yanıtla gerçeği anladım. Çok hoştu yanıt, çok sıcaktı ve yüzüm kızarmış halde keyifle okumuştum. Bir şarap yazım mesela ülkenin en önemli markalarından birinin sahiplerinden bir hanımefendinin şahsi ve kurumsal twitter hesaplarından paylaşılmıştı... Bunun gibi neler neler...
Güncele ve siyasete dokunuş etiketli yazılar yazardım, tırsmazdım. Bir darbe yaşamış demokrasimiz anlamsız yasaklarla birlikte ucubeye dönmüş olmasına rağmen korkmadan yazabilirdik. Sonra usul usul bir şeyler değişmeye başladı. O güne kadar hiç görmediğimiz şeyler oluyordu ülkede. Birileri zaten barajla kısmen ucubeleşmiş parlementer sistemin altını iyice oyuyordu. Gazetecilerden başladı yıldırmalar... bazı blog yazarı arkadaşlarımız mahkemelerle uğraşmak zorunda kaldılar! Gençler ellerine verilen oyuncaklarla usul usul depolitize ediliyor, gazeteler el değiştiriyordu. Televizyonlar başka bir şeye evrildi.. Oysa biz alışkındık her hafta tüm siyasi liderleri açık oturumlarda hem de devletin tek kanallı ekranında tartışırken izlemeye... Çocuktuk. Sokaklar boşalırdı o akşamlarda... Kimse kaçmazdı rakibiyle tartışmaktan. Eğitimli ve kültürlü insanlardı. Herbirimiz dünya görüşlerimiz özelinde bir başkasını severdik elbette... Onlar ne kadar ağır laflar etseler de birbirlerine, belli bir kültüre erişmiş, eğitimli, dil bilen, yurtdışı görmüş, mesleki kariyerleri tepelerde insanlardı. Tartışmaktan kaçmaz, bunu kendilerini topluma ifade edebilmenin aracı olarak kullanırlardı. İzleyici sevmediğine, tarafı olmadıklarına kızsa da keyif alırdı bu tartışmalardan... Demokrasimizin kırık dökük kabul edildiği yıllarda bile en muktedirlerin dansöz şeklinde karikatürleri yapılabilir, bu ülkede, tirajları tepelerde mizah dergileri yaşayabilirdi. O siyasiler haklarındaki her türlü eleştiriye açık oldukları gibi, saraylarda oturmayı düşünmezlerdi. Özel uçakları yoktu, seyahatlerinde Türk Hava Yolları uçaklarını kullanır, maiyet gazeteciliği diye bir kavram oluşmadığı için de bütün gazeteciler ücretleri patronları tarafından ödenmiş biletlerle binerlerdi o uçaklara. Ellerindeki gücü kullanarak karikatürlerini yapanları ve haklarında yazanları mahkeme kapılarına sürüklemeyi de düşünmezlerdi, o günün siyasetçileri... Ancak ahlaki sınırlar aşıldığında ve mesnedsiz suçlar yakıştırıldığında haklarını mahkemelerde arar, gazeteler de mahkeme sonuçlarına göre karar aleyhlerinde ise tekzip yayınlarlardı. Bugünküyle kıyaslanamayacak bir kuvvetler ayrılığı ve uygulanmasında kişiye göre sapmaları olsa da demokratik bir anayasımız ve kişilik haklarımız vardı. Barajsız seçim sistemi her oyu anlamlı kılardı. Seçmen asıl patronun kendisi olduğunu hissettiği gibi siyasiler de bilirdi bunu. Bakmayın yüksek barajı övenlerin koalisyon dönemlerini yermesine... İstatiksel olarak, çok partili demokrasiye geçtiğimiz süreçteki en yüksek kalkınma hızları hep halkın oylarının koalisyon ürettiği dönemlere aittir. İşte, 40 yıl öncenin Türkiyesi'nden bugünlere bakınca, o gün karşı durduğumuz insanların bugün gidip ellerini öpesim geliyor, hatta her türlü eksiğine ve eylemselliğimize rağmen nasıl da kıymetini bilememişiz, diye düşünüyorum!
*Bahse konu gün çok sıradan ve önemsiz olduğu için, 40.000 kişileri aşmış çok daha önemli pek çok yazı karşısında 11 yılda okunurlukta 300 civarı kişi ile sınırlı kalmış. Bu rakam bir sitem değil, ülkemizin ne hale getirildiğine bir örnek... Üstelik ben tüm yazılarımı kendim için yazıyorum. Sayılar mutlu etse de bir hedefe yönelik hiçbir zaman yazmadım... Benim anı defterim, blogum. Olmasaydı bu olanak, bir defter alıp da tek bir satır yazmamış olurdum işin gerçeği. Blogları var edenlere her zaman duacıyım!
Yazı çok "sıradan" tanıklıklar içeren, gerçek isimlerle yazılmış gerçek olayları, kişileri ve önemli bir tarihsel sürecin bir bölümünü özet anlatır. Yazı, içinde bir çatışma anından söz eder, anın kısalığına dair ipuçları içine bırakılmış olsa da, okuyucunun zihninde o çatışma anını çok uzun ve zorlu sürmüş hissi yaratarak, büyütebilir. Yazının ana fikri çatışma değildir, çatışma döneme ait "olağan" bir fondur. Yazı anın içindeki çocuğun dilindendir; bu çocuk kadar, diğer çocuklarda da yaşanan anın korkuyla birlikte ne kadar uzamış olabileceğini, o baskı altında hızla akıldan geçenleri, sanmaları, okurken göz önünde bulundurmak gerekir. Dört bölümdür, daha önce okumuş olanlar bilirler! Okuma sabrı ister belki ve o dönem hakkında bir fikri olana da olmayana da birinci ağızdan, döneme ve insana dair bir şeyler katar, diye düşünürüm. Ne yazık ki bir proje dolayısıyla sıfır yazıyla geçtiğim yılda yazıda özet geçtiğim olayları ve daha daha çok tanıklıklarımı da yazsaydım ve yazmalıyım, diye düşünürüm. Çok az insana nasip olacak görevlerin bana verilmiş olmasından bakınca, dünyada bu şansa erişmiş kaç insan vardır, diye düşünmeden de edemem... Büyük bir davadan bahis de geçer yazıda, içinde o günün bilinen kişilerinden Fatsa olaylarının önemli kişisi Belediye Başkanı Terzi Fikri'nin ve dönemin idol pek çok isminin de olduğu kocaman yıllar süren bir davadır o... O günü yaşayan, politik duruşunu açık eder yazıda, ama farklı hatta bir yanıyla karşı cephede de olsalar insanların insan olabildiklerinin de altını çizer... Akisyon, döneme dair gerçekler içerse de yazının ana olayı ve öne çıkardığı dönemin gerilimli ortamı değildir. Başlığında vurgulandığı gibi ana aktör insana dair kıymetli bir duygudur. Dört bölümlük bu yazıya sabır gösterilebilir mi? bilmiyorum. Ama son noktasına varıldığında, verdiğiniz emeğe değeceğinden, okuyanı düşündürtüp bir şeyler kazandıracağından, onu biraz daha makul insana yanaştıracağından, eminim.
*Başbakanlığın söz konusu davetini bağımsızlık tutkumun altını çizerek, gerekçelerimi de açıklayarak, olumsuz yanıtlamıştım. Bu dahil olmak üzere diğer bir kaç örnek daha merak edenler için şu yazımdaki bazı paragraflarda, italik harflerle yazılmış olarak var.
Aksiyonlu Günler-Umur 1. Bölüm içinse buradan lütfen