2 Mart 2021 Salı

Bir başlık sorunum olmasa...


Cuma akşam. Pencereyi açıp denize bakıyorum. Artık sıktığını düşünüyorum. "Oysa," diyorum, "hayat ne güzel, cuma günü akşamları ne tatlı, ertesi de ne canlıydı."

Çok değil bir yıl önceye kadar!

İçimde fena bir isyan var, yetti artık şu cumartesi-pazar sokağa çıkma yasakları... Özlüyorum, hafta sonu tatlarını.

Dün akşam Ay ne güzeldi, geliyor o an aklıma. İlk görüşte heyecan yapmış, elime telefonu almış, tek tuşla aramış ve sevinçle "Gördün mü Ay'ı?" demiştim. Sonra sular sellerce konuşmuş, ben neredeyse 15'lik halime dönmüştüm.

Öyle güzeldi ki.

Cumartesi sabahı market açılma saatlerini sabırsızlıkla beklemiş, gün için tavuk köftesi alsam, diye içimden geçirmiştim: Çünkü geçenlerde tavuk şadra almak istemiş, gitmiş, onu alırken tavuk köftesine başladıklarını söylemiş ve övmüştü genç adam. O gün değilse de sonrasında almış; fırında havuç, patates, biber ve bezelyeli yapmış; parmaklarımı zor kurtarmıştım. Öylesine güzel baharatlanmıştı ki tadına doyamamıştım.

Buzdolabını açıyorum ki beyaz peynir bitmiş. Dışarı atmak için kendimi, hâliyle bir çok sebebim var. Üstelik kahvaltı için Salih Usta'dan miss gibi börekler alma, yanına da 350 cl'lik  kahve ekleme fikrim, parlak.

Hava şahane, kapüşonlu ama illaki lacivert bir triko, elbette jean, askısından bir mont geçirilmiş ve tek omuza asılmış mini sırt çantası, siyah spor ayakkabılar... Ve çift maske!

Yeterince havalıyım.

Bir tereddüt anı!

"Denizden mi yürüsem?"

Dönüşün tadını denize bırakmaya karar veriyorum. Yoldan -eğlenerek- yürümeden önce önünden geçtiğim komşu sitenin bekçisi ile selamlaşıp, "N'aber, nasılsın Adnan?" diye soruyorum. Koçtaş ve e-Bebek'in köşesine varınca bir an Beauty Bar açık mı acaba? diye meraklanıyorum. Yolun öte tarafındaki binanın altına yeni bir pizzacı açılmak üzere. Küçük ama dekorasyonu pek hoş Marketim Delux'e yanaşırken de "Satışı yasak ama şuradan iki bira alsam mı?" diye düşünüyorum. Geçen hafta almıştım. Üstelik bunu yasağa baş kaldırmış çocuk eğlencesine çevirmiş ve sormuştum, "Yasak ama bira alabiliyor muyuz?"  "Alırsın abi," demişti genç adam. Üstelik de ufak çaplı, illegal durum teslimat ritüeli yaşanmasına sebep olunmuştu: Diğer genç adam "Çantanı alim, abi," demiş, ben kasaya ödeme için yönelmiş, O, o arada çantama markasını ve cinsini söylediğim iki birayı atıp, fermuarını kapatıp bana uzatmıştı.

Bu kez biradan vazgeçiyorum, akşam kardeşte maç izlerken onun viskilerinden bir tek içerim, diye düşünüyorum.

İlk olarak tavukçuya gidiyorum. Cadde ve sokakların ıssızlığı dikkatimi çekiyor. Oysa bugün ve bu saatte her yer açık. Geçen haftalarda yasağa rağmen daha canlıydı! Şehrin yoğunluk listelerinde üste çıkması, sanırım ürkütmüş!

Ahh! Köfteler derin dondurucuda, oysa geçen hafta normal dolapta ve tazeciklerdi. Almıyorum. Bir an "Migros'a girsem mi?" diye düşünüyor ama sokaklardaki bu cansızlık fazlaca soğuk geliyor ve kendimi canlılar arasında tek kaldığım garip bir filmin içinde gibi hissediyorum. Salih Usta'ya varıp, iki tatlı pasta, iki dilim su böreği, ve iki tane ıspanaklı gül böreği, bir de ekmek olmak üzere dört çeşit alıyorum. Çıkarken ellerime dezenfektan sıkıyor, ışıklarda yeşili bekliyorum. Hayat bu sabah ıssız.

Şimdi sahildeyim. Mekânlar kapalı, bu normal. Hayatın insan tarafı bomboş. Yoksa, aheste dalgalar ve martılar şen şakrak. Güneş insanı çatlatacak derecede parlak, deniz masmavi. İnsanların yok olduğu, dünyada tek kalmış bir insan halindeyim hâlâ. Ve mutsuz değilim, garip! Üstelik su gibi akıp giden, onunla olmaktan mutluluk duyduğum bir tuğla var bugün elimde. Bayım bayım bayılıyorum!

Akşama yaklaşıyor gün. Bir an aklıma dün akşamki Ay geliyor. Pencereye yanaşıyor, dün akşam olduğu yere bakıyor ama onu göremiyorum. Bir an "Yoksa bu akşam gelmeyecek mi?" diye düşünürken, sağ cenahtan denize doğru baktığımda bir pembelik görüyor, onun mavi ile uyumu, pastel tonu beni uyarıyor ve yatak odamın penceresine yürüyorum. Düşüp bayılmadığıma şükretsem iyi olacak.

Fotoğraf makinesi elimde ve balkonun ucundayım. Ve bencilim! Fotoğraflıyorum. Değişik ayarlarla tekrar tekrar çekiyorum. Sonra salona dönüp elimde telefonla pencerenin önüne geçiyor, tek tuşa basıyorum. Uzun uzun konuşuyoruz. B'yi soruyorum. İçeride daraldığını, pencerenin önünden dışarıyı özlediğini ve sokağa çıkıp eski alanlarına gittiğini öğreniyorum. Çenem coşkulu. Keyifli ve gülüşlü bir sohbet, çünkü bu kadına bayılıyorum.

Gün pazar. Bir an yine Salih Usta'ya yürüsem ve kahvaltıyı onun ürünleri ile yapsam diye düşünüyorum. Sonra bundan vazgeçiyor, geçen gün ıspanaklı, kremalı, karabiber ve muskat ile tatlandırılmış ve peynir rendeli Linguine için aldığım paketten artan ıspanaklar aklıma geliyor. Koyuyorum tek kişilik döküm tavayı ocağa, yıkadığım bir kaç ıspanağı iri doğrayıp, ıslak halleri ile atıyorum tavaya, biraz çeviriyor ama canlarını almıyorum. Sonra zeytinyağı ilave ediyor, bir daha çeviriyor ve küçük dilimlediğim hindi fümeleri ekliyor, şimdi birlikte çeviriyor ve kısık ateşte bırakıyorum. O ara iki yumurtayı bir kaba kırıyor, içine biraz muskat rendeliyor, biraz karabiber, biraz da pul biber, iki çorba kaşığı kadar su ekliyor, çatalla şöyle bir çırpıyor ama tam karışmadan bırakıyorum. O ara kısık ateşi biraz yükseltiyor ve yumurtayı ekliyor, üzerine de beyaz peynir dilimleyip kısa süre sonra altını kapatıyorum. Ekmeklerim kızarmak üzere, demlenmekte olan kahvemin bir iki dakikası var.

Dünden beri aklıma düşen bir mevzu var. Çocukluktan, ağırlıkla lise yıllarından karakterler geliyor aklıma. Güzel duygular bırakmış ama yeniyetme şımarıklıklarım yüzünden öteki yüreklerde yarım kalmış yaşanmışlıklar. O hâlime kızmıyorum elbette... Yüklerini hayatım boyunca taşıdım desem yeridir. Buna ilgi gören bir çocuk şımarıklığı da denebilir. Kötü bir çocuk değil ama...

Sonuçta çocuk işte!

Sonra bu pişmanlıklarımdan bir yazı dizisi yapsam, diyorum. İlk O'nu yazmayı düşünüyorum. Öyle saf ve öylesine sevimli bir aşkla sevmişti ki...

Elbette farkındaydım, elimde O'nun yazmadığı ama onun ilgisini anlatan renkli kağıda yazılmış ve renkli zarfa koyulmuş bir mektup vardı. Henüz 13 belki de 14 yaşındaydım. Belki de o yaşlarda bile değildim.

İkincisi lisedeki kız. Hayatımın en güzel sohbetlerinden birini yaptığım ve bir kız arkadaşın doğum gününde tanıştığım, onunla dans ettiğim ve kimseleri görmez bu sohbetler esnasında sürekli ötekiler tarafından dürtüldüğüm kız.

Uzun zamandır aklımı çelmeye çalışan ve yazsam mı diye düşündüğüm bazı anılar vardı. Vazgeçme ihtimalim yoğundu. Zamanda geri gittiğimde ve o anki hissiyatlarımla baktığımda, bir fotoğraf gibi anılarımda yer bulmalılar, diye düşünüyordum. Kocaman adam halime dönünce de o adam bunu gereksiz buluyordu. 

Sonra aldım klavyeyi elime, akılla düşünmeden yakalayınca kendimi, biraz da bağlayıcı olsun diye, ve kendimle duygusal bir hesaplaşma içindeyken; yazsam şu an yazmakta olduğum yazıyı iyi olacak diye düşündüm.

Ve yazdım!

Bir başlık geldi dizi için aklıma, hoşuma gitti ama not almadım: Günah Çıkarıyorum 1,2,3... gibi bir şeydi. Sanki. Sonra bir tereddüt yaşadım ve bu başlık melodik gelmediği gibi donuk kalır diye düşündüm.

İkinci olarak Sor Bana Pişman Mıyım? geldi ki onu bir yazıda kullanmış olduğumu hatırladım.

Başlık boşlukta kaldı.

Gün içindeyse birden, bu kadar geçmişe gitmişken ve kaçınılmaz olarak duygusallaşmışken, özellikle ikinci yazmayı düşündüğüm kız için, blog dışında hiçbir sosyal medya bağlantısı olmayan ben, Lisemiz derneğinin Facebook sayfasına ulaştım, kamuya açık olduğunu biliyordum, dernek ilk açıldığında sayfaya bir uğramış ve orada görmüştüm O'nu, elinde gitarıyla. Hatta bu şehirde kalmış olmasına şaşırmıştım. Bu kez göremedim, ve anladığım sayfa tazelenmişti ve eski kayıtlar yoktu ya da benim hesabım olmadığı için göremiyordum. Sonra O'nunla tanıştığım doğum gününün sahibi kız geldi aklıma, İnstagram hesabına ulaştım. Kamuya açıktı. O grubumuzdan bir kaç kişiye rastladım. Yeni hallerine şaşırdım. Çünkü yıllardır, başka şehirlerde oldukları için görmüyordum.

Akşam maç vardı. Benim izleme niyetim uçmuştu. Ta ki küçük kardeş "Yemek yapıyorum, 18'15'de gelin," mesajı atana kadar.


Sabah birden aklıma düşmüştü, halamla gittiğimiz ve tüm tribünlerin "Fikret... Fikret..." sloganlarını attığı, kapalı spor salonundaki konseri hatırlamış ve gün boyu Spotify'da Hümeyra şarkıları dinlemiştim!

Alttakini ise üst üste...

24 Şubat 2021 Çarşamba

Bu Da Mı Başıma Gelecekti!

Oysa incecikti; 114 sayfa-cık! 9.sayfadan başlayıp 114'ün çeyreğinde biten... Onunla Pelin Pembesi'nde rastlaştık. Kendini ortalara atmayan bir sessizlik içindeydi. Fısıldıyordu. Oysa ben bağırdığını, ama sessizce, göze girme çabası içinde olmayan bir vakarla bağırdığını duyuyordum, sanki.

Evet duyuyordum!

Bir süre kitaptan alıntılanmış satırların üzerinde kaldım. Onların fısltılarını da tıpkı Pelin Pembesi'nin fısıltıları gibi dinledim. Bir his düştü içime. Yazarı tanımıyordum. Fakat iyi bir okur olduğundan artık emin olduğum Pelin Pembesi hakkında yeterli fikre sahip olmuştum. Bir derinlik vardı yazılarda, tartışmasız. Bir ruh zenginliği öte yandan... Hayata dokunduğu mutlak  bir farkındalık ayrıca! Bir süre ilgiyle takip etmiştim önce, kitaplarının ve okuma yelpazesinin genişliği dikkatimi çekmiş, ruhun ulvi seslerini kıymetli bulmuş, bakış açısından etkilenmiş, sonra da blogroluma eklemiştim.

Kitabı fısıldayan yazısındaysa altı çizilmiş bir alıntı vardı. Cümleler, etkileyici idi. Ama roman karakterinin mesleği ben için daha cezbediciydi. O dünya hakkında dışarıdan da olsa bir fikrim vardı. Bir izleyiciydim ve yazıyordum. O yazılarım biraz da olsa camianın içine sokmuştu beni. Hayatımın enn güzel kadınından bilgiler alıyordum, camiaya yakındı ve arkadaşları vardı. İşte tüm bu bileşenlerin bendeki etkisiyle "Almalıyım... evet bu kitabı almalıyım!" demiştim. Blog da ilk cümleden itibaren"Kesin almalısın," diyordu zaten.

İlk kitap akıp gitmişti. Yazdım. Kurada ikinci çıkan bu kitabı ise adını vermeden belirttmiştim, yazıda. Şimdi altını çizerek duyuruyorum: Duygusal Adam. Yazar: Javier Marias. Çeviren: Neyyire Gül Işık.

Zorlu bir okumaydı sanki! Yazdıklarım da bu hissi verecektir muhtemelen.  

Fakat nasıl tanımlasam bilmiyorum ve buradan ötesinde söz edeceklerim bir yaman çelişki gibi duracak olsa da, öyle değildi işte!

Hap gibi içerim ben bunu diye düşünüyordum elime aldığımda, evet. İlk sayfaları okuduğumda bayılmıştım; bir trendeydim çünkü. Hatta Enn Sevdiğim Kadın'a coşkuyla anlatıyordum okuduğum sayfaları. Sonra bir konuşmada yazarın adını söyledim ve gördüm ki o tanıyor zaten; iki kitabını okumuş. Övdü. Fakat ben... evet ben... çoğu dev kitabı kısa sürede bitirmiş ben... üstelik de plasiyer diye adlandırılmış satıcılarla ilgili -kitaptaki- analizleri ve iki meslek arasındaki benzerlikleri gayet iyi anlayan ben... ve üstelik de onlara dair bir kanaati olan ve bunu kendi tanıdığım bir kaç kişi üzerinden somutlaştırmış, hatta enn sevdiğim kadına özellikle intihar örnekleri vererek anlatmış ve bu durumu da kitaba övgü ve beni ayrıca heyecanlandıran bir durum olarak onunla paylaşmış ben; çoğu zaman kitabı bir kaç sayfadan sonra bırakıyordum. Fakat bu bırakmalar nedense  rafa terk etmeme sebep olmuyor, bir başka kitabı da çağırmıyordu. Sonra, diyelim ertesi gün,  elime aldığımda bir kaç sayfa geri dönüyor, döndüğüm sayfadan devam ediyordum. Sanki bir yeni okuma zevki edinmiştim ve üstelik sanki kitaba dahil bir karakterdim; dün ne olmuştuları ölçüp biçiyordum!

Onunla aramızdaki bu fırtınalı ilişki 15 günden fazla devam etti. 114 sayfalık bir kitap ve 15 gün! Elime aldığımda bizzati harflerin arasından geçip canlı bir an lezzetiyle betimlenmiş alanlarda, görünmez bir izleyici oluyor, konunun zenginliği içinde renkler açıyor, olağanüstü zevk alıyordum. Ve sürenin bu kadar uzamış olmasına dışarıdan bakıldığında mutsuz olduğum, ya da kırıcı olur diye kitabı eleştirmediğimin düşünüleceği gibi kaygılar taşımıyordum ve 15 günde eziyetli gözükecek bir okuma olduğu düşünülecek bu duruma ve ondan vazgeçememe bir açıklama da getiremiyordum.

Hani desem ki "İşte klasik müzik dünyası, besteci adları, opera eserleri, oraya ait bir erkek, onun dünyası falan," bir de eklesem ki "bilmediğim bir dünya, üstelik sevmediğim bir müzik ve dolayısı ile bana ırak bir mevzu..."  Değil!

Üstelik, Carmen tadında bir kadın karakter var. Ve enteresan ve bir o kadar da aşık bir adam, bir eş. Duygusuz gibi görünen pragmatik bir iş adamı. Cümleleri akılda çevrilen ve o cümleleri üzerine düşündürten bir adam!

O zaman neden?

Neden hiç değilse bir kaç günde bitirip de kitaplığın okunmuşlar bölümüne koyamıyorum ben bunu?

Bir cevabım ne yazık ki yok...


Nihayetinde, bazı sayfalarını verdiğim aralar nedeniyle baştan aldığım, belki de 15'den biraz daha fazla gün sonunda bitiriyorum. Kapatıyor ve elimden bırakmıyorum. Vedalaşmadan önce bu beraberliğimiz üzerine düşünüyorum; onu sevdiğimi dokunarak ifade ediyorum.

Sanki bir ülkeden, bir yolculuktan yatağıma bırakılmış, o ülkede ilginç ve zengin karakterli insanlar tanımış, onlar beni göremeseler de ilginç hayatlarına tanık olmuş, oteli sevmiş, şehrin sokaklarında dolaşmış ve barda bir kaç kadeh içerken insanlarla merhabalaşmış ve bir iki kelâm etmiş, görünmez bir adam gibi hissediyorum kendimi.

Sonra kalkıyorum uzandığım yerden, Duygusal Adam'ı okunanlar bölümüne bırakıyorum kitaplığın.

Neden, Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri başlıklı serimin içinde yer almıyor bu kitap? Üstelik bu konuda çekincesiz de biriyim!

Peki ilk kez başıma gelen çok farklı bir okumaydı bu diyebiliyor muyum?

Hayatımın en özel okumalarından biriydi. Çok ilginç ve bu sıkıntılı gibi duran süre nedeniyle buna yine de bir açıklama getiremiyorum...

Karakterleri ve olayları gerçekten tanık olarak kaydetti mi kitaptan biriktirdiklerime?

Kesinlikle!


O halde derdim ne benim?




*Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri, merak edilirse buradan lütfen.



 

*PELİN PEMBESİ ile tanışmak için de buradan lütfen

17 Şubat 2021 Çarşamba

KarIşık Değil Hayat



Bir gün dışarıda lapa lapa kar yağarken...

Bir boş vaktimde...

Çıtırtılı sobanın başından bilmem kaç senedir baktığım aynı yerlere gözlerimi dikmişken...

Çocukluğumun düş zamanlarına gittim.

Orada bir çocuk, gecenin yakışıklı laciverti günün mavisine dönerken; kır sakallı, iskoç kareli ama ısrarla koyu ceketli; içinde mutlaka deriden, köstekli saat için cepli... hatta şimendifer resimli saatin ben demiryolcuyum dedirten zincirinin takıldığı bir iliği olan yelek, herdaim cami kokulu...

Hani amcalar kendi ölüm yataklarındayken gözyaşı damlalarının kelime olduğu anlatılarındaki, göz gözü görmez bir tipinin kapı altlarından, cam aralıklarından girip de birbirine sığınmış üşümüşlükleri daha üşümüşlükler yaptığı buz kesmiş bir sabahta... Siyah paltosu bembeyaz olmuş, elinde iki torba kömürle kapı ağzından ''Bu enikler olmasa bu çekilir bir çile mi?'' diyerek taa istasyondan şehrin bir tepesindeki fakir eve yürüyen...

Sadece bu tavrıyla bile sülaleye sorumlu baba olma duygusunu miras bırakan...

Tabakasından çıkardığı kağıdı baş parmağı ile işaret parmağı arasına sıkıştırıp tütünleri özenle yerleştirdikten sonra dudaklarıyla şöyle bi ıslatıp, alışmışlığın ustalıklı estetiğiyle sardığı ve bunu her seferinde bir ritüele çevirmeyi başardığı sigarasını ispirtolu çakmağı ile yakan...

Ondan son gazoz parasını aldığımın ertesi günü ölümün soğuk yüzünü ilk kez hissettiğim Dedemin, sabah namazına giderken biz sıcağa kalkalım diye yaktığı mangalın ısıttığı, babannenin sıcağından uyanılmış odada, sokak lambalarının sarı ışıkları altındaki dokunulmamış karı seyrederken...

İsterdim ki:

Hani demiştim ya yetişkin halimdeyken bi kere daha...

 "Hani ütülenmiş, hala temizlik kokulu ve ev ne kadar sıcak olursa olsun, o çarşafa ilk yattığında hissettiğin tazelik kokan bi soğukluk vardır ya!"  Tıpkı onun gibi...

...dokunulmasındı  beyazlığa,

hoyratlığın çirkin ayakları basmasındı hak etmediği ruha,

hiç iz olmasındı bu bebek aydınlığın üstünde...

O telaşlarla, kimbilir kaç sabah o dokunulmamış keyfi seyrettim.

Ve şimdi...


Bugünlerde yani...

Tıpkı o karın hiç dokunulmamış halini, o saflığı sevdiğim gibi.  
 
2009


****


Gün akşam ve hava karanlık. Pencereyi açıyor, denizi eve dolduruyor, sokak lambasından geçen kar tanelerini donduruyor, kaloriferin üflediği sıcakla ısınıyorum. Madrugada'nın albümünü koyuyorum. Sıra ona geldiğinde üç kez şarkıyı başa alıyorum, hatta birinde iki hoparlörün dibine ve tam ortalarına oturuyorum. Sırtımı bu kez, çektiğim ahşap ama kolçaklı sandalyeye veriyorum. Öyle dinliyorum. Derin ve etkileyen sesiyle her şarkıyı sahne sahne yaşatan, dünyadaki vokallerin çok çok iyilerinden biri olduğunu düşündüğüm Sivert Høyem'in bir cümlesinde, bir kez daha asılı kalıyorum. O esnada klibini bulup bloga koymaya karar veriyorum. Aslında bu paragrafı da 10 yıl önceki bir yazımdan alıp birazcık güncelliyorum.

 
Bir çay yapıyorum. İngiliz usulü. Sütlü ve iki şekerli! Ve tam on yıl aradan sonra dün gece, ilk kez, Madrugada* dinliyorum. Elimde enteresan bir roman!






*Madrugada kimdir derseniz de buradan lütfen

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP