11 Aralık 2019 Çarşamba

Sinop Mavisi

maviliklere süreceğiz çocuklar, 
   ışıklı maviliklere 
         
                  süre- 
                    
                      -ceğiz...*


Enn sevdiğim kadına diyorum ki "Hafta sonu Sinop'a ne dersin?" Elbette benimki lafın gelişi... Bayıldığını biliyorum. Üstelik iki hafta evvel Sinop Lakerda Festivali'ndeydi, üstelik rakının mekânında Çarpan'ın dibine vurmuştu!.. Oysa ben, en çok gittiğim şehirlerden biri olmasına rağmen Aslan Amca ve hanımefendilerin âlâ'sı Necmiye Teyzelerin** teras katının dışında Sinop'ta rakı içmediğim gibi Çarpan'ı ile meşhur lokantanın önünden çok kere geçmiş olmama rağmen bir kez bile oturmayı düşünmemiştim. Şu dünyada bir Çarpan da ben yemeliydim!

Oda ayırtacağım ama hava yağmurlu, üstelik de sağanak yağmurlu! Yine de enn sevdiğim kadına bir sorayım, diyorum... ve yanılmıyorum. Değil fırtına, kıyamet dahi kopsa, söz konusu Sinop'sa fark etmez, biliyorum. Oda cepte lakin neyle karşılaşacağımı bilmiyorum?!! Gerçi seçtiğimiz oteller konusunda bugüne dek boşumuz yok, üstelik enn sevdiğim kadın, biliyor! Bense meteoroloji uzmanıyım, havaya bakıp tahmin yapabiliyorum! Bir de rabbimin sevdiği kullarından olduğumuzu, biliyorum. Bir gün sonra, sağanak yağmur bilgisi yağmur şeklinde revize ediliyor, meteoroloji tarafından.

Cumartesi sabahı güneşe uyanıyorum ki bizim havamız zaten güzel. Ya Sinop?!! Her ne kadar fark etmez desek de ben güneşini seviyorum.

Yıllarca, ağırlıkla iş seyahatlerinde hep direksiyonda olmuş şahsım için yolun o güzel akışını, yan koltukta oturmanın tadını çıkarma zamanı! Her ne kadar kahvaltıyı Gerze'de yaparız demiş olsak da, benim aklıma gelen: ev özeni ile düzenlenmiş muşamba örtülü masalarına bayıldığımız, bir kaç yıl önce arşınladığımız küçük ilçenin sokaklarından birinde rastlaştığımız ve direk daldığımız, fırın içindeki tandırda pişmiş, sorulduğunda isteğimiz üzerine ayıklanıp gelen, tabağın kenarına döktüğümüz kekik ve pul bibere dokundura dokundura götürdüğümüz kelleye mest olduğumuz, sonra da vazgeçilmezlerimizden biri olan minik lokantada çorba içmek. Kaptan şoför, her zamanki benzinlikte, benzin ve duman için durmuşken, biraz kafamda tartıyorum; "Olur mu?" diye. Söylüyorum...

Bir kez daha bayılmaya gidiyoruz...


"Merhaba!"

"Hoş geldiniz!"

"Nasılsınız, epeyidir görüşemedik."

"Bize iki çorba lütfen."

"Sirke sarımsak olsun mu?"

"Benimkinde sarımsak olmasın lütfen."

"Benimkinde ikisi de olsun lütfen." 

Güneşin vurduğu dış masalardan birine oturuyoruz. Bayıldığımız melamin tabaklara oturtuluyor miss gibi çorbalar. İlk yudumlar ve bayılmaca... bu kadar lezzetli ve kıvamlı bir suyu olan başka bir yerde başka bir kelle-paça varsa, beri gelsin. Bir kez daha sade suya tirit olmayan, eti bol, olağanüstü bir lezzet. Enn sevdiğim kadın pul biber serpince, ben de az karabiberle birlikte ilave ediyorum. Bu mekânda masalarda sirke sarımsak şişeleri yok ki bu çok iyi. Çünkü ustanın ölçüsü süper, yeterki siz isteyip istemediğinize karar verin! Tazecik ekmeklerle götürüyoruz, lezzeti arşa değen çorbaları. O ara tepsiye yerleştirilmiş ve fırından yeni çıkan kelleler sıcak vitrindeki yerlerini alıyorlar. İnşallah yakın bir zamanda!

En sevdiğim kadın, ustaya takdirlerini bir kez daha ifade ediyor. Önlüğü ve başındaki aşçı kepi bayılınası Abi alçak gönüllü ve gururlu, kemik suyunun altını çiziyor... Çaylarımız da ince belli bardaktan. "Ellerinize sağlık, teşekkür ederiz," deyip, koyuluyoruz yeniden yola.


Dağların tepelerine tırmandığımız, virajlarını döne döne çıktığımız, denize tepeden baktığımız, arada bir dibine indiğimiz eski yolu saygı ve sevgi ile anıyoruz; lakin çevre dostu, eskinin kıymetini bilen kadın, sürüş ve zaman kolaylığı sağlayan bu yeni yol konusunda benimle aynı fikirde değil.  Ne olursa olsun doğadan parçalar kopması yüreğini sızlatıyor. Ve ne yazık ki eski yolu biliyor!

O'nun deyimi ile Küçük Prens'deki boa yılanı çizimini andıran görüntülerini izlerken, Gerze ve Sinop'un; küçük kayığında balık tutan ve nispeten açıkta duran yalnız adamın keyfine... ve balıkta olan kırmızılı takanın aheste süzülüşüne, selam çakıyoruz. Ve, ne yazık ki Mal Göl'ünde piknik yapanların eskiden, sanki alanın bir parçasıymış gibi içinden geçen dar yol yerine, denize inen ağaçlar kesilerek yapılan çift şeritli kocaman -yeni- kara yolunu aşarak varabildikleri, piknik alanı ile bağı kopmuş, o birliktelik duygusu yok olmuş denizin kıyısında; Samsun'a hoşça kal, Sinop'aysa biz geldik, merhaba, noktasındayız. Bir süre güneşin ve manzaranın tadını çıkarıp, düşüyoruz yeniden yola. Küçük koylardaki balıkçı barınaklarının eskilerde içinden yol geçmeyen saklı köyleri ile yol yüzünden ayrışmış ve açığa çıkmış hallerine üzülüyoruz.

Eski yoldan inip de yolun düzeldiği ve yanından geçmeye bayıldığımız bir başka balıkçı köyüne bu kez yine eski yolun açısıyla fakat yeni ve geniş yoldan inerken, onu doya doya ve biraz uzaktan seyretmek için kenara çekip duruyoruz. Yoldan merdivenle inilen, çakıl taşları ile ama her biri sanat eseri çakıl taşları ile kaplı, çam ağaçları arasındaki kıyıya varıyoruz. Bu kez o köye, ama Bob Rose'un resimlerinden biri tadındaki köye kıyıdan bakıyoruz. Piknik yapıp da plastik tabaklarını ve şişeleri orada bırakanlara -elbette-  ağzımızdan geleni ardımızda bırakmadan, sayıyoruz. En sevdiğim kadın ganimet peşinde, kazağımı altından çevirip torba yapıyorum. Denizin elinden çıkmış küçük, orta ve büyük taşlar olağanüstü. Ya artık iyice hissedilen Sinop'un kokusu?!


Gerze'yi dışından geçiyoruz. Oğuzlar Petrol'de mola mutlak! İniyorum arabadan, bir kimsesizlik kokusu! Yokluğun negatif izleri...  Her zaman pırıl pırıl ama şimdi öyle olmayan lavabodan çıkıldığında sağda kalan ev ve bahçesine göz atıyorum; hayvanların özgürce dolaştığı bahçesinin yerinde yeller esiyor, oyun parkının da. Terk edilmişlik hissi buram buram. Tüm devlet erkânının uğramadan geçmediği, her daim cıvıl cıvıl ve şenlikli alanda kocaman bir yalnızlık. İçim eriyor. Cengiz Abi'nin, yaşam zevkini yansıttığı, aslında gelirine hiç de ihtiyaçları olmayan bu alandan çok zevk aldığını biliyorum. Kendi odası sayacağımız yerin önündeki tezgâhlara yerleştirilmiş, çiftlikten gelen meyve sebzeleri, yine çiftlikte yetişen domateslerle Tokat'daki Olca'ya yaptırılmış salçaları, peynirleri, tıpkı küçük bir çocuğun yol kenarına dizdiği bahçelerinin ürünleri gibi satmaktan zevk aldığını da biliyorum. Bu terk edilmişlik hissi, bu boşluk fena. Oysaki hayatımın en unutulmaz sütlü kahvelerinden birini burada içtim ben.*** Ya fuları boynundan eksik etmeyen Cengiz Abi'nin ısrarla, daha henüz oturmuşken, karnınınız aç mı yemek getirtim, tekliflerine, tokuz cevabımıza rağmen içeri seslenerek getirttiği enfes tostlar...****

Tam giderken içeride ve onun odasının sol duvarında asılı fotoğraf geliyor aklıma, duruyor en sevdiğim kadın. Onlarca insanın çalıştığı alanda ıssızlıkla birlikte tek bir genç var. Soruyorum fotoğrafı, tarif ediyorum. "Şuradaydı, şu duvarda," diyorum. Dış kapının önündeki duvara yaslıyken görmüş onu! Bir aile fotoğrafıydı, çok ama çok eski... Sonradan büyütülmüş ve muhteşem renklendirilmiş bir fotoğraf. Asil ve soylu bir geçmişin fotoğrafı.

"Bir ADAM ölünce, her şey ölüyormuş, demek ki," diyorum, en sevdiğim kadına.

Neredeyse yol boyu Cengiz Abi'yi konuşuyoruz. Ondaki anıları dinliyorum daha çok. Aynı özelliklerin tadının, altını çiziyoruz. Sinop'un kokusu iyice hissediliyor. Bir yazar arkadaşının kitapları var mı diye bakacağız kitapçılara, yerlerini konuşuyoruz. Biraz şehrin geçmişinden söz ediyorum. İyice yaklaştığımızda "Girişine en bayıldığım şehir," diyorum. Her ne kadar yeni ve çift şeritli ve genişlemiş yol o tadı kısmen eksiltse de enn sevdiğim kadın, katılıyor. Otelimizin önüne çıkacak yola dönüyor kaptan ve bir tepeden inerken durup, bakıyoruz şehre. Otelimiz işte şurada!


Arabayı önce iskelenin yanındaki otoparka, otelden bilgiyi alınca da hemen yanındaki, otel müşterisine ücretsiz, otoparka bırakıyoruz. İki adım sonra kapıdan içeri süzülüyoruz.

Odaya bayılıyorum. İçim ısınıyor hemen, resepsiyondaki sahibi hanımefendi tatlı, güleryüzlü ve sıcaktı zaten. İlk izlenimler ve otelle kurduğum bağ ve onun samimiyeti önemli, o zaman kusur aramaya da gerek yok. Perdenin ardındaki mavilikse başka... bambaşka! Çantaları neredeyse yatağın üzerine fırlatıp atıyoruz; kendimizi de balkona. Sola dönsek deniz, sağa dönsek yine deniz...ve şehrin sahiplerine kaldığı, bizce en güzel mevsimi. Pırıl pırıl bir güneş!


Sinop mantısı ile efsane pizza arasındayız. Öğleni geçtik. Akşam masası belli. Net! Mantının akşamı da düşününce fazla geleceği fikrine katılıyorum ve barınağın kenarı boyunca, güzel güzel tekneler, yalı kahveleri ve kafelerin arasından yürüyerek efsane mekân Barınak'a varıyoruz. Denizin kenarındakilerden ve güneşin ısıttığı masalarından birine oturuyoruz. Tatlı bir genç kız geliyor.

"Bir orta boy pizza lütfen."

"Bir bira ve bir de kola, şekersiz lütfen."


Bu pizzanın en önemli tat dokunuşunun sırrını biliyorum, sormuştum yıllar önce, özel hazırlanan ve peynire dokundurulan bir sıvı. Mekân epey eski bir mekân, ta radar zamanından, pizza tarzı Amerikan ki şehrin genel havasında ve hoşluğunda radarın etkisi mutlak. Tıfıl bir çocuk da olsam, son Amerikalıları hatırlıyorum. Ve elbette şu an yıkılmış olan çok klas otel Melia Kasım'ı ve orada, ve o otelde bulunmanın dışında çok da izi kalmayan, ama izi kalan şatobiryanlı ve kırmızı şaraplı geceyi!


Zeytin ilaveli pizzalar geliyor. Yıllardır tadı hiç değişmeyen pizzanın görüntüsü muhteşem fakat tabanından, özellikle orta kısmından aldığım tat bildiğim tattan ziyade hazır pizzaların fırından çıkmış, bisküvi gibi dağılacakmış hissi veren kıtır haline benziyor. Pişirme hatası olduğunu düşünmek istiyorum. En sevdiğim kadın da benimle aynı fikirde. Her ne kadar uzun zaman oldu diye düşünsem de, yanılacağım hissi yanıma bile yaklaşmıyor.  Kenarlarda ve malzemelerde geçmiş yaşıyor fakat, yine de bir şey var. Ama ne olursa olsun, bu eşsiz alanda gözler ve damaklar hayatın tadını çıkarıyor.

Kasada hâlâ aynı abi, ödemeyi yapıyor, kendisine ve ustalara teşekkür ediyorum. Şimdi Aşıklar Caddesinin ucuna gidip, dönme zamanı. Ama önce yazarımızın kitaplarının Sinop'da olup olmadığını öğrenmemiz gerek. Her şehrin başına gelen Sinop'un da başına gelmiş; işe yarar bir kitapçı buluyoruz ki o aynı zamanda sahaf; sevimli bir dükkân, yandaki garajı kiralayabilirse kitap okunabilen bir kafesi de olacak. Heyecanı güzel fakat bizim yazarın kitapları yok. Samsun'dan bile müşterileri olduğunu beyan ederek anında piar çalışmasını da yapıyor genç adam. Bu arada ona ulaşmak için geçtiğimiz Sinop'un en faal caddesindeki yayalara daha fazla alan açan düzenlemeyi sevimli buluyorum. Şimdi Aşıklar Caddesine geçebiliriz.

Varınca caddeye, sonradan satılan Aslan Amcalar'ın terasını göstermek istiyorum fakat eğer doğru tespit ettiysem, yenisi yapılmak üzere yıkılmış apartman. Yolun kenarındaki palmiye ağaçları epey daha uzamış. Şehrin ilk ve en popüler mantıcısı Teyze'nin önünden geçiyoruz ki o artık büyük bir mekân, muhtemeldir ki yan tarafa doğru biraz daha uzayacak. Yarınki mantıyı bu işe yeni el atan, sokak arası bir mantıcıda yemeyi planlıyoruz. En sevdiğim kadından okeyi aldı iki hafta önce ki Sinop eskilerinin önerisi de burası. Şen Pastanesinin tam da Kütüphanenin karşısındaki şubesi çağırıyor ama bizim tercihimiz kadim yerindeki! Karşıya geçiyor, dünyanın en güzel manzaralı kütüphanesinin hemen hemen duvar dibine ve beton üstüne attığı küçük masalı, kaldırım gasplı mekanda çay satan genç adamın  masalarından birine çöküyoruz. Günün ruhları dürtükleyen saatleri.

"İki çay lütfen."



Akşama yaklaşan günün renkleri muhteşem, poz poz fotoğraf çekiyorum, çay bardağını düz alsam ufuk çizgisi eğik duruyor, onu düzeltsem çay bardağı eğri. Kaç fotoğraf sonra durumu paylaştığımda eğri duranın sehpa olduğunu öğreniyorum ki allahtan benden daha sabırlı davranan ve gereğini yapan ve de ikisini de düz çekmeyi başaran varmış! Ben ha gayret fotoğrafla uğraşırken çayımı içmediğimi fark eden genç adam, beğenmediğimi düşünüyor ve soruyor.. cevabı verince de rahatlıyor. Sevmediğimi söylesem ayar yiyeceğim kesin! Sonra da çenesi bir açılıyor bir açılıyor. Kayaların üzerine dökülmüş beton yer yer kırılmış, sanki buraya kondu gibi yerleşmemişçesine bir sahiplenme içindeki genç adam, serzenişlerini sıralıyor: buraya betonu kendi dökseymiş, düzleseymiş, elektrik su verilseymiş, daha güzelleştirip öyle işletseymiş. "Öyle düzgün, kafe gibi olsa biz gelmemiş olurduk misal," diyorum, "bu halini sevdik de geldik, öteki türlü bir sürü yer var bak! Üstelik elektrik, su, kira?!.." Sanki aklına yatıyor.


Kıyıdan yürüyoruz. İskele kalabalıklaşmaya başlıyor, parkın içindeki kafeler pırıl pırıl parlıyor, insanlar gün batımının tadını çıkarıyor, hayat biraz daha kalabalıklaşıyor. Doğanın sunduklarına ise paha biçilemez. Ufak adımlarla akşamın mekânına doğru yürüyoruz. Gezinti tekneleri usul usul denize çıkıyorlar. İskele gittikçe yükünü alıyor. Kale her zamanki gibi muhteşem. Her saati başka güzel şehrin akşam şöleni gittikçe coşuyor. Şu teknenin burundaki tahta koltukları da benim aklımı başımdan alıyor. Hayal ediyorum; bir Akliman ve Hamsilos turunu, fiyortların arasındaki denizin ve kıyıdan gelecek mangalların kokusunu.


İskeleye kıvrılıyoruz. Uçak inse yeridir bir iskele ki genişliğine bakınca uçak gemisindeymiş hissi veriyor. Bacaklarını denize sarkıtıp günün batışını izleyenler, el ele kol kola dolaşanlar, denize bıraktıkları oltalarına nafakalarının gelmesini bekleyenler, atlayan zıplayan çocuklar ve birbirinin sıcağına sarılmış sevgilileriyle hayatın tadını çıkaran, eskilerde yolcu gemileri yanaşan ve bu yanaşmanın çok şenlikli olduğu, Sinop Tarzanı ile hatıralarda ayrı bir yer tutan iskele...  Fena halde bir şeyi çağırıyorlar; bizim için!


Rezervasyon saatimizin içindeyiz. İlk kez mekânda olacağım, ilk kez Çarpan yiyeceğim!.. Gelmeden önce okuduğum mekânla ilgili yorumlar endişe verici, en sevdiğim kadın iyi biliyor ama ben bu eleştirileri söylediğimde kendilerinin de benzer bir şey yaşadıklarından söz etmişti. Ama iki hafta önce buradaydı. Öğlen rezervasyon için uğradığımızda garsonun tavrı soğuk gelmişti bana. Belki de aklıma yüklediğim eleştirilerdendi kim bilir?! Meraktan ölüyorum ama masanın ve akşamın heyecanı da buram buram.  

Hadi hayırlısı!



Devam yazısı Sarayda Çarpan Tava için buradan lütfen...


*Nazım Hikmet'in Güzel Günler Göreceğiz, Güneşli Günler, adlı şiirinden.

  **Hanımefendinin âlâ'sı Necmiye Teyze

***Beni ayağa diken kahvenin tadı bahisli yazı.

 ****Tostlardan ve eski yoldan bahisli bir yazı.

Mal Gölünün içinden geçen eski yolun ve dünyanın en güzel manzaralı kütüphanesinin fotoğrafları ise  bu  linkte.


4 Aralık 2019 Çarşamba

Eprahim Kishon Kitaplarının Peşine Düştüm

Her şey, en sevdiğim ve kıymetli kadınlardan biri sayesinde bizzat tanıştığım ki onun en can dostlarından ve benim blog komşularımdan Şaşkın'ın* yazılarının en tazelerinden birine, "Seni okurken aklıma Eprahim Kishon geliyor. Evin büyüklerinin kitaplarıydı ve ben de büyüme yolundaydım. Müthiş bir mizahı vardı, sevimliydi ve cin gibiydi. Tabii ki bu yazar okur ilişkisini güçlendiren ve sevimli kılan, onun yazı dili olmakla birlikte öykülerinin sanki komşumun başına gelmiş şeyler hissi vermesiydi. Okuyanla konuşur gibi, tatlı, tepeden bakmayan, sıcak, cesur ve samimi üslup ve kanlı canlı öykü kahramanları... " içerikli yorumu yazınca ve Şaşkın'ın cevaben yazdığı "Annemin derya deniz kitap koleksiyonuna rağmen hiç duymamışım bu ismi. Eserleri hakkında da maalesef hiç fikrim yok. Şimdi şöyle bir baktım da biyografisine, o zorlu hayatına rağmen mizahta diretmiş olması tek kelimeyle müthiş! Az da olsa bir benzerlik varsa ne mutlu ki, pek mutlu bana." cümleleri ile başladı; daha önce kitapçılarda aradığım ama bulamadığım kitaplar konusunda fena halde tetikledi beni ve bir an öncenin kıymetli telaşları da barutu ateşledi.  Çünkü elimde bir tek bile Eprahim Kishon kitabı yoktu.


Küçük bir çocukken, küçük dayımların evinde ve muhtemelen Muş'ta görevliyken O, kitaplıktan çekip bayıla bayıla okuduğum ilk kitabıyla tanımış; güncel, sıradan olayları anlatış biçimine bayılmış; ülkesinin kimliklerini ve durumlarını mizahla eleştirme şeklini ve kendisini sevmiştim. Sonra bir kitabını daha okumuştum, belki de başka bir şehirde, muhtemelen İstanbul'dayken dayım. Sonraki gelişim sürecimde ve bu yaşıma kadar çok kitabını okuduğum, sevdiğim pek çok ünlü, herkesçe bilinen yazar geçti elbette hayatımdan. Fakat onun izi hiç silinmedi. Hatta bir dönem tanıdığım insanlar nedeniyle bulaşmakla çok iyi ettiğimi düşündüğüm "sanal alem" mecralarındaki profillerimin en sevdiğiniz yazarlar hanesinde, hep onun adı var oldu. Ama kitapları elimde olsun diyerek her çaba ortaya koyduğum anda da elim boş kalıyordu. Üstelik ben O'nu hep İsrail'de yaşamış bir insan olarak hatırlıyordum! Macaristan kokusu almış yazarlara fena zaafım vardır; baskı altında bile, acılı anları ince bir mizahla gönül teline dokundurtan üsluplarına bayılırım. Kishon hayranlığım sebepsiz değilmiş diye düşündüm!


Bu gazla, belki de.. düşüncesiyle, tüm kitapçıları bir kez daha talan ettim, nafile! Sahaflara çok bulaşmış bir insan değilim, kitap kokusunu severim; eski yeni fark etmez lakin yeni kitap satın almanın hastasıyım. Bu kez ennn sevdiğim kadından bildiğim için Nadir Kitap'ın çok da güzel örgütleyerek oluşturduğu bir tür sahaflar çarşısına daldım. Farklı şehirlerdeki farklı sahaflardan, olan kitaplarının hepsini topladım. Üstelik piyasayı da kuruttum ki çok kitabı tekti zaten! Yeni kitaplar okurken, arada onun kitaplarından konuşur gibi yazdığı, edebi kaygılar taşımayan ama cin gibi gözlemlerle hayat bulmuş, yüzüme gülücükler kondurup içimde taze çiçek kokuları oluşturan hikâyelerini okuyorum. Kendimi eskilerden bir pastanede, şık masalarda lezzetli pastalar yerken miss kokan kahveleri yudumluyormuş sanıyorum. Üstelik düşünüyorum ki, hani dindiremediği ruhunu dindirmek için sakinleştirici ilaç kullananlar, bunaldıkları her noktada bir doz Kishon öyküsü okusalar, her şey yoluna girer sanki.

Ama daha önce bilmediğim, eşi ile yazdıkları Sevgili Yalancım adlı bir kitapları var ki, tadından yenmiyor. Sara Kishon'un Eprahim'den bahsettiği kısa öyküler, sıcacık bir lezzetle gülümsetiyor.

Gerçi aldığım kitaplarda şöyle bir mesele ile de karşılaştım: Milliyet'in Milliyet olduğu yıllarda, Milliyet Yayınlarından çıktığını bildiğim kitapların farklı yayınevlerinden çıkmış olanları da elime geçince, bir kaç hikâyeye başka kitapların içinde de rastlamış olmak bir an "Yaaa!" dedirtse de, kendime gülüp geçtim. Bir de kitapların eski sahiplerinin adlarının yazılı olduğu ilk sayfalarını çok sevdim, onları hayal ettim, özellikle bir tanesinin İstanbul'un çok sevdiğim bir semtinden olduğunu tahmin edince, isimleri internetten arayıp buldum. Edebiyatla ilgili ve sosyal sorumluluklar yüklenmiş cemiyet insanları olduğunu söyleyebilirim.

Eprahim ve Sara Kishon'u seviyorum. İyi ki bu dünyada yaşamışlar. Hatta kitapları okurken fark ettiğim üzere, yazılarımda en sevdiğim kadından bahsederkenki ennn sevdiğim kadın ifademin ardında, taaa çocukken okuduğum Eprahim Kishon öykülerinden bir iz, bilinçaltıma bir yerleşmişlik, bir etkileşim olup olmadığını bile düşünüyorum.


*Şaşkın'ın Göçebe Günlüğü

29 Kasım 2019 Cuma

Ve Sonra Dans Ettik

En sevdiğim kadından gelen mektubun içindeki, "Bu arada söz konusu AVM'de Ve Sonra Dans Ettik adlı film var gördüğüm kadarıyla, kendisine bir daha zorla gittiğinde izlemeyi düşünebilirsin." cümlesi, zaten hayata hep açık olan antenlerimden içime doğru ılık bir güzel akşam sinyali gönderiyor. Filmden hiç haberdar değilim, dolayısı ile takipte de değilim; her ne kadar adı batasıca AVM'ye -bir kez daha- gitmek zorunda kalacak olsam da, sanat aşkına kendimi feda edebilirim. Üstelik de edindiğim bilgilere göre olay mahalli ennnn sevdiğim ülkelerden biri, geçireceğim akşamın ön izlemesi kıpırdatıyor bedenimi, kalbimde bir alkış kıyamet. 

18:45 seansı uygun. Saate göre işi erken terk etmem gerekiyor. Alandaki aksiyon ve vaad ettikleri de güzel ama kapitalizm de bir yere kadar!  Mesafeyi tahmin eder bir saatte çıkıyorum evden. Bankamatikten biraz para çekiyor, Salih Usta'dan da bir poğaça alıyorum. Evden çıkarken, mini sırt çantama ne olur ne olmaz yağmurluğumu, pili değişmiş L23'ü atmış, birini bitirmek üzere olduğum, diğeri de o bitince başlayacağım iki ince kitabı da eklemişim.


Tren nispeten sakin, oturacak  bir yer buluyorum. Akşamın yoğun çalışma anlarından evin huzuruna geçilecek, iş yeri mecburiyetleri ve disiplininden, okul, hoca, not sıkıntılarından ve baskısından kurtulma, bağımsızlıkların ilan edilme saatleri. İnsanların yüzleri günün sıkıntılarından yavaş yavaş sıyrılmış olsa da gelecek kaygılarının, belki de ödenmek zorunda kalınan borçların yorucu izlerini taşıyor olsa da; yine de mesai saatleri dışında olmanın anlık huzurunun, karanlıktan kaçılıp da sığınılan geçici aydınlığın içinde... Akıp giden manzaralara ve kitabıma sığınıyorum. Bir de küçüklerin kaygısız cıvıltılarına...

Nursel Duruel bilmediğim bir yazar; kısa biyografisi iyi sinyaller vermişti ama! Anlatım dili incelikli ve şiirsel. Öyküleri sıcak, insana dair... özellikle seslerin arşivlendiği bölümle ve oradaki görevli ile ilgili hikâye, farklı bir konuyu içeriden bir gözle okunuş manasında fark ettirdiği gibi, sevimli sevimli düşündürtüyor da, beni. Akşamın sakin ve telaşsız güzelliği eşliğinde, huzurlu ve ağır yükleri geride kalmış, yaşayacağı güzel saatlerinin ön izlemesini yapmış, tadını şimdiden hisseden bir canlı olarak trendeyim ve kitabın kalan kısmını zevkle okuyorum.

Samsunspor'da iniyorum, bir kez daha. Asansörü kullanarak üst geçide çıkıyor, yine asansörü kullanarak geçitten iniyorum. Oysa merdivenleri seven biriyim. Lakin inşaatlardan hatıra kalan ikinci dereceden bir menüsküs yırtığım var ve can arkadaşım, doktorum, muayene ve M.R sonrasında ameliyata gerek görmemişti ama merdiven inip çıkmayı yasak ettiği gibi 5-6 kilometreden fazla yürümemeyi de emretmişti! Merdiven konusuna uysam da yürüme konusunda asgari titizlik içindeyim!

Gişenin önündeyim... Önümse nispeten kalabalık; çoğunlukta bileti alacak birer kişi ama karar verecek olanlar çok kişi. Bir kaç salonda farklı animasyonlar var ve hangisi noktasındaki karar toplantıları bitmek bilmiyor. E bir de buna bilet gişelerinin promosyonlu mısır ve içecek satma çabaları eklenince, bekliyorum.

"Ve Sonra Dans Ettik için bir bilet lütfen."

"D-3 Lütfen."

"Ve Sonra Dans Ettik için D-3," diyerek, teyitleşmek için tekrar ediyor gişedeki genç kadın!

"Evet... lütfen."

Biletime bakmadan cüzdanıma koyup, 18.45 yazan filmin 19'da başlayacağını öğrenip, uzayan süreyi AVM'de gezerek değerlendirmeyi düşünüyorum. Gerçi bir şeyler yemek konusunda şimdi mi filmden sonra mı kararsızlığım var ama sonrayla bir şekilde anlaşıyoruz. Hayal Kahvesi bana daha yakın olmak için boşalttıktan sonra yerine gelen şu Lounge'da aklımı kışkırtıyor her seferinde ama?!!

En alt katta çocuklar için havaalanlarını ve uçuşları konu eden, çocukları da olaya katan bir oyun sergilenmekte. Bir süre tepeden cıvıltılarını izliyorum; çocukların bu katılımcı coşkusuna tebessümle... Sonra sinemanın yürüyen merdivenlerine yöneliyorum ki bu kez biletleri kontrol etmeden içeri almayan bir genç kadın var.

"Hoş geldiniz."

"Salon 6, G-3."

" İyi seyirler."

G.3'mü?!!!

Ah benim sesimin şırıl şırıl bir deredeki çakıl taşlarının üzerinden akan serin suyun tadında tuzaklar kuran şiirsel akıcılığı ve pırıltılı tonu... ve elbette benim cazibem; gişedeki genç kadının da aklını başından almış olmalı! E bu duruma biraz da keyfim sıkılıyor tabii ki, D-3'ü sevmişim sonuçta!


Rahat koltuklar ve şık puflarla düzenlenmiş kocaman ve hoş fuayede bir tur atıyor, sonra da terasa yöneliyorum. Manzara enfes lakin L23 duymasın, çıkan sonuçtan pek memnun kalmıyor, gece manzarası için bir sonrasında abisi ile geleyim, diye düşünüyorum. Terasın masalarından birine oturup, montumu da çıkarıp, güzel ve nispeten soğuk havayı bedenimde hissedip, okuduğum her hikayede ilgimin biraz daha katmerlendiği kitap Yazılı Kaya'nın, lezzetli satırları arasında yok oluyorum.

Ve salondayım. En arka sıradaki G-3'e oturuyorum. Alt yazıları okuyamayacağım endişem var! Nasılsa D-3'de boş, diye geçiriyorum içimden ki an itibari ile yalnızca bir kişi daha var salonda.

Sonrasında iki kişi daha ilave oluyor. Reklamlar ve fragmanlar başlayınca da görüyorum ki alt yazılar sorun yaratmıyor, yerimle kaynaşıyoruz, durumdan hoşnudum fakat perdede reklamlar var diye telefonuyla meşgul ve üç sıra aşağımda, ayaklarını ön koltuğun tepesine uzatmış genç kadına ayar olunca bir ayar vermek ihtiyacı hissediyorum. Elbette ki bu hisle kalıyorum  ve  bu akşamı ve filmi ennn sevdiğim kadına bir mektuptaki şu satırlarla anlatıyorum:




"Ay film güzeldi ya, hem de çok güzel! Levan Gelbakhiani  müthiş oynuyor, öylesine sahiciki ve öylesine sevdiriyorki kendisini, sanki bir filmde değil de hayatın içindeymişçesine bir sahiplenmeyle ondan ve duygularından yana oluyor insan... Müzikler âlâ zaten, hakeza danslar da... Duygu resmetmelerse anlatılır gibi değil. Peki ya o güzel şehrin eskimiş, geleneksel ve bayıldığımız avlulu evlerine ne demeli?! Elbette ki kendimi çok ait hissettiğim ülkenin ve şehrin sokaklarına dört gözle baktım;  fakat ilk kez izlediğim ve anlatım diline bayıldığım yönetmen Levan Akin,  filmin önüne geçirmeden, incelikli bir dille sahnelere taşırken ülkenin belirgin renklerini, ana hikâyeyi yormadan, bazen flu fonlar şeklinde öyle güzel yerleştirmiş ki bütünün içine; gören birine işte sevdiğim ülke bu, dedirtiyor. Ve Ana Javakishvili, Mary karakterinde şahane; bir dans partneri olmaktan öte, sevmek ve dost, arkadaş ve sevgili olmak nedirin cevabını enfes veriyor; güzel oynuyor ve sevimli kılıyor kendini; tüm duygu renkleri ile.

Ferzan Özpetek tadının izleri vardı filmde, ya da ben öyle eşleştirdim, lakin çok sertleşmese de yönetmen, yine de  savunusunu son derece naif bir biçimde yapıyor ve mesajını da "sertçe" veriyor. En katı ve hoşgörüsüz kalbi bile yumuşatacağından, en azından düşündürteceğinden eminim. En güzel yanı şu idi kanımca: İki erkeğin yakınlaşması ve filmin önüne geçmeyen, kısacık ama vurucu sevişme sahneleri "ahlaki" açıdan sert gibi gözükse de  ki an itibari ile beni bile, belki de filmin başındaki pornografi çağrışımları yapan -gereksiz- uyarı yazısından kaynaklı olarak önyargının esareti ile beni bile rahatsız etti ama sonuçta aşk, sadakat temelli bir duygusal kırılmaya neden olan sahne, ve bu duyguyu şahane vurgulayan, şaşırtıcı derecede sahici esas oğlan Levan Gelbakhiani ve de esas oğlanın çocukluktan beri partneri olan Mary'nin bu ilişkiyi hissetmiş olmasına rağmenki yaklaşımı, en homofobik şahsı bile düşünmeye, daha anlayışlı ve insancıl bakmaya sevk edebilirdi ki kanaatimce eder de. 

Velhasıl-ı kelam yönetmen becermiş bu işi, hem de en katı yaklaşımların kalbinde dahi bir sıcaklığa sebep olabilecek bir şefkatle.  Sinemadaki şahıslarsa şu şekildeydi: Bir adam; muhtemelen bu dünyadaki seks nasıl diye gelmiş olabilir, pornografik beklentilerle tabii ki, belki de sanatsever bir şahsiyetti; salonun ışıkları izlenimlerimi yanıltmış olabilir! Onun arka sırasında "türbanlı,"  spor ve hoş giyimli, ayaklarını ön koltuğun tepesine uzatan, sanatsever, çağın gereklerinin farkında, kendine ait bir dünyası da olan ama bunu biraz da dışa vurmayı -ki bu halini o kadar güzel anlayıp o kadar çok sevdim ki- genç kız... onun bir arkasında yine "türbanlı", türbanını iğne ile tutturtmuş, sinemayı seven, bu sanata ilgi duyan entelektüel bir genç kız daha... Ve bilet veren kızın sonradan D'yi G anladığını fark eden, önce biraz gerilen ama sonra da bundan şikayetçi olmayan, muhtemelen blog yazarı, çok tatlı ve hımmmm bi kadını çok sevdiğini düşündüğüm, ukala, magazin yazarı kılıklı, havalı bi adam. Terasta, göstere göstere kitap bile okudu o adam... ve sanırım bir kez daha bu saatte bir film izlerse, ardından, ışıklı manzara eşliğinde, Lounge'da bira içip bişiler atıştıracak. Üstelik, sanıyorum ki kendisi bu AVM ile ilgili bir inadı kırmak için sürekli taklalar atıyor. Bu ara gelecek çok güzel filmler var. Ken Loach bile son filmiyle geliyor yahu! Bu Lounge'da da bira içilip bir şeyler yenir valla! E manzara zaten süper... muhtemelen istemeye istemeye geldiğim -tabii ki sanat aşkına- bu mekana bundan sonra yine sanat için ve sanat aşkı sonrası o mekan için, isteye isteye gelebilirim! O zaman, bu adı batasıca AVM'nin, sadece bu alanları ve bu alanlardaki olanakları ile ilgili daha inançlı övgüler de yapabilirim sanki! Bakacağız artık!" 

Aklımda iyi bir film izlemenin tadıyla filmi zihnimde çevire çevire dolaşıyorum AVM'de. Yeme içme mekânlarına göz atıyorum. Eğlenceli bir şeyler atıştırma fikri ağır basıyor. Biliyorum ki filmi bir süre yaşayacağım. AVM'nin ve gecenin sakin ve rahat saatleri. Kararımı verdim

"Bir dabıl köfte burger menü, kola şekersiz lütfen."

Tadını çıkarırken, eğleniyorum da. Filmden bana bulaşan, lezzetli bir huzur. Tüm mesajlarını kırıp dökmeden, hoş nüanslarla, tüm sert eleştirilerine rağmen sözel ve görsel tatlılıklarla anlatan filmin bünyemde yarattığı olumluluğun tadıyla son kalan patatesleri de kolayla sonlandırıyor, pek yapmadığım bir hareketle, kalan kolamı alarak usul adımlarla ve ara ara yudumlayarak alt katlara ve dolayısı ile çıkışa doğru yürüyorum.

Yine asansörü kullanarak durağa geçiyorum. Otomattan bir su alıyor ve trene biniyorum. Cam kenarı koltukta bu kez yine bilmediğim yazar Suzan Bilgen Özgün'ün kitabının ilk sayfasını açıyorum. İlk hikâyede de kendisine bayılıyorum. İki durak sonra yanıma alan kaplayan bir hanımefendi kap kacakla... onun karşısına da bir kız ve bir oğlan çocuğu, yine ellerinde yüklerle oturuyorlar... belli ki alışverişten dönüyorlar. Çok da hoş sohbetler, sürekli konuşuyorlar, evde gibi... sevimliler de, birbirleri ile iletişimleri sevimli, evin bir odasında gibi. Lakin bir süre sonra kitabımı kapatıyorum, ta ki onlar inene kadar.

Gölgede Kalanlar, insanı hikâyelerine katan, mahallemizde olan bitenlermişçesine sıcak, anlatımı ile yormayan ama değen, aynı günde ya da yolda okunup bitirilebilecek, lezzetli bir ara sıcak kanımca.

Her zamanki durakta iniyorum, kartımı okutup ödediğimin bir kısmını geri alıyorum. Eskiden bağ bahçe olan, şimdiyse bir yeni şehrin parçası caddeyi yürüyor, fırından sabah için bir ekmek alıp sahile ulaşıyor, güzel güzel mekânların ışıltılı seslerinin kenarından, Hayal Kahvesi'nin önünden eve doğru yürüyorum. Bahçe kapısını sessizce açıyorum. Amcalarının ve babasının gençlik hayalleri olan aynı ve tümüyle kendilerine ait bir binada oturma arzularını duymuş ve aklının bir köşesine not etmiş küçük ama küçücük bir çocuğun, o hayali gerçekleştirmiş olmasının tadını yaşıyorum.

Ve klavyemin başındayım; fırından yeni çıkmış, sıcacık haberlerimi tebessümle mektubumun içine yerleştiriyor, göndere basıyorum.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP